Ben hayatta en çok babamı sevdim
Sinan Hocam, kağıt üstünde olmasa da 1975’ten beri parti üyesiydi. Halkın Yolu’dan partiye katılanlardan. Bu kısım önemsizdi gerçi, nasıl Aydınlıkçı olduğunu anlatırken kullandığı bir giriş cümlesiydi. Çünkü Aydınlıkçı olmak her şeyin üstündeydi. Aydınlıkçı olmaktan gurur duyardı. Hayatı boyunca pa
Babanızı seversiniz, kız çocukları babalarını sever ancak babanız devrimciyse en çok onu seversiniz. Devrimci insan, gerçeğin bilgisine bilimle ulaşır, öğrenendir. Maddeyi iyi tahlil eder. Öğrenmek yetmez başkalarını da aydınlatmak gerekir, öğretendir. Doğru bildiğini söylemekten çekinmez gözü pektir; korkusuzdur. Önüne koyduğu hedeflerde sapmasızdır. Ülkesinin bağımsızlığını savunur. Örgütlüdür. 1919’larda Mustafa Kemal’in yol arkadaşıysa şimdi Doğu Perinçek’in yoldaşıdır. Yani Aydınlıkçıdır. İşte canım babam, Sinan Özkara da o Aydınlıkçı babalardan.
Ben de Aydınlıkçıyım, ama şunu söyleyebilirim ki Aydınlıkçı anne-babanın çocuğu olmak hiç de kolay değildir. Çünkü eviniz parti okulu gibidir. Geceniz gündüzünüz bilimle, siyasetle, örgütlenme çalışmalarıyla geçer. Bazen hüzünlüdür. Ölümler, hapisler. Diğer yandan çok güzeldir. Evde şarkılar türküler hiç susmaz. Yeni çıkan kitaplar ilk sizin eve girer. Dünyanızı bilim, sanat, felsefe donatır.
Daha beşikte başlar eğitim, ama ilk başlarda şarkılarla türkülerle… Sinan Hocam da şarkılarla, türkülerle uyutmuş beni. “Bak şu bebelerin güzelliğine/ kaşı destan gözü destan”… Acıyı Bal Eyledik sizin ninniniz olur. Babam öyle güzel türkü söylerdi ki… Çalıştığı her okulda koro çalıştırır, okul bahçesinden Türkiye’nin en seçkin bestecilerinin şarkıları yankılanırdı.
Köy öğretmeniydi babam. Hep uzak köylerde çalıştı. Bazen uydurma siyasi soruşturmalarla sürgüne gönderildi. Daha da uzak köye, kuş uçmaz kervan geçmez. Öğrenci var ama okul yok. Haydi, bir göz odayı sınıf haline getirdin, sıra yok, defter yok, kalem yok. Çocuğun ayağında ayakkabısı yok. Sinan Hocam alırdı bütün ihtiyaçları. Alınanı verileni söylemek ayıptır ama babamın da parayla ilişkisi ihtiyaca yönelikti zaten. Ha kendi ihtiyacı ha bir başkasının. Parası varsa esirgemez, harcardı. Örgütlüydü, bir programa inanırdı. İktidar olmamız lazımdı ki okulsuz köy kalmasın, karnımız tok, sırtımız pek olsun. Anlatırdı: Kemalist Devrimi tamamlayacağız, hatta daha da ileriye taşıyacağız. Bir de “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi”…
MACERACILIĞA KARŞIYDI
Biz büyüdükçe eğitimlerin rengi de değişti. On dört yaşındaydım, elimde Platon’un kitabını görünce (Ne yalan söyleyeyim on dört yaş Platon okumak için hiç de uygun bir yaş değildir.) felsefe anlatmaya başladı Sinan Hocam. Diyalektik materyalizmi anlattı ilk önce. Babam anlattığı için midir bilmem materyalizmi anlamıştım. Aynı sene Enternasyonal Şenliğe götürdü beni, 1995’teki parti kongresinin son günü. Marşlar söylenirken benim havaya kalkmış sol yumruğumu yavaşça indirdi, sağ yumruğumu kaldırdı. Maceracı her tavra, her söyleme çok sinirlenirdi.
O yıllarda babam hala öğretmenlik yapıyordu. Memurların parti üyesi olması yasak. Bilinirdi elbet. Sinan Hocam, kağıt üstünde olmasa da 1975’ten beri parti üyesiydi. Halkın Yolu’dan partiye katılanlardan. Bu kısım önemsizdi gerçi, nasıl Aydınlıkçı olduğunu anlatırken kullandığı bir giriş cümlesiydi. Çünkü Aydınlıkçı olmak her şeyin üstündeydi. Aydınlıkçı olmaktan gurur duyardı. Hayatı boyunca partiye, önderliğe güvenmeyi, parti disiplini dışına çıkmamayı öğütledi herkese. Parti ortak aklımızdı. Başlardı şiir okumaya “İki gözün varsa senin, binlerce gözü var partinin, her yoldaşın bildiği kendi kenti, beş kıtanın beşini de biliyor parti…” Parti kuşkusuz araçtı. Aydınlıkçılar zaten partisiz kalmaz. Asıl mesele programdı. Gittiği her yere parti program ve tüzüğünü götürürdü. Cebinde bir de Mao’nun “Liberalizmle Mücadele” başlıklı yazısı bulunurdu. Ben de hala taşırım.
Babam, yirmi iki sene önce kansere yakalandığında emekli de oldu. Artık resmen parti üyesiydi. Göstere göstere. “Devrimi görmeden ölmeyeceğim” dedi. Hastalığı defalarca nüksetti, inat etti, kurtuldu. Görev adamıdır Sinan Hocam, öyle hemen ölmek var mıydı? Yapılacak işler vardı. Bize de öğüt verirdi: Görevden kaçmayın, yapabileceğiniz görevlere talip olun.
Aydınlık Gazetesi’nin haftalık çıktığı yıllarda aramızda oynadığımız bir oyun vardı. O haftaki kapak konusu ne olacak diye tahminlerde bulunurduk. Anlatırdı yine: “Partiden çok uzakta olsan, yalnız kalsan bile bulunduğun yerde parti var demektir. O yüzden çok okuyacaksın, çok bileceksin. Maddeyi anlayacaksın.” Gerçekten iyi öğrenmişim demek ki! 15 Temmuz gecesiydi. Ankara’daydım o gün. Darbe teşebbüsü var. Daha Adnan da Genel Başkan da açıklama yapmamış. “Kalk Sinan Hocam, sırayla bir banyoya girelim. Bunlar başarılı olursa ilk bizi almaya gelirler. Hatta banyoya ilk sen gir, beni belki Ankara’da aramazlar” dedim. O gün ayrıca “önderliğe güven”, “halka güven” eğitimiydi.
Kanser sinsi bir hastalık. Tüm organları bir anda sarıverir. Sona yaklaştığını anladığı anda bile tek derdi partiydi Sinan Hocamın. Son bir ayın eğitim konusu ise özeleştiri. “Kendinizi partinin önüne koymayın. Kendinizi partiye dayatmayın. Yanlış yaptığınızda özeleştiri verin.” Son dersi bu oldu.
Canım babam, Sinan Hocam, herkesin Kara Sinan’ı 1 Şubatta “alnında güneşten tacıyla”, dergâha eğri odun taşımamanın rahatlığıyla olsa gerek, ölüme gülümseyerek gitti. Sanki çok güzel bir rüya görüyor gibiydi.
Son olarak, taziye mesajlarıyla acımızı paylaşan eş, dost, akraba ve Vatan Partisi’nin il-ilçe örgütlerine, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin kıymetli yöneticileri, doktorları, hemşireleri, hasta bakıcıları, temizlik görevlileri, güvenlik personelleri ve babamı son yolculuğuna hazırlayan hastane imamına sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.