Bir kaşık suda yirmi bin fersah

Mesele sosyal medyayı nasıl kullandığımızdadır. Gerçeği, güzelliği mi yayacağız; yalana, sığlığa mı maruz kalacağız? Biz mi onu yöneteceğiz, onu yönetenler mi bizi yönetecek? Araçların amaç olduğu her yerde çürüme başlar, yarar zarara dönüşür

Nihilizmin atası olan idealizmden beslenen tüm ideolojilerin ortak yanı, insanı merkeze koyar gibi görünmesine rağmen toplumdan kopartarak yalnızlaştırmasıdır. Descartes’ın “Düşünüyorum öyleyse varım” sözünden ürün reklamlarındaki “Siz buna değersiniz” pohpohlamasına kadar hepsi, bireyi merkeze alarak toplumdan koparır. Böylece insanın etinden ve sütünden yararlanmayı kolaylaştırır.

Çünkü bu düşüncelere göre insana dair değerler ve ilkeler hiçtir. İnsan sahip olduğu meta kadar vardır. Sahiplik duygusunun yüceltilmesi de insanı daha az düşünmeye, daha kolay tüketmeye sevk etmektedir. “İlkeler ayak bağıdır; öyleyse tişörtün üzerinde yazan yazıların, şapkadaki uyuşturucu resminin, Frida Kahlo’lu kolyenin önemi yoktur, giy geç. Aynı sözün altında Aşık Veysel ve Turgut Uyar yazmasının önemi yoktur; paylaş gitsin. Sosis ve salamdan oluşan rap parça; dinle işte.” Ne tükettiğimizin bir önemi yok, önemli olan tüketmemiz(!) Bir şiirdeki duyguyu, bir resimdeki derinliği, bir bestedeki çalgıların ahengini kavramak için çabalamanıza gerek yoktur artık. İçerik kaygısı o kadar azalmalıdır ki tüketim kolaylaşsın.

Bu tahribatın önemli temsilcilerinden Ot/Kafa/Masa/Püsür dergilerinin anladığı dilden konuşacak olursak; anlam ve duygu aktaran bir eseri yorumlayarak ondan beslenmek çay demlemeye benzer. Suyunu, çayını doğru oranda koymak, doğru ısıda pişirmek, doğru zamanda altını kısmayı bilmek, demlenmesi için gereken sabrı göstermek ve yudum yudum içmek gerekir. Zahmetlidir ama asıl lezzet ondadır. Günümüzde fularlı çay edebiyatçılarının toplumu maruz bıraktığı eserleri ise sallama çay gibi; alabildiğine zahmetsiz, sağlıksız ve yapaydır. Bir o kadar da yaygın tüketilmektedir.

SALLANAN ÇAY MI İNSAN MI?

Bilgi ve sanat da demleme çaydan sallamaya dönüş misali bir değişime uğramıştır. İnternetin yeni yaygınlaştığı dönemde insanlar birbirine makale uzunluğunda metinler, manzara resimleri ve özlü hikâyeler barındıran slaytlar yolluyorlardı. Facebook’un kitleselleşmesiyle birlikte bilgi, bir fotoğraf üzerine bir paragraflık metin biçimine büründü. Belgesellerden, filmlerden, tiyatrolardan kesitler ve kısa filmler de buna eşlik ediyordu. Zaman geçtikçe fotoğraflar sadeleşti, paragraflar azaldı, metinler kısaldı. Değişen site tasarımı sizi buna sevk ediyordu. İnsanları 140 karakterde kendini ifade etmeye zorlayan Twitter da bu süreçte önemli bir yer tutuyordu.

Sosyal medyanın paralelinde de popüler bilim, popüler tarih gibi bilimselliği ikinci plana atan, kaynakçasız, hoşa giden hurafeleri barındıran yayınlar rafları işgal etmeye başladı.

Bu sürecin paralelinde Vine adında bir sosyal medya formatı ortaya çıktı. Videoların uzunluğu 7 saniye ile sınırlanmıştı. Vasfı sadece “ünlü” olan birçok isim de buradan kendisini duyurdu. Akabinde Snapchat adlı uygulama popülerlik kazandı. Bir fotoğrafın üzerine yazdığınız bir cümle ile kendinizi anlatabiliyorsunuz. Benzer şekilde 10-15 saniyelik videolarla 24 saat kalıcı anılar bırakabiliyorsunuz. Biçimsel olarak adeta caps ve Vine’ın birleşiminden oluşuyordu.

Instagram, Facebook tarafından satın alınmasıyla, Snapchat vb. uygulamalardaki özellikleri de bünyesine katıp hızla kitlesellik kazanmaya başladı. Gençliğin büyük çoğunluğu Facebook’u terk ederek Instagram’a yerleşti.

Instagram’ın cazibesi yapısında. Bir başparmak kaydırmasıyla yeni bir gönderiye erişebiliyoruz. Bir başparmak dokunuşuyla yeni bir hikâyeyi görüntüleyebiliyoruz. Kare formata sığdırılan fotoğraflar, 1 dakikaya sıkıştırılan videolar ve en fazla 15 saniye süren hikâyeler... 1 saat içinde farklı içerikte en az 60 video ya da 240 hikâye görüntüleyebiliyoruz; her şey bu kadar kolay.

BUNUN NESİ KÖTÜ?

Tüketim, her ne kadar tek yönlü görünse de işteş bir fiildir. Tükettiğimiz her şey için bir bedel öderiz. Bu bedelin içinde en kıymetlisi ve telafi edilemez olanı da zamandır. Nihayetinde kazandığımız para da zaman ve emeğin bir dönüşümüdür. Saati 10 liraya çalışan bir işçi, satın aldığı yemeğe alın teri kadar zamanını da ödemektedir. Üzerine bir de o yemeği yemek için harcadığı bir zaman vardır.

Instagram gibi sosyal medya tekelleri, 50 kuruş isteyen tırnakçılar gibi bizden gün içinde 15’er saniyeler istemektedir. Otobüs beklerken, yemek yerken, derste sıkıldığımızda oluşan 2-3 dakikalık boşlukları bizden alarak gün içinde ortalama 3 saatimizi çalmaktadır. Çalmaktadır diyorum çünkü karşılığında bir şey vermemektedir.

Bu kısa zaman dilimleri, kaliteli mizahın, kaliteli sanatın, kaliteli bilginin yayılabileceği yerlerken, sistemin varlığını sürdürmesi için gereken sistemli yalanı ve yüzeysel içerikleri yayma kanallarına dönüştü. Lenin, öğrendiklerimizin onda dokuzunun, ihtiyacımız olan onda birlik kısmı engellemek için olduğuna işaret etmişti. İnsanın duygu ve içgüdülerine seslenen 9 yalan, akla ve vicdana seslenen 1 gerçekle ancak başa çıkabiliyordu.

İlgi alanınız her ne olursa olsun Instagram Keşfet’e girdiğiniz an; dönen bir pastanın kenarına krema sıkılması, küçük küpler halinde doğranmış sabunun kesilmesi, dönen bir cismin sanayi tezgâhında yontulması, herhangi bir nesnenin hidrolik presle ezilmesi, bir kutunun tam da ona uygun boşluğa yerleştirilmesi gibi içeriklerle karşılaşma ihtimaliniz çok yüksek. İnsanı oyalamaktan başka hiçbir şeye yaramayan bu müzik ve videolar, rahatlatıcı sıfatıyla yayılmaktadır.

Aldıkları tık ve aktif kullanıcı sayıları üzerinden para kazanan sosyal medya uygulamaları da tık aldıracak ve taklit edilme potansiyeli olan bu içerikleri bilerek ön plana çıkarmaktadır. Youtube’da da benzer içerikler, “Sizin İçin Önerilenler” olarak sunulmaktadır. Gülmeme Challenge, Acı Biber Challenge gibi birbirinin aynısı binlerce video, zamanımızı çalmak üzere tırnakçılar gibi yolumuzu kesmektedir.

ELENENLERİN ELİNDEN DÜŞENLERİN KOLUNDAN

Kadın ya da erkek görselinin üzerine yazılan düştüm, elendim gibi paylaşımlar; hem insanları metalaştırmakta, hem de bir beğeni çerçevesi çizmektedir. Dolaylı kamuoyu baskısı yaratarak insanları olmadığı biri gibi görünmeye zorlamaktadır. Mimik kokteyliyle bipolar gibi gülen kız çok “tatlı”, protein bazlı erkek çok “kaslı”, o halde sen de öyle görünmelisin. Kısa saçlı kadınlara erkekler “düşüyor”, o halde sen de kısa saç ve kâkül şeklinde saçını kestirmelisin. Kirli sakallı, üç numara saçlı, deri ceketli erkeklere kadınlar “eleniyor”, o halde sen de deri ceket almalısın. Bol kazak, pastel ruj, gotik makyaj… Aynı sayfalarda bir ay sonra uzun kızıl saçlı kadınlara “düştüm”, saçını arkadan bağlayan erkeklere “elendim” paylaşımı görebilirsiniz. Hem insanı ürünleştirme, hem de ürün yerleştirme... “Şeffaf kargo güvencesi ve kapıda ödeme kolaylığıyla.”

Birbirinin kopyası yüzlerce sayfa, “Dam Üstüne Çul Serer Remix” vb. müzikler eşliğinde bizlere, intihar, depresyon, yorgana gömülme görüntüleri aktarmaktadır ve “Anlık Mood” diyerek bu ruh hallerini normalleştirmekte, insanları melankoliye özendirmektedir. Bu sayfalara göre “yıkık” olmak için yüzlerce sebep var. Kendimize manik depresif/bipolar gibi teşhisler koymamız çok “havalı”. “Ayrıldığı sevgilisinin arkasından sigara izmariti atan adam”ın bohemliği “etkileyici”. (!)

Kolunu arkadaşının omzuna atan, yemeğini paylaşan, içten gülen, bir çalışma üzerinde odaklanan insan görüntüleriyle bir “Anlık Mood” paylaşımı yapılmamaktadır. Çünkü sistemin kaygısı karamsarlık yaymaktır, olumluyu yalnızca erişilmez olarak, hüzünle yâd edilecek eski günler olarak bize yansıtmaktadır. (bkz: OldButGoldDays vs.)

Karamsarlığın yanı sıra “Anneme eşcinselim/hamileyim şakası yaptım. (Evden kovuldum)”, “Sevgilime aldattım şakası yaptım. (Ayrıldık)” gibi videolara bizi maruz bırakarak aşırılıkları normalleştirmektedir. Hassas konuların şakasını yaparak para kazanmak gibi omurgasız bir tavrı rahatça sergilemektedir. Üstelik bu videoların birçoğu mizansendir.

Kültürel yabancılaşmanın yanı sıra siyasi olarak da bombardıman altındayız. Bu mecralarda yeni bir habercilik anlayışı gelişti. Bir fotoğraf, bir cümle: “X kişisi bunu dedi.” Tertemiz(!) Cümlenin öncesi yok, sonrası yok, bağlamı yok, kaynağına gerek yok. “TSK katliam yapıyor, Esad kimyasal bomba attı, Kore’de diktatörlük var, Uygurlara zulüm var” gibi psikolojik savaş bombardımanı yapmak istiyorsanız bu mecralar bulunmaz nimet. Reuters’in 2018 Dijital Raporu’na göre Türkiye, %49’la en fazla yalan habere, yani psikolojik savaşa maruz kalan ülke. Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri, nitel ve nicel etki alanlarıyla bu yalanların başını çekiyor.

HANGİ ATATÜRK?

Yalan denizinde sıkça karşımıza çıkan, Atatürk’e benzeyen birisi var ama Atatürk değil. Atatürk, en kısa tabirle emperyalizmle mücadelenin, aydınlanmanın, Türk devriminin programıdır. Oysa bu sayfalarda karşımıza çıkan, sarı saçtan, mavi gözden, smokinden ibaret; Atatürk’ün “naçiz vücudum” dediği ölümlü bir beden. Arkada çalan Selanik Türküsü eşliğinde gördüğümüz bu beden, “karizmatik sigara yakışıyla bizi bizden alıyor”(!)

Atatürkçü görünen bu magazin sayfaları, sistemin gerçek Atatürk’ü, yani onun düşüncelerini, teşkilatçılığını, savaşçılığını ve devrimci mücadelesini saklayıp gizlemesi için kullanışlı araçlardır. Atatürkçülükle taban tabana zıt olan bu sayfalar, “Atam kalk da gör Türkiye’nin halini, gel de kurtar bizi” diye yas tutan, karamsarlık yayan psikolojik savaş aygıtlarıdır. Atatürk’ü, 1938’e, ölümlü bir bedene hapsetmeye çalışmaktadırlar. Atatürk’ün naçiz vücudu toprak olmuştur ama Atatürk capcanlı hayattadır. Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bedeninde dipdiri yaşamaktadır. Sonsuza dek yaşatmanın yolu da onun gibi teşkilatlı ve teşkilatçı olmaktır.

Yine Atatürkçü görünen haber sayfalarında, gündeme dair paylaşılan her haberin altında “Bir şey derdim ama Silivri soğuktur şimdi” ve türevi yorumuyla karşılaşıyoruz. Sistemli olarak yayılan bu yorum, Amerika’nın, PKK ve FETÖ’yü aklama çabasının aracıdır.

Bugün Silivri’de kimler yatmaktadır? Türk ordusu mu? Vatansever siyasetçiler mi? Aydın gazeteciler mi? Hiçbiri. Bugün Silivri’de Ergenekon ve Balyoz kumpaslarını düzenleyen Fethullahçılar ve PKK’lılar yatmaktadır. Selahattin Demirtaşlar, Fethullahçılar yatmaktadır. Silivri onlara soğuktur. Ülkesi ve milleti için siyaset üreten hiçbir Atatürkçüye, vatansevere, devrimciye Silivri soğuk değildir. Silivri’de yatanlar da siyasi tutuklu değil, Amerikan taşeronlarıdır.

Kurumsal ajanslar hatta Amerikan ajanları tarafından yönetilen bu viral sayfalar, Çorum, Çankırı, Yozgat, Kırşehir, Kırıkkale, Bayburt başta olmak üzere milliyetçi ve anti-emperyalist hassasiyetleri yüksek illerimizi ve bu hassasiyetlerin savunucusu aydınlarımızı da mizah adı altında sistemli olarak hedef almaktadır. “Anadolu çomarı” gibi ifadelerle insanlarımıza alenen hakaret edilmekte, kutuplaşma körüklenmektedir. Tüm illerimiz gibi kültür yatağı olan bu illerimizin insanları ve aydınlarımız aşağılanmakta, Türkiye düşmanlığı için zemin hazırlanmaktadır.

KULLANMAYALIM MI?

Sosyal medya hayatımızın gerçeği olmanın ötesinde güzel ve etkili bir araç. “Yaran” videolar, tarihsel olaylar, güncel haberler, bilimsel gelişmeler, müzik dinletileri vb. sonsuz bir içerik yelpazesi var. Bunlardan neden mahrum kalalım? Üretkenliğimizi buralarda neden kolayca sergilemeyelim?

Tık avcısı (clickbait) denilen içeriklere bu kadar vurgu yapmamızın sebebi de budur. Bu içerikler bizi sosyal medyanın güzelliklerinden mahrum bırakmaktadır. Mesele sosyal medyayı nasıl kullandığımızdadır. Gerçeği, güzelliği mi yayacağız; yalana, sığlığa mı maruz kalacağız? Biz mi onu yöneteceğiz, onu yönetenler mi bizi yönetecek? Araçların amaç olduğu her yerde çürüme başlar, yarar zarara dönüşür. İtirazımız bunadır.

İnsan, kendi bünyesine hapsedildiğinde, “kalabalıklar içinde yalnız” olabilir, yolunu kaybetmiş balık gibi avlanabilir, damlayı deniz sanabilir, yalan denizinde boğulabilir. Bu nihilist tüketim kültürü de bizi kendi bünyemize hapsederek yalan denizinde boğmaya çalışmaktadır.

Yalan denizi dediğimiz, eni sonu bir kaşık sudur. Gerçeğe de güvenimiz sonsuzdur, mesele ona tutunmaktadır. Örgütü, teşkilatı olmayanın, yalnız kalanın, sığ sularda boğulması kaçınılmazdır. Üzerimize düşen görev, yalan denizini aşıp gerçeğe ulaşmak için kulaçlamak, çırpınanlara el uzatmak ve bünyemize katmaktır.

Hasan Yalçın’ın dediği gibi; “Bir gerçek, bin yalandan daha güçlüdür ve gerçeğin yüzü aydınlıktır.” Aydınlığa kulaç atanlara rastgele!

Sonraki Haber