Arkadaşlar dünyası ütopyası

Balkanlarda ve Anadolu’da yaşayanların arkadaşlığa dostluğa bakışında da benzerlikler var: ‘Gönülleri dostluk ateşiyle tutuşanlara ne mutlu.

Arkadaş tutkusu bende çok güçlü. Hatta senin ütopyan ne diye sorsalar, arkadaşlar dünyası yani herkesin arkadaşı olduğu bir dünya, veyahut neyi özlüyorsun, arkadaş olmayı özlüyorum derim. Benim için arkadaş kadar hayatımda güzel ve değerli bir şey yok." (1)

Uzun süredir zihnimde demlenen yazı nihayet yukarıdaki satırlardan sonra başlığına kavuştu: Arkadaşlar Dünyası Ütopyası.

Arkadaşlık üzerine çok uzun süredir kafa yoranlardan biri olarak "Adım Doğu" kitabındaki bu cümlelerden çok etkilendiğimi itiraf etmeliyim. "Adım Doğu"nun okumakta olduğunuz bu yazı gibi daha birçok yazıya esin kaynağı olacağını şimdiden söyleyebilirim.

Sokrates’in “Dostlarım, dostluk diye bir şey yoktur.” sözünü pek karamsar bulurum. Ondan daha karamsarıyla ise Yüzyıllık Yalnızlık romanında karşılaşmıştım: “İnsanın en iyi dostu, ölmüş olan dostudur.” diyordu, Gabriel Garcia Marquez. Salah Birsel de “Kurutulmuş Felsefe Bahçesi”nde şöyle der: “Para babalarının dostu vardır, cebideliklerin, adembabaların, ölüp ölüp dirilenlerin, kapı baca açık yatanların, yüreğine ateş düşenlerin, canını dişine takanların, yüzüstü bırakılanların, meydan dayağı yiyenlerin, bastıbacakların yoktur.”

ADRİEN VE MİHAİL

Arkadaşlık ve dostluk üzerine yazılmış kitaplardan en çok sevdiğim Panait İstrati’nin “Arkadaş” romanıdır. Boyutu küçük fakat büyük bir eser. Etkisi ömür boyu sürenlerden. Okurun affına sığınarak romandaki iki arkadaşı, Adrien’i özellikle Mihail’i biraz ayrıntılı ele alacağım.

Yazar, Mihail karakteri üzerinde öyle titiz çalışmış, öyle bir karakter yaratmış ki Mihail, dünyayı arkadaşlıkların dostlukların dünyasına dönüştürmek arzusu uyandırıyor insanda.

Romanya’nın Tuna kıyısında İbrail’de 1884’te doğan, Mısır, Lübnan, Suriye ve İstanbul’u, gezen yazarımız, öyle anlaşılıyor ki bu coğrafyada hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk İslam kültüründen oldukça etkilenmiş. Romanındaki insanlar nasıl da bize benziyor. Tıpkı bizim gibi az şekerli köpüklü Türk kahvesini bir bardak su eşliğinde içiyor; çay eşliğinde saatlerce sohbet ediyor. Yokluklara, acılara dayanıklı, cefakeş ve yoksul insanlar… Zorluklara sabırla direnen, kötü bir şey yaptıklarında da özeleştiri yaparak “Kimse sevmez kötülüğü. İnsan zorla sürüklenir kötülüğe.” diyen bilge insanlar.

Balkanlarda ve Anadolu’da yaşayanların arkadaşlığa dostluğa bakışında da benzerlikler var: “Gönülleri dostluk ateşiyle tutuşanlara ne mutlu. Yalnızlığı daha az öldürücü ve hayatı katlanır bir hale getiren yalnız odur.” diyen roman kahramanıyla “Sensiz dünya malı neylerim dostum” diyen Pir Sultan Abdal aynı kültür ikliminin insanları.

Arkadaş romanına dönüp dönüp bakma nedenlerimden biri bu ortak kültür olsa gerek. Mihail ve Adrien çevresinde gelişen olaylarla arkadaşlığın insan hayatındaki yerini sorgulatıyor yazar.

Adrien, annesiyle birlikte Tuna havzasında(2) yer alan İbrail’in(3) kenar mahallesinde yaşayan, kendisine rehberlik edecek birinden yoksun, esen rüzgâra kendini bırakmış yapayalnız bir gençtir. Sanki bir çölde gibi ıssızdır hayatı. Çevresindekilerin hayatla parayla ilişkileri ona ters gelmekte, sadece zengin olmak için çalışmayı, yüksek mevkilere gelmek için çabalamayı çok anlamsız bulmaktadır. Hatta zengin insanların hayatına acımaktadır. Tek derdi kafasını ve yüreğini doyurmaktır. Bu isteğini her fırsatta annesine anlatmaya çalışır, başaramaz. Çamaşır yıkayarak evi geçindiren, ele avuca sığmayan oğluna kol kanat geren annesinin tek dileği oğlunun okuyup büyük adam olmasıdır. Komşularına göre hiçbir işte dikiş tutturamamış serserinin biridir. Oysa onun özlemini çektikleri öyle masum şeylerdir ki: “Edebiyatı ve güzel sanatları sevmek; yeryüzünün güzelliklerini tatmak; insanları ezenlerin saflarında yer almamak; onun için de maddî bakımdan aza kanaat etmek; doğruluktan ayrılmamak; insanlarla kardeşçe geçinmek; iyi bir arkadaşa bağlanmak; çevresine elinden geldiği kadar iyilik yapmak…”

BÜYÜK YALNIZLIKTAN KURTULUŞ

Eski patronunun yeni çırağı Mihail’le karşılaşması Adrien’in ruhsal durumunu değiştirir. Sanki içindeki büyük boşluk dolmuştur. Üstü başı dökülen sefil görünümlü Mihail’in elinde Alphonse Dauet’in “Jack” romanı vardır. Fransızca roman okumaktadır Mihail. Adrien, kendisi gibi okuyan, düşünen, hayatı ve insanları sorgulayan bir arkadaş bulduğu için çok mutludur. Büyük yalnızlığından kurtulmuştur. Eski giysilerin içinde insanda merhamet uyandıracak kadar yoksul görünen Mihail’in ilginç bir yaşamöyküsü vardır. Altı dil bilen bu ilginç arkadaş, yalnızlığı sevmekte, insanlara oldukça mesafeli davranmaktadır. Adrien’e de başlangıçta mesafeli davranmıştır. Geçmişini, nereden geldiğini kim olduğunu herkesten saklamaktadır. Sadece Adrien’e anlatmıştır öyküsünü. Bu anlattıklarını sadece dostu Adrien’le paylaştığını başkalarının duymaması gerektiğini söyleyerek onu şöyle uyarır: “Şüphesiz, pek çok kimseler bizimle meşgul oluyorlar, çünkü basit insanların en büyük zevki başkalarının işlerine burunlarını sokmaktır, ama bir yaram olduğunu keşfetmemeleri için dikkatli davranın; yoksa derhal parmaklarını o yaraya sokmak için üstüme atılırlar.”

Varlıklı bir ailenin çocuğu olmasına rağmen gurbette zorluklarla dolu bir hayatı seçen Mihail’in sefilliği, hayat mücadelesi Adrien’i fazlasıyla etkilemiştir. Ona yardım etmek ister. Mihail ise Adrien’in bu yaklaşımından tedirgin olur, onu dostça uyarır:

"... Bir insana isteyip istemediğini sormadan zorla bir şeyler vermeye kalkıyorsunuz, buysa korkunç bir şey, çünkü insanın saydığı birinin sunduğunu alamaması elindekinin zorla alındığını görmekten bin kat daha acıdır. Buna dayanamayacağı zaman, kişiyi ta yüreğinden yaralayan şey zorla iyilik yapılmasıdır… Bir insanın elindekini zorla alabilirsin ama ona zorla bir şey veremezsin."

İki arkadaşın, günlerce edebiyat, sanat, hayat ve insanlar üzerine uzun sohbetleri olur. Bu sohbetlerde Mihail’in hayat felsefesi gizlidir: “Zihnimiz için edebiyat, kuşun kanatları vazifesini görür: Kuş hiç şaşmadan uçuyorsa, kanatları değil, keskin gözleri sayesindedir. Şiir, sakin bir saatin sarkışıdır, şiir derken, bütün yeryüzü güzelliklerini, sanatın bütün belirtilerini, insanın sevebileceği her şeyi kastediyorum. Ama ne yazık ki şarkı söyledikten sonra yaşamak da lâzımdır, yaşamaksa hayata karşı savaşmaktır.”

“Okumak nedir sizce? — Bir zevk. Petrov şaşırmıştı. Mihail devam etti: — Şunu bilin ki, sanattan herkes aynı şekilde zevk almaz. Onu, yemeği hazmetmek için bir likör gibi içenler vardır... Petrov derhal atıldı : — Ben bunlardan değilim. — Sanattan manevî bir zevk beklediğinize göre siz tabii onlardan üstünsünüz, ama buna erişmek için daha gidecek yolunuz var. — Nedir o yol? — Acıları gönül rızasıyla kabul etmek, onu âdeta bir kurtarıcı gibi çağırmak. Yalnız siz de, dostumuz Adrian da yeteri kadar çile çekmemişsiniz.”

‘BAYAĞI BİR KAFANIN ÇİRKEF KEŞFİ'

Mihail’in dünya malına, zenginliklere, paraya bakışı sıradan insanlardan çok farklıdır: “Sefil para! Hemen çıktın mı ortaya? Dostluğun ellerini kirletmeye ve seni hor gören iki adamın hayatlarını zehirlemeye hemen başladın mı? Bu yeni doğan kardeşlik yuvasına geçimsizlik kundağını sokmak, insanlar arasındaki münasebetlerde ilk ve son şart olduğunu ve elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını ispat etmek mi istiyorsun? Bayağı bir kafanın çirkef keşfi!”

Parayı sevmeyen, yoksulluğun en koyusunu yaşadığı halde içinde nefretten eser bulunmayan, elindekileri kendinden daha yoksullarla özellikle çocuklarla paylaşmaktan mutlu olan, yetingen biridir Mihail. Parasıyla malıyla mülküyle övünen fakat hayatı, adaletsizlikleri sorgulamadan yaşayanlar, Mihail’in gözünde asıl acınası insanlardır. Mihail, Anadolu’nun dervişlerine nasıl da benziyor.

Roman, arkadaşlık, hayatın anlamı üzerinde okuru derin düşüncelerle baş başa bırakarak bitiyor. Aslında zihnimizde bitmiyor…

Panait İstrati, liman işçilerini, kimsesiz çocukları, kenar semtlerin yoksullarını Mihail ve Adrien’in gözüyle aktarırken okurun kendi hayatıyla çevresindeki hayatlarla yüzleşmesini sağlıyor. Balkanların Gorki’si olarak olarak anılan Panait İstrati insanı anlatıyor. “Ben, yalnız bir şey, bir tek kardeşlik tanırım: İyilik ve kötülükte aynı duygulara tâbi olan insanların kardeşliği.” diyebilen Mihail gibi insanlara ne çok ihtiyacımız var. Onun gibi dost ve arkadaş canlısı insanlar dünyamızın tek umudu.

Herkesin arkadaş olduğu bir dünya, ütopya da olsa hayali bile heyecan verici. Böyle bir dünya için çalışanlara selam olsun!

DİPNOTLAR:

(1)Adım Doğu, Aslıhan Türel, sayfa 346, Kaynak Yayınları.
(2)Tuna havzası, bilhassa XIV. yüzyıl ortalarından itibaren de Balkan coğrafyasında hâkimiyetini tesis etmek, batı ve kuzey sınırlarında ilerleyişini sağlamak üzere, fonksiyonel olarak Osmanlı fütuhatının en stratejik hedefleri arasında yerini almıştı. Askeri ve siyasi koşullar sebebiyle Osmanlıların Tuna ve hinterlandında sağladığı hâkimiyet, sürekli ancak kontrollü bir ilerleyişle mümkün olmuştur. Nitekim kıyı hattında Kili, Tolcı, Hırsova, İbrail, İsakçı, Maçin, Niğbolu, Yergöğü, Belgrad ve Budin gibi birçok şehir, XVI. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı idaresi altına girmiş ve nihayet, Budin’den itibaren Karadeniz’e kadar Tuna Nehri üzerinde tam manasıyla bir Osmanlı hâkimiyeti tesis edilmişti. Sağladığı ekonomik katkıların yanında Tuna hattı, XVIII. yüzyıla kadar Osmanlıların giriştiği tüm seferlerde, bilhassa askeri tedarik ve lojistik üs olarak kullanılmıştı." Hakan Engin, doktora tezi.
(3)İbrail: “1538 yılındaki Boğdan Seferi’ni müteakiben Osmanlı idaresine giren İbrail, XVIII. yüzyıldan itibaren stratejik önem taşıyan kuzey ve batı sınırlarının tamamında olduğu gibi, askeri bakımdan son derece hassas bir şekilde teşkilat ve tahkimat olarak güçlendirilmiştir. Osmanlı fethini müteakiben taştan inşa edilen İbrail Kalesi, XVIII. yüzyıl başlarından 1829 yılında Osmanlı idaresinden çıkana kadar cereyan eden tüm savaşlarda, Rus ordusunun stratejik hedeflerinden biri haline gelmiştir.” Hakan Engin, Tuna Savunma Hattında Bir Osmanlı İstihkamı. https://dspace.trakya.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/trakya/8053/0188073.pdf?sequence=1

Sonraki Haber