Almanya’nın kalbi Berlin’de 2. gün: Pergamon (Bergama) Müzesi

Berlin’in Müzeler Ada’sındayım. Burada en ünlüsü Pergamon olmak üzere beş büyük müze var. Almanlar kendilerine ait olmayan, elde edilmiş eserlerle giderdikleri kültürel açlıklarını Berlin’de, sürgünde, beğeniye sunuyorlar. Buyurun gezelim.

Pergamon’un önünde koca panolarla duyurulan “müze onarımda” yazısına rağmen kuyruktaki insanları görünce hemen içeri giriyorum. Zeus sunağının olduğu salonun yeniden düzenleneceğini ve genişletileceğini, bizim Bergama tapınağı için arka sokakta özel bir müze açıldığını öğreniyorum. Belli ki depolar daha dolu, yeni eklemelerle o muhteşem tapınağı yeni bir sunuma hazırlıyorlar. Minareye kılıf hazırlanıyor.

Hemen “Panorama” sergisine koşuyorum. Burası Pergamon’daki onarım süresince kullanılmak üzere yapılmış yeni bir bina. Dışardan bakınca ortada bir silo gibi bir silindir var. Önce Zeus sunağının iç kısmında yer alan, antik Pergamon (Bergama) şehrinin kurucusu Telephos’un hayatını anlatan orijinal frizleri (kabartmalar) geziyorum. Sunağın terasındaki kadın heykelleri, kral büstleri, dansçılar da tüm ihtişamlarıyla burada. 2000 yıl önce yapılmış büyüleyici güzellikteki heykelleri yakından incelemek mümkün. Zeus sunağının, Olimpos tanrılarıyla devlerin savaşını gösteren dış cephe frizleri ise dijital teknolojiyle sunuluyor, aslı Pergamon müzesinde onarımdan etkilenmesin diye dikkatlice korunmaya alınmış. Daha sonra 36 metre çapında, 32,5 metre yüksekliğinde ve çevresi 113 metre olan dev metal silindirin içine giriyorum.

SİLİNDİRDE BERGAMA

Burası bir sergi salonu. Resimlerle, ışık ve ses oyunlarıyla Bergama Akropolü, tapınak ve şehir 2000 yıl önceki haliyle öyle müthiş bir şekilde canlandırılmış ki adeta bir zaman yolculuğuna çıkıyorum. Silindirin çeperindeki 3120 metrekarelik alan, yani ortada durduğunuzda etrafınızdaki 360 derecelik alan, 3 boyutlu olarak resimlenmiş. 35 ayrı şerit olarak polyestere basılmış ve birleştirilmiş resimler, İran asıllı ünlü sanatçı Yadegar Asisi’ye ait. 104 x30 metrelik bu dev eseri silindire asmak için dağcılar getirilmiş. Almanlar ellerindeki antik çağın baş yapıtının değerini öyle biliyor ki hiçbir masraftan kaçınmamışlar. Silindirin tam ortasında bu müthiş eseri farklı yüksekliklerde izlemeyi sağlayan bir merdiven ve 3 ayrı seyir terası yapılmış. Şehri, doğayı, insanları izleyerek merdivenleri tırmandıkça tapınağa yaklaşılıyor.

Gün doğarken horoz sesleri ve kuş cıvıltılarıyla birlikte yavaş yavaş uyanıyor Bergama şehri. Konuşmalar, su şırıltısı, müzik, hayvan sesleri derken gün batıyor, insan sesleri giderek azalıyor. Ara sıra duyulan baykuş sesleri dışında vadiye derin bir sessizlik ve karanlık çöküyor. Duvardaki resimler öylesine canlı, sahneler öylesine gerçek ki hangi detaya bakacağımı şaşırıyorum. Nehirde yıkananlar, çamaşır yıkayanlar, çocuğunu emziren kadınlar, bir köşede şarap içenler, kale duvarının kuytu bir köşesinde sevgililer, meydanda etleri kesen kasap, filozoflar, kumarbazlar, karanlık tipler, tarlalarda çalışanlar ve tabii hayvanlar. Bir şehir yaşantısında aklınıza ne gelirse hepsi orada. Her katta gördüğüm detaylar farklılaşıyor, en üst kata 15 metreye çıkınca sanki Zeus sunağının içinde gibiyim ve artık Bergamalıyım. Bir köşeye de ben ilişmek istiyorum ama Pergamon’a dönmeden kazıları anlatan fotoğrafları görmeliyim.

HIRSIZLIĞIN İLANI

Kazıların nasıl yapıldığını anlatan fotoğraflara bakıyorum. Carl Humann nasıl da mutlu pozlar vermiş! Bergama-Dikili yol yapımı için 1864’te işe alınan, Osmanlı memuru Alman mühendis Humann! Veremden kurtulmak için geldiği Sisam adasında “Hera” tapınağını kazan Alman’dan işi öğrenmiş. Bu yüzden yol kazarken ne çıkardıysa toplamış. Yetmemiş, dağı bayırı gezip bulduğu her şeyi depolamış. Kazmayı vurunca tarih fışkıran topraklarımız olduğunu hemen anlamış. Öyle bir dönemden bahsediyoruz ki tercümanından konsolosuna, devlet memurundan Osmanlı’nın kendi elçisine kadar ortalık hain ve çıkar peşinde koşanlarla dolu. Kim neyi kaparsa onun oluyor!

Humann 1864’ten ilk resmi iznin alındığı 1878 yılına kadar tam 14 yıl boyunca izinsiz olarak Bergama Kalesini, Akropol’ü kazmış, ne bulduysa hemen Berlin’e göndermiş! Hatta göndermediklerini de Almanların İzmir konsolosunun evinde depolamış. 1878’de onları da İzmir’den gemiyle göndermiş. Resmi izni aldıktan sonra Bergama Kalesine ilk(!) kazmasını Kayzer Wilhelm II adına vurmuş. Tabii resmen izin demek, çıkan malların paylaşımı demek o zamanki yasaya göre. Ama paylaşmak isteyen kim, Almanlar hepsini götürmek istiyorlar. Sonunda anlaşmışlar. 1878-1879’da 20 bin mark karşılığında Osmanlı hükümeti Bergama Kalesinden çıkanların hepsinin Berlin’e taşınmasına izin vermiş. Pergamon müzesindekiler parayla satın alındı diyenler var, hatta yazmışlar eserlerin altına, peki 14 yıl boyunca çalınanlar nerede? Sadece Bergama’dan değil tüm Anadolu ve Ortadoğu’dan çalınan eserler var. Belli ki dönemin yeni emperyalist yıldızı Almanlar, tıpkı Fransızların Louvre, İngilizlerin Britanya Müzesi gibi çoğu çalınarak edinilmiş bir kültür tarihi müzesine sahip olmanın çaresini Osmanlı topraklarını talan etmekte bulmuşlar. Çalıntı eserlerin hepsi geri verilmeli !

PERGAMON MÜZESİ

Şimdiki 3 kanatlı bina 1930 yılında açılmış. Aynı çatı altında “Antik Eserler Koleksiyonu”, “Ön Asya Müzesi” ve “İslam Eserleri Müzesi” barınıyor. Burada 6000 yıllık eşsiz benzersiz nice kültür hazineleri sergileniyor. Almanlar kendilerine ait olmayan, elde edilmiş eserlerle giderdikleri kültürel açlıklarını Berlin’de, sürgünde, beğeniye sunuyorlar. Buyurun gezelim.

İŞTAR KAPISI

Pergamon Müzesi’nin Zeus Sunağı’ndan sonraki zenginliklerinden biri de ünlü “İştar Kapısı”. İştar bir tanrıça. Afrodit, İnanna gibi aşk ve güzellik tanrıçası ama biraz daha fazlası. İştar orduların koruyucusu, kandan korkmuyor, bu yüzden simgesi de aslan. Hitit saldırılarıyla yıkılan Babil medeniyetinin yerine yaklaşık bin yıl sonra kurulan yeni Babil hükümdarlığında, kral II. Nebukadnezar tarafından M.Ö 575 yılında, eski görkemli günleri yaşatmak adına, şehre arka arkaya iki girişi olan bir kapı ve bir de tören yolu yapılır. Kapılar, korkuyla karışık sevgi ve saygıyı göstermesi için, tanrıça İştar’a adanır, Tören yolunun iki yanı birer ayağını kaldırmış aslan heykelleriyle donatılır, düşmanlara korku salsın, dostlara güven versin diye. Fırat nehrinden alınan topraklar pişirilir, suyun rengi verilir. 12 metreden yüksek dev kapılar turkuaz-su yeşili sırlı tuğlalarla bezenir. Üzeri kahverengi ve sarı tonlarında boğa, muşuşu ve çiçek kabartmalarıyla süslenir. Boğa, fırtına ve bereket tanrısı Adad’ın kutsal hayvan. Ejderha kafalı, kartal gibi arka ayakları, aslan gibi ön ayakları, yılan gibi kuyruğu olan muşuşu ise Babil’in baş tanrısı Marduk’un kutsal hayvanı. İştar kapısı bereketli Mezopotamya medeniyetine ve oradan da dünyaya açılan bir kapı olur. Şehre dışardan gelen bu muhteşem kapıları ve Babil kulesini görür.

Alman arkeologlar Bağdat civarındaki kazılarına 1899 yılında başlar. Toprak altından çıkardıkları kapı dahil çoğu yıpranmamış parçalar numaralanıp, sandıklara doldurulur. I. Dünya Savaşı başlayınca kazılara ara verilir. İngilizler bölgeye el koyar ama Almanlar can düşmanlarıyla anlaşarak çıkardıkları her şeyi Berlin’e taşırlar. Savaş bittiğinde Osmanlı gibi Almanlar da biter. Bu defa Amerikalılar ve İtalyanlar yağmaya başlar. Asur ve Mezopotamya medeniyetlerinden kalan ne bulurlarsa yükler, sürgüne gönderirler. Hatta Almanların sandıkları yüklediği bir gemiye Portekizliler bile el koyuverir. Sanki yağma Hasan’ın böreği!

İştar kapısı yıllar sonra, 1980’de Saddam Hüseyin tarafından yeniden canlandırılır. Kapının aslının olduğu yere de “çalınmadan önce burada böyle bir dünya harikası vardı” tabelası asılır. Hatırlayın Irak’ı işgal eden Amerikan askerlerinin önünde en çok poz verdiği yer, sahte İştar kapısıydı. Amerikalılar antik kent alanına askeri üs kurarak Asur medeniyetlerden geri kalan her şeye büyük zarar verdiler, dünyanın gözünün önünde Bağdat müzelerini yağmaladılar, o zamanki Savunma Bakanı Rumsfeldt “olur böyle şeyler” dedi.

MİLET KAPISI

İşte eşsiz bir eser daha! 12 İon kent devletinin en ünlüsü Milet’te, M.S. II. yüzyılda İmparator Hadrian zamanında inşa edilmiş mermer kapının önündeyim. Bu kapının tam adı “Milet Güney Agora Kuzey Kapısı”. Vatanı Aydın ilimizin, Söke ilçesinin Balat köyü. 16 metre yüksekliğinde ve 30 metre genişliğinde ve 1600 ton ağırlığında bir kapı. İki katlı ve üç girişi olan bu kapı Efes’teki Celsus kütüphanesini andırıyor. Alman arkeolog Theodor Wiegand tarafından 1896’da bulunmuş ve Osmanlı yöneticilerine önemsiz denilerek 1903 yılında Berlin’e kaçırılmış. Sadece kapı değil kaçırılan, bir de Miletli bir zenginin evinin tabanında bulunan Kalliope’nin oğlu ozan Orpheus’a adanmış mozaik yer döşemesi var. Kapının karşısında yerde sergileniyor.

ABDÜLHAMİT’İN HEDİYESİ

Mşatta Sarayı Ürdün’de Amman’ın güneyinde Emeviler tarafından 8. yüzyılda yapıldığı kabul edilen bir çöl sarayı. Zengin taş oymalarla bezenmiş olan sarayın güneye bakan ana cephesinde, tam 47 metre uzunluğunda ve 5 metre yüksekliğinde, asmalar, aslanlar ve kuşlarla süslü bir giriş vardı. Padişah II. Abdülhamit, 1903 yılında, bu saray girişini Kayzer II. Wilhelm’e hediye etmiş, Almanya’ya göndermiş. Evini soyan hırsıza “soyarken çok yoruldun, bu da benden sana hediye” demiş! Halbuki müthiş bir maden bulduklarının farkında olan Almanlar, Konya-Bağdat Demiryolu imtiyazını aldıklarında “Bağdat Demiryolu Kumpanyası” kurmuşlar. Hemen anlaşmaya hat boyunca arkeolojik eserler aramak, kazı yapmak, devlete ait toprakların mülkiyetini imtiyaz sahiplerine (kumpanyaya) bedelsiz devretmek gibi önemli maddeleri de ekleyivermişler. Davul çalarak yapacakları talanı resmi hale getirmişler ama gözler kör, kulaklar sağır olmuş!!!

HALEP ODASI

Şimdi Halep’te zengin bir tüccara ait 1601 yılında yapılmış evin bir odasındayım. Oda, tek tek sanatçılar tarafından işlenmiş ve boyanmış ahşap kaplamalarla bezenmiş. 2.60 metre yüksekliğinde 35 metre uzunluğunda bir sanat eseri. Musevi, Hıristiyan ve Müslüman kültürüne ait desenler, insan, hayvan, çiçek resimleri ve mısralar. Oda 1912 yılında Friedrich Sarre tarafından Halep’ten sökülmüş, Berlin’e getirilmiş. Sarre bir gezgin, arkeolog ve sanat tarihçi sonra profesör de olmuş. Zeus sunağını soyan Humann’ı örnek alarak başlamış işe Sarre. Ön Asya, Mezopotamya ve İran’da kazılar yapmış. Abbasi halifeliğinin merkezi Samarra şehrini talan etmiş.

1907’de yerinden sökülerek götürülen Konya Beyhekim Camii Mihrabı ve “altın kadar değerli” diyerek sunulan çiniler, halılar, kilimler, Hitit, Urartu, Asur’dan binlerce kültür hazinesi, hepsi Pergamon’da. Büyükelçisinden, yol mühendisine, profesörüne, müze yöneticisine, misyonerine kadar batılılar kültür hazinelerini talan etmeyi iş ve alışkanlık edinmiş. Peki ev sahibinin hiç mi suçu yok? Olmaz mı? Tam da bu yüzden yerlisi yabancısı halen kültür hazinelerimizi talan etmeye devam ediyor.

Sonraki Haber