Opera ve balede yerlilik alerjisi

Devlet Opera ve Balesi’nde milli eserlerin engellendiğini belirten Besteci Tevfik Akbaşlı, ulusal repertuvar yaratılması gerektiğini söyledi

Devlet Tiyatroları, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ile Devlet Opera ve Balesi yeni sezonu açtı. Devlet Opera ve Balesi’nin yeni sezonunu değerlendiren Besteci Tevfik Akbaşlı kurumun köklerine dönmesi çağrısında bulundu.

Devlet Opera ve Balesi’nde milli eserlerin arka plana itildiğini kaydeden Akbaşlı, “2019’dan beri çeşitli sahnelerde kapalı gişe sahnelenen Türk Opera Tarihinin ilk ve tek Atatürk Operası “Yeniden Doğuş”un, İstanbul’a, Ankara’ya bir türlü gelememesi ve son olarak İzmir’de repertuvardan çıkartılması, dahası, Genel Müdürün ve İl Müdürlerinin eseri bugüne kadar hiç izlememesi, akıllara şu soruyu getiriyor: Genel Müdürlüğün ya da Bakanlığın “Atatürk’le bir problemi mi var?” ifadelerini kullandı.

Akbaşlı’yla hem Atatürk operasına neden yer verilmediğini hem de Türkiye’deki medeniyet tartışmalarını konuştuk.

NEDEN ULUSAL OPERA YARATAMADIĞIMIZ ANLAŞILMALI

- Ödenekli Sanat Kurumları sezonu açtı ve tartışmalar yine başladı. Sanat kurumları kuruluş ilke ve hedeflerinden koptu mu?

Opera ve Bale’de 30 yıla yakın fiilen çalışmış, tamamı kapalı gişe oynayan 4 Opera, 1 Bale, 1 Çocuk Müzikali yazmış bir besteci olarak söyleyebilirim ki, kısa dönemler dışında Opera Bale, kuruluş ilke ve hedeflerinin yakınından bile geçemedi. İlk dönem, 90’ların başında Sayın Erol Gömürgen dönemidir. “Türk Bestecilerine açık çek veriyorum, yazdığınız her eseri değerlendireceğim” diyerek pek çoğumuzun bestecilik macerasına vesile oldu. Bir yılda 10’dan fazla yeni eser yazıldı, oynandı, bazıları çok da başarılı oldu. Sonra Sayın Murat Karahan dönemi. Kendisi yaşayan Türk Bestecilerini toplayarak Ulusal Repertuvarın envanterini çıkarttı, “Dünyada Türk Opera Markası” hedefini ilk kez telaffuz etti ve 4 büyük Türk Operasını hayata geçirdi. Ayrıca İzmir Opera Müdürü Sayın Aytül Büyüksaraç’ın Türk Opera Balesine güçlü inanç ve desteğini hatırlatmak isterim. Umarım bir gün anılarımı yazar, yerli eser düşmanlarını belgeleriyle, tek tek ifşa etme fırsatı bulurum. Müzik Tarihçileri ve halk, bu süreci doğru okumalı; yani yapılan bunca masrafa, 6 Opera kurumuna ve bu kadar kalabalık bir kadroya karşın, neden hala evrensel arenada kendine yer bulabilmiş Ulusal bir Opera ve Bale yaratamadığımız konusunu herkes doğru anlamalı.

ÖNCELİKLİ GÖREVİMİZ ULUSAL REPERTUVAR YARATMAK

Aslında organize bir amaç yok. Ulusallığa ve Milli olmaya karşı içgüdüsel bir karşı koyma var. Konservatuvar eğitimi Batı müfredatı ağırlıklıdır. Öğrencilerin kendi müziğine, kültürüne yoğunlaşması beklenmez, yoğunlaşan da pek sevilmez. Bu camianın ideolojik kökleri bir zamanlar Caz çalanların okuldan atıldığı cemaat benzeri dışa kapalı yapılanmalara kadar uzanır. O yüzden demografiyi doğru analiz etmek gerek: Az sayıda eser tanıyarak mezun olmak, sonrasında temcit pilavı kaşıklar gibi yine o eserleri icra etmek, zaman içinde akraba evliliğinin dar gen havuzunda sıkışmış kusurlu hücreler gibi, ciddi bir vizyon eksikliğine, sanatsal algı zafiyetine sebep olabiliyor. Siz eğer ülkenin sadece bir sokağında yaşar, o sokağın hiç dışına çıkmazsanız, ne o şehri, ne de o ülkeyi tanıyamazsınız. Müzik de bir ülkedir. Opera Bale, bu yüzden hem repertuvar, hem kültür, hem de sanatsal vizyon açısından, yerli - yabancı eser dengesini koruyan, sürekli yeni yazarlar, eserler tanıyan Tiyatronun çok gerisindedir. Dolayısıyla, Ulusal Kültür adına parmağını bile oynatmamayı normal kabul etmiş, Batı eserlerini icra etmeye çalışması karşılığında Devletin ömür boyu kendisine bakmak zorunda olduğuna inanmış bir meslek grubuna, yüksek ideallerden, Ulusal Repertuvardan, misyondan, vizyondan söz ettiğinizde size şöyle bir bakacak ve hemen “peki buradan bana ne çıkar?” diye soracaktır. “Pastadan bana, eşime dostuma bir dilim çıkar mı, kendimi nasıl gösteririm?” Asıl konu daima budur. Çünkü yeni eser öğrenip, zahmete girip, daha çok seyirciye, geniş halk kitlelerine ulaşarak o pastayı büyütmek yerine, aynı bayat eserlerle var olan o küçük pastayı sürekli talan etmek çok daha kolaydır. “Elinde çekiç olan her şeyi çivi sanır” derler ya… Eğitim süresince yerleşen bu gerçeklik duygusu kaybı, özünde Doğulu bir toplumda, yaşam boyu sürecek bir “Batılı taklidi” yapmayı “Sanat” sanma sürecine dönüşür. Çoğu kez farkına varılamayan bu toksik algı, büyük bir toplumsal izolasyon, içe kapanma ve moral bozukluğu eşliğinde, uyuşturucu müptelaları gibi sürekli aynı klişelere, sloganlara ve aynı bayat eserlere sığınma çaresizliğini besledikçe besler.

Bu kadar köşeye sıkışmış insanlara, “Haydi Ulusal bir Repertuvar yaratalım, geniş halk kitlelerine ulaşalım” dediğinizde, müptela oldukları uyuşturucu işlevindeki o küçük repertuvarı ve çok önemli bir kariyer sandıkları o son oyuncağı da ellerinden almış ve sadece onları kızdırmış oluyorsunuz. Hemen gözler patlatılarak “Sadece yerli eser mi yapalım” diye akıldışı sorular soruluyor. Öyle bir şey söyleyen yok, zaten mümkün de değil. Ama asıl görevimiz, öncelikle ve acilen bir Ulusal Repertuvar yaratmak! Taşıma suyla nafile ve çakma bir Batı medeniyeti replikası yaratmaya çalışmak değil.

- Sosyal medya hesabınızda Atatürkçü görünen ama aslında Atatürk’ü anlamamış Batıcı bir zihniyeti eleştiriyorsunuz? Bu zihniyet sanata ne kadar zarar veriyor?

En büyük zararı veriyor. Düşünsenize, Operaya mesafeli olduğu iddia edilen siyasi irade, seyirciden büyük ilgi gören bir Atatürk Operasını desteklerken, Atatürkçü geçinen Opera yöneticisi, Rus Balesi sahnelemek için, Opera tarihimizin ilk ve tek Atatürk Operasını repertuvardan çıkartıyor, inanabiliyor musunuz? 2019’dan beri çeşitli sahnelerde kapalı gişe sahnelenen Türk Opera Tarihinin ilk ve tek Atatürk Operası “Yeniden Doğuş”un, İstanbul’a, Ankara’ya bir türlü gelememesi, ve son olarak İzmir’de repertuvardan çıkartılması, dahası, Genel Müdürün ve İl Müdürlerinin eseri bugüne kadar hiç izlememesi, akıllara şu soruyu getiriyor: Genel Müdürlüğün ya da Bakanlığın “Atatürk’le bir problemi mi var?”

Erol Gömürgen döneminde, kurum yeni arayışlara açıktı; herkes heyecanlı ve özveriliydi. Sonra ne olduysa oldu, yönetimler değiştikçe, o ateş giderek söndü. Operanın açtığı ve sonra kimseye ödül vermeden iptal ettiği bir Ulusal Beste Yarışmasına yolladığım Yeniden Doğuş operam, çok önemli bir müzik yarışmasında birinci olunca sorunun kendimde olmadığını anlamıştım ama tüm hevesim de kırılmıştı. Ulusal Repertuvar adına gerçekten ülkenin kara yıllarıydı. Müzik direktörlükleri sadece kendine çalışan yabancı sömürge valilerine teslim ediliyor, birkaç temsil sonra seyircisizlikten kalkacak eserlere inanılmaz paralar harcanıyordu. Sonradan bu insanların, bu eserleri dünyanın bir köşesinde yönetmek için ekstra iş bağladıklarını ve kısıtlı ülke kaynaklarımızı kendilerine eser prova etmek için kullandıklarını öğreniyorduk. Dilerim bir gün, tüm o eski defterler açılır ve her şey detaylı biçimde soruşturulur. 2000’lerin başında New York’ta Çağdaş Bestecilik master class ve workshop’lara katıldıktan sonra, Kültür Bakanlığından özel ödül alan Fetih adlı bale müziğini besteledim ve kurumdan ayrıldım.

Film Müzikleri yazmaya başladım, çok da mutlu oldum; çünkü Anadolu’nun dört bir yanından hayatında ilk kez Senfoni Orkestrası duymuş gençlerin mektupları, mesajları geliyordu. O mesajları okurken duyduğum gururu aldığım hiçbir ödüle değişmem. Bir Opera, Bale temsiliyle aynı kemik seyirciye temsil yapmaktansa, hayatında hiç klasik müzik duymamış milyonlara tek bir filmle ulaşmak bence çok daha büyük bir kültür hizmetiydi. Yıllar sonra İzmir Opera Müdürü Aytül Büyüksaraç’ın siparişiyle klasik repertuvara dönerek Kösem Sultan balesini besteledim, eser çok beğenildi.

Sonra Muhteşem Süleyman Operasını yarattık. Genel Müdürlük engel üstüne engel çıkardı, telif ödemedi, merdivenlere bilet satılan, ilk sezonunda onbin seyirci rekorunu kıran eserimi repertuvardan çıkardı. Müfettişler, soruşturmalar… Haklı bulundum, haklarım ödendi, eser geri döndü. Ardından bu ülke, Operanın olduğu her şehirde sadece kendi eserlerini sahneleten çok acaip bir Genel Müdür gördü.

Ben ve bütün eserlerim, 5 yıl boyunca afaroz edildik. Kendisi görevden alınıp yerine Murat Karahan gelince, 25 yıl boyunca görmezden gelinen yarışma birincisi, ilk ve tek Atatürk Operası, Yeniden Doğuş’u hayata geçirdik. Seyirci esere bayıldı, tezahüratlarla her temsilde oyun duruyor, alkışın ve çığlıkların bitmesini bekliyorduk. Karahan görevden ayrıldı, eseri anında kaldırdılar. Şikayet ettim, yeniden repertuvara koydular. Şimdi de bir Rus Balesi yapmak gerekçesiyle yeniden kaldırmaya hazırlanıyorlar. Ulusal Repertuvarımız maşallah, musluk gibi, bir açılıyor, bir kapanıyor. Süreklilik yok, strateji yok, Nepotizm had safhada. Artık sürekli Bakanlığa, Cimer’e şikayet yazmakla meşgulüm. Halk deyimiyle “Şeytan taşlamaktan tavafa vakit yok.”

‘ALTI FESTİVALDE BİR TANE TÜRK OPERASI YOK’

- Devlet Opera ve Balesi ile Senfoni Orkestralarının Ulusal Eser yaklaşımları aynı mı?

Bildiğim kadarıyla Senfoni orkestralarındaki yerli eser eksikliği daha çok telif konusundan kaynaklanıyor, yani kısıtlama ekonomik. Opera ve Baledeki gibi kasıtlı ve organize bir düşmanlık olduğunu düşünmüyorum. Bu yıl Opera Bale, tarihinde ilk kez, yerli eser düşmanlığını başka bir seviyeye taşıdı: Dördü Uluslararası, evsahibi olduğu toplam altı festivalin hiçbirine Türk Operası koymadı! Hem de İzmir’de ve Samsun’da kapalı gişe oynayan hazır eserler varken. Ne yapmak istediklerini anlamak gerçekten güç. Anlamak istiyor muyum, çok da emin değilim. Neticede, ben ve eserlerim Hancıyız, yöneticiler yolcu. Ama ödediğim vergilerle yabancı kültürlere bu düzeyde sponsor olunması ve ülke kültürünün hiçe sayılması ve halkla bu derece inatlaşılması, sadece besteci olarak değil, vergi mükellefi bir vatandaş olarak son derece ağrıma gidiyor.

Eşe dosta verilen projeler diyorsunuz. Bu iddialar her dönem gündeme geliyor. İşleyen bir çark mı var?

Var maalesef, herkes yönetime kendi ekibiyle geliyor ve o ekibe sızamazsanız, dünyanın en iyisi de olsanız, sizi bir köşede öylece bekletiyorlar. Dediğim gibi, çekiç ve çivi durum. Aslında çözüm basit: Yönetici olanların kendisine, eşine, akrabasına, yakınına rol yazması, kendi projelerini her şehre dayatması yöneticilikleri süresince yasaklansın. Bakın kimse yönetici olmak istiyor mu?

- Taşıma suyla ‘medeniyet’ olmuyor dediniz. Türkiye’nin “muasır medeniyet” için hangi adımları atması gerekir? Nasıl bir sanat politikası ve anlayışı geliştirmeliyiz?

Kurumlara kapsamlı bir idari ve sanatsal revizyon gerektiğini herkes biliyor ama herkes üç maymunu oynuyor. Yasadaki “Yöneticilerin Sanatçı olma zorunluluğu” maddesi kesinlikle değişmeli. Birisinin havada takla atabilmesi, opera bestelemesi veya bir çalgı çalması, onun iyi yönetici olabileceğini göstermez. Yöneticilik, öncelikle hedef kitle odaklı strateji, finansal farkındalık, mali disiplin, bilimsel veri odaklı analitik düşünme gibi özellikler gerektirir. “Eş, dost başrol söyleyelim, proje yapalım da isterse dünya yıkılsın” mantığı doğru değil. Bu konuda eğitim görmüş, isim yapmış profesyonellerin yönetime gelmesi şart. Bu kurumların her an “hesap sorulabilir” olması gerek. Halkın parasıyla sanat yapanlar halk için sanat yapmak ve harcadıkları kaynakları açıklamak zorundadırlar. Bütçenin neredeyse tamamı personel maaşına gidiyor. Emeklilik özendirilmeli ama olmuyorsa mazeretsiz çalışmayan, ya da az çalışan acilen re’sen emekli edilmeli. Ve asıl sorun: Herkesin aynı maaşı aldığı, rekabetin olmadığı bir yerde değil sanat yapmak, düzgün odun bile kesemezsiniz. Ama şu da bir gerçek: Sistemden beslenen, asla o sistemi değiştirmek istemiyor. Dışarıdan gelecek bir değişim hareketinin de iyi niyetine maalesef kimse inanmıyor. Çözümsüzlüğe sıkışmak çok acı ama enseyi asla karartmamak gerek, dediğim gibi her şey geçer, herkes yok olur gider ama eserler ölümsüzdür.

Tevfik Akbaşlı kimdir?

Müziğe 14 yaşında davul çalarak başladı.

Konservatuar Şan Bölümüne girdi, Şan ve Perküsyon bölümlerini birlikte yürüttü.

Şan Bölümünden mezun oldu, Opera korosunda söyledi, Amerika’da Berklee College of Music’de Perküsyon ve Kompozisyon çalıştı.

Opera Orkestrasının Perküsyon sınavını kazandı, uzun yıllar orkestrada çalıştı, 20’li yaşlarında bestelediği ilk eseri “Kutsal Sandık” Operası, repertuvara alındı ve sahnelendi. İlk kez bir Türk operasında synthesizer kullanıldı.

Birçok eseriyle birçok ödül kazandı, besteciliğe yoğunlaşmak için Operadan ayrıldı.

Çağdaş Müzik eğitimi için gittiği New York’ta komşu olduğu Woody Allen’ın yönlendirmesiyle

Senaryo yazım masterclass ve workshopları yanında, John Corigliano ve Elliot Goldenthal gibi Oscar ödüllü çağdaş bestecilerle tanışma, çalışma ve eserlerini derinliğine analiz etme fırsatı buldu.

Türkiye’ye dönünce müziğini yaptığı ilk film, o yılın gişe rekortmeni oldu. Aralarında Danny Glover, Gina Gershon, Robert Patrick gibi dünya starlarının başrolünde oynadığı New York’ta 5 Minare, Güneşi Gördüm, Çember, Mezarlık, Emanet gibi 30’a yakın büyük projenin müziklerini besteledi, orkestrasyonunu yaptı.

Opera ve Baleleri daima kapalı gişe oynadı. Muhteşem Süleyman operası Türk Opera tarihinde, ilk sezonunda 10 bin seyirci rekoru kıran ve merdivenlere bilet satılan ilk eser oldu.

Atatürk’ün Milli Mücadeleyi başlatmasını anlatan Yeniden Doğuş Operası, her temsilde tezahüratlarla kesilen, alkışların durması için dakikalarca ara verilen İlk Türk Operası oldu.

Türkiye’de ilk kez bir Belediye, Çanakkale Belediyesi, bir Türk Bestecisine Opera sipariş etti ve Troya Efsanesi, Troya yılında Troya topraklarında sahnelendi.

Sonraki Haber