Adaylar partilerinden Partiler partilerinden utanıyor
Başından bu yana izliyorum. Neredeyse her dediklerini dinliyorum, yazdıklarını okuyorum.
Herkes partisinden utanıyor.
- Rozetini takmıyorum, takmıyacağım.
- Biliyorsunuz ben aslen bu partiden değilim.
- Ortak adayım ama ondan da, ondan da değilim.
- Ben tek başına müthiş biriyim.
Hatta parti bile kendisinden utanıyor.
- Rahat rahat oy verebilirsiniz. Çünkü valla billa bizim partiden değildir.
-Başkasının oğludur! :) :)
-Zaten onun için aday gösterdik!
-Neden şunu göstermediniz? Size başvurmuş. Elinde çözüm önerileri varmış...
-Anketçiye sorduk, “olmaaz!! haşaa!” dedi.
-Anketçi kim?
-Para verip tuttuğumuz kişi.
-Ama şöyle de diyorlar, “kim daha çok para veriyorsa, onun adını öne çıkarıyor... hatta vaktiyle genel seçimlerde şunu bile duyduk. Biri söz verdiği parayı “anketçiye” ödeyememiş... hoop ertesi hafta yedi sekiz puan düşmüş...
Olsun kamuoyunun nabzını biz kendimiz tutamıyoruz ki... nereden bilelim... ittifaklara bile ona göre karar veriyoruz. Bastırıyoruz parayı, anketçimiz hemen açıyor kartlarını... okuyor... bize söylüyor... biz de karar veriyoruz...
-Hımmm, o mu siz mi?? Kim karar veriyor bu durumda... partide kimin olup olmayacağına, ne yapıp yapmayacağınıza... Anlaşılan anketçinin borusu! Peki, ya programınız, tüzüğünüz, siyasetleriniz, delegeleriniz, oy verenleriniz... Hepsinden önce ülkenin içinde bulunduğu durum, onun gerektirdiği siyasetler...
-Efendim, anlamadım... o da ne??
-Haklısınız, öyle bir kaygı olsa. Sıra kavgasına düşülmez; adayı beğenmedim diye çekilip gidilmezdi. Birarada tutan bir üst amaç olurdu.
HİZMETTE DEĞİL RANTTA ANKETÇİDE YARIŞ
İnanın üzülüyorum,
Keşke partiler rantta değil, lafta değil, anketçide değil; hizmette yarışsa.
Öyle uçuk kaçık yaldızlı parıltılı “proceleeer” değil.
Ben şu sorunu daha iyi çözerim, çünkü şöyle... şöyle... yapacağız... çünkü tam da o işi en iyi yapacak kişiyi aday gösterdik deseler...
Çünkü şu bakış açından hareket ediyorum, şunun için göreve adayım deseler...
Vatan için.
Halkımız için.
Birliğimiz bütünlüğümüz için.
Üretim için.
Deseler de...
Tek kalmasak!!
Dilimin zenginliğine kurban!
Daha fazla
Türkçemizdeki en uzun sözcük, “Muvaffakiyetsizleştiricileştiriveremeyebileceklerimizdenmişsinizcesine”ymiş.
Biz gördüğünüz gibi biraz daha uzatmış olduk.
DOGS OF BERLİN
Fabien Martini. Berlin’de 21 yaşında polis arabasının çarpması sonucunda yaşamını yitiriyor. Geçen yıl Aralık ayında. Ancak bir yıl sonra polisin 1.0 promil alkollü olduğu ortaya çıkıyor. Dava boyunca aile, polisin alkollü olduğunu ileri sürmüş ama kimse ciddiye almamış. “Tam tersine kızımızın adı lekelenmeye çalışıldı” diyor annesi.
Emniyet örgütüne ve yargıya ilişkin söylediklerini okusanız, neresi burası dersiniz.
Durun, ben size başka bir şey söyleyeyim.
Eğer olanağınız olursa Dogs of Berlin diye bir Alman polis dizisi var; mutlaka izleyin.
Batı’daki, hatta bal dök yala Alman efsanesinin devlet yapısında bile nasıl bir çürüme olduğuna tanıklık edeceksiniz... şaşkınlık içinde...
Ve de...
“Bizde zaten...” diye başlayan tümceler kurarken düşüneceksiniz.
BEN BİLE BIRAKTIYSAM
Sigara bırakma günüymüş.
Bir işe yarıyor mu, bilmiyorum. Olsun varsın. En azından zararı yoktur.
Çok uğraştım. Yıllarca.
Evde bir Norveçli konuğumuz aile vardı. Sigara içiyor musunuz diye sordum. “Yok, ben içmiyorum. Kocam da bırakıcı...” demişti... Aynen ben de öyleydim “bırakıcı”! Kim bilir kaç yıl. Hastaneye bile gittim. Utanarak. Sen! Şule Perinçek! Utanmıyor musun! İradenle bırakamıyor musun!... diyerekten,
Mide ameliyatı oldum, hafifçe ayıldım. Kız kardeşim odadan dışarı çıktı. Heralde dedim sigara içmeye gidiyor. Tekrar uyumuşum. Bir uyandım ki elim ağzımda sigara tutar gibi... Yok artık!
Akşam bir kriz geçirdim. Kalp sandılar bir telaş filan... neyse anlaşıldı ki sigaranın marifetleri. Üniversite hastanelerini bilirsiniz. İlkönce talebeler, asistanlar, doçent gelir. En sonunda hoca vizitte. Ameliyatımı yapmış. Doçenti onun yanında bana dedi ki, “Eh artık akşam ki o kadar sıkıntıdan sonra sigarayı bırakırsınız herhalde...” Hocayı biliyorum. Beklediğim yanıtı verdi: “Hiç de öyle kolay bırakılmaz...”
Dedim ki... “iyi doktor, halden anlar...!
Eve geldim, Can daha çok küçük. Ötekiler büyüdü, siyasi ve toplumsal tercihleri oluştu ama Can’ın bana ihtiyacı var. Arkamda öyle barlarda sazlarda yıkılan bir çocuk bırakmak istemem. En azından kişiliği oluşana kadar yanında olmam gerekir.
Elimdeki yarım sigarayı söndürdüm. Paketi verdim.
-Ben sigarayı bırakıyorum.
Türkiye’nin derdi hiç bitmez. Aydınlık’ınki ise cabası. İşe başladım. Yok para, yetti yetmedi... derken yeniden bir nefes iki nefes başladık yeniden.
Son bırakışım. Silivri günleri, Doğu Perinçek içeride, Memo içeride, çamaşırı, kitabı... Parti var, Ulusal Kanal var... Aydınlık, Atatürk’ün Bütün Eserleri,... oraya koş buraya koş... baktım nefesim yetmeyecek... Oysa koşmam lazım... Levent Kırca ve oğlu Oğul’un önerisi... Ek bir yardımcıyı iki buçuk ay kullandım. Küt dedim bıraktım. Daha doğrusu bilgisayardan o programı silmişim anlaşılan. Ne dilimde ne aklımda... İşte saçıma şöyle iyi geldi, cildim böyle merdiven öyküleri yok! Ya da nefret ve dayanılmaz gıcıklıkta “üf koktu” düşmanlığı, pencere açma saldırganlığı ve içene kan kusturma intikam savaşları... Yok. Sanki 41 yıldır içen ben değilim. Çıkıp gidiverdi yaşamımdan. Ben bile şaşırıyorum, anımsayınca.
Diyorum ki, ben bile bıraktıysam herkes bırakır.
O kadar diyeyim.
KÖTÜSÜN KÖTÜ KAL
Bir arkadaşımız “Gaziler Türk Milletiyle birlikte FETÖ tertiplerine karşı Silivri zindanına dayanırken Fethullah Gülen’e övgüler düzenler, şimdi en büyük FETÖ karşıtı kesildi” diye yazmış. Elbette gazilerimize sözümüz yok. Onlar bırakın Silivri tutukevinin kapısına dayanmayı canlarını, kollarını, bacaklarını bile gözlerini kırpmadan vermek üzere gerici ve bölücü teröristlerin karşısına dikildiler.
Ama şu mantığı gerçekten anlamakta zorlanıyorum.
FETÖ’ye övgüler düzenler, Fethullahçı Terör Örgütü’nün saflarında kalıp oradan ateşe devam etselerdi daha mı iyiydi?
FETÖ’den canı fena yananlar inanın öyle düşünmüyor. Eskiden övgüler düzenlerin şimdi “karşıt kesilmelerini” elbette yeğliyorlar. Karşıtlıklarında samimiler mi değil mi, şu nedenden mi bu nedenden mi tartıya vurmaya ihtiyaç duymazlar! Daha çok... daha çok karşı olun... gerçekten karşı olun... derler!
İşledikleri suçların cezasını çekmeliler orada bir tartışma yok.
Ancak kör bir intikam peşinde de değiliz...
“Kötüsünüz kötü kalın” demek milletimizin yararına mıdır?
Kişisel tatminin ötesinde bir işe yaramaz.
Millet batsın, ben çıkayım, yüreğim ferahlasın demek olur.
DİKKAT DİKKAT
Yaşamda öyle bir şey olur mu?
Masallarda olduğu gibi... Sihirli değneği bir dokundurursunuz balkabağı birden altı atın çektiği bir araba olur...
Ya da uyuyan güzele prens bir öpücük kondurur, yıllar sonra prenses gözlerini açıp canlanıverir...
Kurbağa yakışıklı prens oluverir...
Hele de siyasi yaşamda... böyle şeyler olur mu?
Artık seçimlere bile katılamayan bir parti bir “eniştenin” dokunuşuyla canlanıverir mi?
Galiba “eniştenin” kim olduğuna bağlı!
Nerede yaşadığına bağlı.
Karşılığında nasıl bir bedel olduğuna bağlı.
Üç il, beş belde belediye başkanlığı olmadığı kesin.
Sessiz ve derinden. Gizli bir el.
Ne oluyor diye soralım.
Dikkat dikkat diyelim. Yine görevimizi yapalım.