29 Mart 2024 Cuma
İstanbul 13°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Yazarın yurdu dilidir

Feridun Andaç

Feridun Andaç

Eski Yazar

İnsan bir köken arayışına ne zaman başlar?
Geldiği yaş dönemi mi, yoksa göç ettiği bir yerdeki varoluşsal sorgusu mudur onu buna yönelten…Ya da başka bir durum mu?
Bunun bir “başlama yaşı” olduğunu düşünmesem de; gene de o itkinin bir “kimlik sorgusu”ndan, “aidiyet arayışı”ndan başladığını söyleyebilirim.
Yeni yazdığım bir anlatıdaki (Kaplıcada Son Yaz) kahramanım bir ressamdır. Zorunlu olarak terk ettiği çocukluk kentine yaşlılık çağında döner. Bir barışma/yüzleşmedir yaşadığı. Öyle ki; ömrünün son demlerinde her yıl bahar ayında gelir son yaza kadar kalır orada. Hafıza mekânlarının kentte bir bir yok olması onu kentin dışındaki bir kaplıcaya sürükler. Orada bulduğu, çocukluğunu yaşadığı zamanın rengi, kokusu, görüntüsü ve ruhudur. Adeta orada tutulu kalır. Bu da onu aidiyet/kimlik sorgusuyla kimlik arayışına itmiştir. Uzunca süredir yaşadığı büyük kentteki hengâme, yabancılaşma ortamı onu iyice huzursuz kılmıştır üstelik yaşadığı acının doğduğu yerde sağalabileceğini düşünerek terk ettiği kentine gelir. Hiçbir şey eskisi gibi değildir. Ama yörede kendinden/ruhundan izler, renkler, kokular bulur gene de… Bunlara doğru yürür. Yaşadığı yalnızca bir iç yolculuk değildir; bir benlik/kimlik/köken arayışıdır da. sonuçta, kaplıcada bir akşamüstü öğrencisiyle konuşurken şunu diyecektir:
Biz biraz da düşüncelerimizde, çizdiğimiz resimde, yazdığımız yazıda, edindiğimiz iş’te, uğraştayızdır. Bunlarsız hayat silik soluktur. Doğar, yaşar, ölürsünüz hiçbir iz bırakmadan. İnsanlığın geleceği, aidiyeti bir uğraşın efendisi olmakta yatar. Yaratıcılık taşır ve yaşatır. Ama bir yere ait olursanız onun ömrü de uzun olur.
Dilim Yurdumdur
Bu anlatıyı yazarken Pessoa da bir biçimde yanı başımdaydı. Tabucchi’nin ona dair sözleri çalışma masamın alınlığında yazılıp duranlardandı:
“Pessoa İngiliz eğitimi almış olmasına karşın, Portekizce yazmayı seçmişti, çünkü vatanının Portekiz dili olduğunu savunuyordu.”
Bir dilden başka bir dile geçebilir miyiz?
Günümüzde bunun yanıtı kolaylıkla, “evet”tir! O geçiş dilini araçsallaştırırsanız bunda bir gariplik yoktur. Ama dilden dile geçişi bir destek/araç dil ötesi düşünürseniz, bunun bir kimlik değişimi olamayacağını bilmenizi isterim.
Göç eden Suriyelilerin Türkiye Cumhuriyet vatandaşı yapılacağı haberi yaygınlaştı. Bu karar onları bir ülkenin “vatandaş”ı kılabilir, ama ne dilini ne de kimliğini/aidiyetini değiştirebilir.
İnsan yaşamını sürdürebileceği bir yer/yurt arar elbette. Ama dilinden vazgeçip bayka bir dil arayışına yönelmez bu yüzden. Yeni bir dil öğrenebilir kendisine aracı olabilmesi için. Rüyalarının, duygularının dilinden vazgeçemez bu nedenle.
Onun asıl yurdu dilidir çünkü.
Dil, bir edebiyatın kuruluş ve varoluş nedenidir. Yaşadığınız, hissettiğiniz, konuştuğunuz dilde yazarsınız. Yazdığınızla o dile aitsinizdir. Kimliğiniz, aidiyetiniz ne olursa olsun yazdığınız dildesinizdir.
Bu nedenledir ki; şimdilerde sık sık karşımıza çıkan “Türkçe edebiyat” tanımı yerinde bir tanım değildir.
“Ben Kürdüm, ama Türkçe yazıyorum. Yazdığım Türkçe edebiyattır,” demek isteminden mi doğmuştur bu, yoksa başka bir bakıştan mı?
Bu, netameli bir konu da olsa; açmak, tartışmak gerekir.
Yazar, yazdığı dildedir. Kurduğu dilin edebiyatının bir parçasıdır.
Ahmed Arif’i Türk edebiyatının bir parçası olmaktan kurtarabilir misiniz? Ya Mario Levi’yi? Türkçe yazmıştır her ikisi de.
Yazarı konusu/kimliği/inancına göre değil; yazdığı dile göre konumlandırmak gerek.
Bir yazarı önce diliyle tanır, kavrar, anlamaya çalışırız. Hiçbir zaman Hıristiyan, Müslüman, Katolik, Yahudi, Ortodoks, Ermeni, Rum, Alevi diye bir arımdan yola çıkmayız.
Necip Mahfuz, Mısırlıdır. Arap dilinde yazar, Arap edebiyatının en özgün yazarıdır.
Kendi sığ dünyalarında ulus-devlet gerçeğini bir ânda silip yok edenler; “vatan” / “yurt” kavramlarından, “yurtseverlik” duygusundan hemen vazgeçerek bir yere yamanmak için kendilerinde “Türkçe edebiyat” kavramını yaratmaya çalıştılar, çalışıyorlar da.
Hiçbir dil, başka dillerin “şapka”sı, “şemsiyesi”, dayanağı değildir.
Evet; yazarın yurdu dilidir. Ama dil de bir yere/kültüre/yurda aittir; bu da hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları