Avrupa’nın stratejik ikilemi: ABD çıkarları uğruna otonomiyi feda etmek
Geçen günlerde Avrupa Parlamentosu'nda bir çarpışma yaşandı. Çarpışmanın sebebi, Avrupa halklarını Washington’un Ukrayna'daki stratejik ve jeopolitik çıkarlarının sunağında kurban etmeyi seçen bir yönetici sınıf.
Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, Macaristan'ın AB dönem başkanlığının önceliklerini özetlemek üzere yaptığı konuşmada Ukrayna hakkında şunları söyledi: “Macaristan'da bir söz vardır: Kazanmak istiyorsan, kaybettiğini kabul edecek cesarete sahip olmalısın. Ukrayna'da kaybediyoruz ama siz böyle değilmiş gibi davranıyorsunuz. Eğer kazanmak istiyorsak, başarısız stratejimizi değiştirmeliyiz. Düşünmemizi öneriyorum. Diplomatik faaliyet ve doğrudan ya da dolaylı iletişim olmalı. Çatışma uzadıkça daha fazla ölüm, binlerce ölüm olacak. Bu strateji barış getirmeyecektir. Ateşkes için harekete geçmelisiniz.”
Bu barış ve sağduyu sözlerinin karşısına, son kullanım tarihi geçmiş bir “Rusya’ya karşı savaş” tutumuna çaput bağlamış Ursula von der Leyen çıktı. Von der Leyen savaşın Avrupa’da yarattığı sonuçlara ve Rus birliklerinin savaş alanındaki ilerliyor olmasına rağmen, Orban’a karşı şunları söyledi: “Dünya Rusya'nın Ukrayna'daki vahşetine tanık oldu. Ancak hala savaşı işgal edene değil, işgal edilene yükleyenler var. Putin'in güç hırsını değil, Ukrayna halkının özgürlük arzusunu suçlayanlar var. Merak ediyorum, 1956'daki Sovyet işgali nedeniyle Macarları suçlar mıydık? Ya da 1968'deki baskı için Çekleri? Ya da 1991'deki baskılar için Litvanyalıları? Avrupa'da farklı tarihlere ve dillere sahip olabiliriz ama barışın teslimiyetle eş anlamlı olduğu bir dil yoktur.”
AVRUPA SAVUNMASININ JEOPOLİTİĞİ
Gerçekte, Avrupa savunmasının gerçek jeopolitiği diye bir şey yok. Sadece kâğıt üzerinde var. Çünkü Avrupa Savunma Fonu veya Ukrayna Yardım Fonu gibi Avrupa'nın askeri bağımsızlığını destekliyor gibi görünen her girişim aslında NATO'ya ve dolayısıyla AB'nin askeri kararlarına hâkim olan ABD'nin stratejik çıkarlarına tabidir. Avrupa ortak savunmasının bu görünürdeki güçlendirilmesi, stratejik kararlar üzerindeki tam kontrolü sürdüren ABD'nin ekonomik yükünü hafifletmenin bir yolundan başka bir şey değil. Bu senaryoda Avrupa kaynakları, Avrupa halklarının çıkarları doğrultusunda değil, ABD'nin hedefleri doğrultusunda askeri kapasitenin güçlendirilmesine yönlendirilmekte. Bu çerçeve, sadece özerk bir Avrupa savunması fikrine ihanet etmekle kalmıyor, aynı zamanda AB'nin iç istikrarını da riske atarak refahı ve toplumsal uyumu maliyetli ve zoraki bir askerileşmeye feda ediyor.
NATO aracılığıyla ABD'ye sıkı sıkıya bağlı olan Avrupa'nın, bağımsız bir dış politika ve savunma politikası izleme iradesi ya da kapasitesinden yoksun olduğu görülmektedir. Her özgürleşme girişimi, ABD direktiflerine uyma ihtiyacıyla boğulmakta ve Avrupa hükümetlerini, vatandaşlarının milli ve kolektif çıkarlarını baltalayan bir itaat pozisyonunda bırakmaktadır. Bu bağlamda, Ukrayna'daki savaş mükemmel bir katalizör haline geldi.
AVRUPA SAVUNMA FONU
2017'de başlatılan ve 2021-2027 bütçesinde genişletilen Avrupa Savunma Fonu (EDF), artan güvenlik tehditlerine karşı stratejik bir yanıt olarak sunuluyor. Ancak gerçekte, daha çok ABD'nin NATO'nun Eski Kıta'daki maliyetlerini hafifletmenin bir yolu gibi görünüyor. Yaklaşık 7 milyar avroluk bir bütçeye sahip olan EDF, yeni askeri teknolojilerin araştırılması ve geliştirilmesinde üye ülkeler arasında işbirliğini teşvik etmeyi amaçlıyor.
EDF hibeleri, araştırma maliyetlerinin yüzde 100'üne ve geliştirme için yüzde 20'ye kadarını karşılayarak Avrupa savunma sanayileri arasında ortak projelerin oluşturulmasına yardımcı oluyor. Peki bunun, neoliberalizm tarafından halihazırda hırpalanmış olan Avrupa refah sistemi üzerindeki etkileri nelerdir?
UKRAYNA YARDIM FONU
Sözde “Rus işgali” bahanesiyle Avrupa Birliği, Kiev rejimine askeri destek ve ekonomik yardım sağlamak amacıyla Ukrayna Yardım Fonu'nu (UAF) kurdu. AB, Rus birlikleri savaş alanında ilerlerken Ukrayna'nın ıstırabını uzatmak amacıyla bugüne kadar 50 milyar avronun üzerinde bir kaynak tahsis etti. Ancak savaş sonrası yeniden yapılanmanın maliyeti 600 milyar avroyu aşabilir ve üye devletlerin bütçeleri üzerinde daha fazla baskı yaratabilir.
UAF'nin finansmanı, üye devletlerin gönüllü katkıları ve AB bütçesi de dahil olmak üzere çeşitli kaynaklardan sağlanıyor. Bu finansman, pek çok Avrupa ülkesini harcama önceliklerini yeniden gözden geçirmeye zorladı, ki bunlar muhtemelen kamu hizmetleri ve sosyal harcamalarda kesintilere yol açacak.
MİLİTARİZASYONUN TOPLUMSAL MALİYETİ
Savunmaya artan odaklanmanın Avrupa refahı için önemli bir maliyeti oldu. Ukrayna'ya askeri destek telaşındaki hükümetler, sosyal ve sağlık harcamalarında kesintiye gitmeyi düşünüyor. Fransa'dan çarpıcı bir örnek: Michel Barnier liderliğindeki merkez sağ hükümet, ciddi boyutlara ulaşan ulusal borç ve bütçe açığına yönelik ciddi bir kemer sıkma bütçesi uygulamaya koydu. Plan, üçte ikisi harcama kesintilerinden ve üçte biri vergi artışlarından gelmek üzere 2025 yılına kadar 60 milyar avroluk tasarruf yapmayı hedefliyor. Fransa'nın borcu, askeri harcamaların artmasıyla daha da kötüleşti: Ön görülene göre 2024 yılında 47 milyar avrodan 2025 yılında 50,5 milyar avroya.
Almanya gibi ülkelerde savunma bütçesinin arttırılması yönündeki baskılar, bir siyasi sınıf tarafından körükleniyor. Ancak Almanya şu anda resesyonda ve “Avrupa'nın yeni hasta adamı” olarak tanımlanıyor. Ekonomisi Rusya'ya karşı yaptırımların, yüksek enerji maliyetlerinin ve yeni askeri harcamaların yükü altında. Sosyal hizmetlerde yapılması muhtemel kesintiler, Almanlarda endişeye yol açıyor.
SAVAŞ VE AVRUPA'NIN ÇIKARLARI
Rusya’yla çatışmanın devam etmesi sadece Doğu Avrupa'yı daha da istikrarsızlaştırmakla kalmaz, aynı zamanda AB içindeki gerilimleri de arttırır. Avrupa'nın artan militarizasyonu, onu ABD'nin stratejik çıkarlarına giderek daha bağımlı hale getiriyor.
Almanya bu konuda sembolik bir örnek teşkil ediyor: Tarihsel olarak pasifist bir ülke olan Almanya, şimdi kendisini diplomasi ve uluslararası işbirliğinin temel ilkelerinden uzaklaştırabilecek hızlı bir askerileşmeye içinde. Bu dönüşüm, Avrupa'nın kendi değerleri ve çıkarlarıyla gerçek anlamıyla uyumlu bir güvenlik politikasını nasıl kurabileceğine ilişkin soruları gündeme getiriyor.
Avrupa'nın askerileşmesi ve Ukrayna'nın can çekişen rejimine verilen askeri desteğin artması, propaganda edildiğinin aksine bir dış saldırıya verilen yanıt değil, Avrupa vatandaşlarının barış ve istikrar ihtiyacını göz ardı eden emperyal bir mantığın sonucudur.
Bu nedenle Avrupa, çatışmaların çözümünün güç kullanımında yattığı fikrini terk etmelidir. Diyalog, diplomasi ve uluslararası işbirliğine dayalı bir dış politika, küresel güçlüklerin üstesinden gelmek için elzemdir. Pasifist bir yaklaşım hem AB içinde daha fazla istikrarı getirir, hem de çok kutupluluğa geçiş aşamasında Rusya ve diğer küresel güçlerle daha yapıcı ilişkiler kurulmasına yardımcı olur. Fakat Avrupalı elitler, Avrupa'nın giderek çok kutuplu hale gelen dünyada, kendini özerk bir güç olarak kurmak için tarihi bir fırsata sahip olduğu bir dönemde, ABD’nin dayattığı savaş söyleminin yanında yer almayı seçerek tehlikeli bir yolda ilerliyorlar. Dolayısıyla mevcut AB’nin misyonu açık görünüyor: Avrupa'yı ABD'nin demir yumruğu altında tutmak ve uluslararası sahnede özerk ve saygın bir güç olmasını engellemek.