Bir fotoğrafı anlamak...

Attığımız başlığı John Berger yıllar önce kitabının ismine vermiş ve bize emperyalizmin suretini göstermişti. Berger kitabında çeşitli fotoğrafları incelerken bir yandan da fotoğrafın hatta sanatın işlevini açıklıyor.

Attığımız başlığı John Berger yıllar önce kitabının ismine vermiş ve bize emperyalizmin suretini göstermişti. Berger kitabında çeşitli fotoğrafları incelerken bir yandan da fotoğrafın hatta sanatın işlevini açıklıyor. Kitapta Sebastia Salgado ile yaptığı söyleşide şunları soruyor Berger:

1) Dünyayı algılayışımızı ve tepkide bulunuşumuzu belirleyen önceliklerimiz değişebilir mi?

2) Umut hayalinin gerçek taşıyıcısı bu çocuklar, beş kıtadan bize bakıyor. Kimlerin umudunu temsil ediyor onlar?

3) Kimin kime daha çok ihtiyacı var? Onların mı bize, bizim mi onlara?

Bu sorular bugün de kendisine cevap arıyor. ABD emperyalizminin vahşeti sonucunda aç, yurtsuz ve yetim kalmış çocuklar içlerinde kimlerin umudunu temsil ediyor? Ya da biz kimlerin umudunu temsil ediyoruz? Bu sorular da kendisine her gün cevap aramaktadır.

KENDİ YÜREĞİNİN KABUĞUNDA YAŞAYANLAR

Büyük şair Nazım Hikmet “Bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar” diyor. Herhalde emperyalizmin yaratmak istediği insan tipi en iyi böyle anlatılırdı. Bir de “nohut oda” var tabii, üstelik ödüllü. Dünyanın içinde bir küçük dünya bugün öylesine pazarlanıyor ki, insan dünyanın çapının 12 milyon 756 bin olduğunu unutuyor. Bu büyüye kapıldığımızda Dünya'nın gözlerimizin açısı kadar olduğunu zannediyoruz. Şüphesiz bu kültürel pazarlama, ABD’nin bugünlerde yıkılmaya yüz tutmuş tek kutuplu dünya düzenini örgütleme aracıydı. Bir çeşit “Kendi Yüreğinin Kabuğunda Yaşayanlar Ordusu.”

Önceleri ucuz hammadde, emek sömürüsü ve denetlenebilir bir dünya pazarı isteyen emperyalizm şimdi hiçbir değeri olmayan bir insanlık istiyor. Çünkü ancak hiçbir değeri olmayan bir insan böyle bir düzene razı olabilir ya da böyle bir düzene karşı koyamaz hale gelebilir. Hatta çıkar bağları ölçüsünde savunur da.

Mesela, Ankara Güvenpark’ta, İstanbul Beşiktaş’ta ve İzmir Adliyesi’nde bombalar patlar. Bombaları patlatan PKK terör örgütüdür. Ama bu ordunun bazı mensupları terör örgütünün siyasi partisini “Ama abi 6 milyon oyu var” diyerek savunmaya kalkışır.

Mesela, söz konusu kadın hakları olunca en öndedir; ama Diyarbakır anneleri PKK’ya karşı “Başlarım sizin Kürdistan davanıza” diyerek çadır kurduğunda "onları oraya hükümet gönderdi, kurgu bunlar” diyerek aslında kendi vicdanını susturmaya çalışır. Çünkü hiç kimse bu sözlere itibar etmemektedir.

Mesela, 15 Temmuz’da Fethullahçı darbe girişimi olur, halkın büyük çoğunluğu hiçbir ayrım gözetmeden darbeye karşı durur, fakat bu ordu daha derlenip toparlanmadan komplo teorileri üretir bununla da yetinmez; FETÖ’nün sözcüleri ve dünün kumpasçıları dışarı çıksın diye Ankara’dan İstanbul’a yürür. Değersizleşenler hız kesmeden değersizliğin fenafillahına doğru devam eder.

Mesela, 23 Nisan’ın 100. yılında “Çocuk LGBTİ’ler de vardır” der ve çocuk istismarcılığı yapar. Bu iğrenç gündemi yaratanlara kalkan olur. Üstelik bunu da “ilerici,” “aydınlanmacı” sıfatıyla göğsünü gere gere yapar. Diyanet İşleri Başkanlığı buna çok haklı bir tepki verince bu sefer “Diyanet kapatılsın” der. Kendisine karşı çıkanlara da dilinden hiç düşünmediği "gerici" yaftasını yakıştırır. Oysa o Diyanet’in Cumhuriyet devriminin bir kazanımı olduğunu düşünmez.

Mesela, Koronavirüs salgınına karşı tüm dünyaya örnek olacak bir mücadele verilir. Bütün millet yine kenetlenir ancak bu ordu tam tekmil bağrını döve döve yakınır. Bir kez olsun bir sorunun çözümüne dair öneride bulunayım demez. Yalnızca ağlar, sızlar... Kendi Kabuğunda Yaşayanlar Ordusu “ağıtçı”dır. Sodom’un yıkılışına ağıtlar yakar. Peki özgürlük Sodom’da mıdır?

Aziz Nesin’in Zübük romanından sık sık bahsedilir. Roman genellikle iktidar partileri eleştirilirken kullanılır. Çünkü başkarakter olan Zübükzade İbrahim rantçı, vurguncu düzenin temsilcisidir. Oysa o romanda bir karakter daha vardır: Muhalif Kadri Efendi. Muhalif Kadri Efendi adı üstünde muhaliftir. Ancak kendi partisi iktidar olduğunda iktidar olan partiye geçer. Çünkü muhalefet etmek onun için bir iktidar seçeneği olmak değil, bir amaçtır. Şimdi bugünlerde Muhalif Kadri Efendilerin geçirdiği evrime tanık oluyoruz.

En başta sorduğumuz soruyu onlara da soruyoruz: Siz kimin umudunu temsil ediyorsunuz?

BİTLİS'TE BİR ÇOBANIN GÖRKEMİ

Başlığı biraz da bu yüzden seçtik. Şu salgın günlerinde ABD’nin en büyük şehirlerinden biri olan New York’ta gökdelenlerin üzerinde dönen ve şüphesiz ölüleri bekleyen akbabaları gördük. Bizce bu fotoğrafın bir tek anlamı var: Ölüme terk edilen çürümüşlük. Fotoğraf ABD’nin ve kurduğu yeni dünya düzeninin iflasını çok çarpıcı bir şekilde anlatıyor. New York’ta dönen akbabalar ABD’nin kağıttan bir kaplan olduğunu aldıkları kokudan biliyorlar. Bu çürümüş düzen en sonunda ABD halkını da görkemli gökdelenlerin altında çaresiz bırakıyor. Bir devrin sonuna geldik bu aşikar. Edip Cansever’in bu düzen içinde “Çağrılmayan Yakup”u artık çağrılmaya başlanıyor.

New York’ta dönen akbabaları düşünürken bir yandan da çok kıymetli fotoğraflar çeken F. Dilek Uyar’ın Bitlis’te çektiği o meşhur fotoğrafı geliyor aklıma. Sürüleri yöneten çobanın görkemi ve bozkırın sesi. Çoban atın üzerinde asasını yukarı kaldırmış ve bütün koyunlara sanki taarruz emri veriyor. Ve istisnasız bütün koyunlar bu emri yerine getiriyor. Ama ben daha çok o kendinden emin çobanın savaşta nasıl bir aslana dönüştüğünü canlıyorum. Sonra Tarık Buğra’nın "Küçük Ağa"sı ve onun yoldaşı Çolak Salih’i düşünüyorum. “Ceylan gözlüm” diye yana yana türkü söyleyen al yanaklı Metehan Polat’ı, Karadeniz uşağı Eren’in bakışlarını anımsıyorum. Eren’in bakışlarında Mehmetçiklerin gururlu ifadelerini buluyorum. Simurg gibi Kaf Dağına gidip çobanların umutlarını göz açıp kapayıncaya getirmek istiyorum. Aslında uzunca bir öyküsü vardır Anadolu çobanlarının, belki bir gün yazılır.

Diyebilirim ki; Bu toprakların suyundan içmiş en çirkin karga bile New York’un gökdelenlerinden, Kalifornia’nın Beverly Hills’inden daha görkemli. Çünkü bu topraklarda hiçbir şey anlamını henüz yitirmedi. New York, Mehmet Akif’in dediği gibi "Tek dişi kalmış bir canavar"dan ibarettir artık.

İNSAN NE İLE YAŞAR?

Tolstoy “İnsan ne ile yaşar” diye soruyor mucizelerle dolu hikayelerini anlatırken. Ona göre insan Tanrı için yaşar. Belki bu doğrudur da. Ancak genel bir doğrudur ve günümüzdeki cevabı karşılamaz. 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken bizim verdiğimiz cevap “İnsan milleti için yaşar” cevabıdır. Çünkü kendi yüreğinin kabuğundan çıkmanın yegane yolu millet için yaşamaktır. Çünkü emperyalizmin boğmak istediği değerler milletin hazinesindedir. Özgürlük de, eşitlik de, kardeşlik de, insanseverlik de, vatanseverlik de, alçakgönüllülük de, dindarlık da, hoşgörü de milletle hayat bulmaktadır. Zaten Türk milletine yapılan saldırılar da bütün bu erdemlerin yok edilmesi için değil mi?

İşte o yüzden Türkiye’de insan en çok milleti için yaşar.

BİL Kİ GÜLÜN ÂHI HANÇERİN SAPI VAR

Altıok Metin’in en sevdiğim mısralarından. Metin Altıok bu mısrayı en çok da tek dişi kalmış canavardan kahraman yaratmak isteyenlere yazmış olmalı. Şimdi yüreğimizde kırılmış bütün güllerin âhı ve elimizde duyduğumuz öfkenin hançeri var.

Ezcümle: Bütün bu yazdıklarım John Berger’in sorularına naçizane bulduğum cevaplardır. Siz de sorun kendinize: Dostlarınız kim, düşmanlarınız kim? Ve kimlerin umudunu temsil ediyorsunuz?

Sonraki Haber