Cemal Süreya'sız 30 yıl: Sürgün ve göç hariç değil!
Cemal Süreya’nın şiirinde belli başlı üç arketiple karşılaşırız: Sürgün/göç, anne/aile ve kadın/sevgili. Onu yokluğunun 30. yılında anarken, onun ‘Şairin hayatı şiire dâhil’ sözünü şöyle sürdürelim: Sürgün ve göç hariç değil!
"Şairin hayatı şiire dâhil" mi?
Türk Edebiyatı, edebiyat sanatının merkez türü olan şiir bakımından dünya edebiyatıyla boy ölçüşebilir zenginliğe ve geleneğe sahiptir. İkinci Yeni Şiiri, bu gelenek içinde kalın bir damar özgün bir deneyimdir. Cemal Süreya’ya gelince o, İkinci Yeni’nin hem kurucusu hem özel bir şairidir.
Cumhuriyet’in kültür aydınlanmasından güç alan Birinci Yeni’nin (Garipçiler) Türk şiirinin modernleşmesinin önündeki engelleri kaldırdığı noktadan şiire giren İkinci Yeniciler, Türk şiiri için yeni bir poetika önerdiler. Sanıldığının tersine bu poetika, şairin hayatını dışarda bırakmıyor; tersine şair gerçeklikle kendi hayatı üzerinden alışılmadık bağdaştırmalar ve bağlaşıklıklarla temas kuruyor ama tam da bu nedenle anlamın üstünü fazlaca örtüyordu. Buna özel olarak Cemal Süreya’nın otobiyografisine ilişkin şaşırtıcı ağzı sıkılığını da ekleyince şiirlerinin neden arketipsel bir arka planla pek okunmadığı daha iyi anlaşılır. Üstelik Süreya, "Şairin Hayatı Şiire Dâhil" başlıklı yazısında, şiir okurunun şairin şiirine yansımamış hayatıyla da ilgilendiğini ve bunu şiirin bir parçası saydığını söylemişken.
SÜREYA’NIN ŞİİRİNDE ÜÇ ARKETİP
Çağdaş psikolojinin üç büyüğünden biri ve analitik psikolojinin kurucusu olan Carl Gustav Jung, insanların davranışlarının, tepkilerinin, korku ve cesaretlerinin, acımasızlık ve merhametlerinin, hatta cinsiyetlerinin (...) bilinçdışında ortaya çıkan arketiplerle açıklanabileceğini söyleyerek bunu, sanat yapıtlarını, özellikle edebiyat metinlerini incelemede kullanılabilecek bir yöntem haline getirir.
Cemal Süreya’nın şiirine bu yöntemle yaklaşıldığında ve yaşamının şiirine yansıyan ipuçları tutulduğunda belli başlı üç arketiple karşılaşırız: Sürgün/göç, anne/aile ve kadın/sevgili. Bu yazıda, ölümünün 30. yılında andığımız şairin sadece sürgün/göç arketipine eğilebileceğiz.
ERZİNCAN’DAN BİLECİK’E
Cemalettin Seber, sonradan edindiği adıyla Cemal Süreya, 1931’de Erzincan’da Alevi/Kürt-Zaza bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelir. Seberler, Cemalettin’in büyük amcası Memo’nun taşımacılık işleriyle geçinen geniş bir ailedir. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, Erzincan’ın bir bölümünü de kapsayan Dersim bölgesi, Osmanlı dönemindeki özerkliğini yitirmiştir. Aşiretlerin ellerinden yönetimleri alınmış, bölge Türkiye Cumhuriyeti hukukuna tabi kılınmıştır. Askere gitmek, vergi vermek istemeyen aşiretler, Abasan Aşireti Reisi Seyit Rıza önderliğinde 1937 Mart’ında ayaklanmış, ayaklanma ancak karşı bir hava harekâtıyla aynı yılın eylülünde durdurulabilmiştir. Sonrasında isyana katılan yöre halkının bir kısmı başka illere gönderilmiştir. Seberlerin isyana katılmadığı ama Memo amcanın Vali’nin kayınbiraderiyle tartıştığı bilinmektedir; bu nedenle sürgünden paylarına düşeni almışlardır.
Küçük Cemalettin, anne ve babası Bilecik’e; amca ve halası İstanbul’a gönderilir. Cemal Süreya, kendisinde sürgün/göç arketipini oluşturan, henüz 6 yaşında maruz kaldığı sürgünü şöyle anımsar: "Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Anam sürgünde öldü, babam sürgünde öldü." (On Üç Günün Mektupları, YKY, 2005)
Sürgün olayı, Cemal Süreya’yı derinden etkiler, bu etki şiirinde kendini açık saçık ele vermese de alttan alta hissettirir. Bu sürgünlük birçok şiirinde "tiren" olur, "istasyon" olur, "daima nesirde kalacak jandarma" olur; ama en çok da "yalnızlık" olur. "Kişne Kirazını ve Göç, Mevsim" adlı şiirinde "ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi" diyen Süreya, asıl ününü sağlayan Gül şiirinde ayrılığı, vedayı, uzaklaşmayı, yitirmeyi "tiren" ve "istasyon" metaforuyla anlatır:
"Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
İstasyonda tiren oluyor biraz
Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım"
Sürgün ve göç "bir" olarak kalmayı, "biz" olamamayı getirir. Yalnızlık demektir bu, yalnızlıksa içsel çatışmalara götürür bireyi. Ülkeyi boydan boya dolaştığı Göçebe’de onca kalabalık içinde yapayalnızdır Cemal Süreya:
"Biliyorsun ben hangi şehirdeysem
Yalnızlığın başkenti orası
Bir de yine sevgili çocuk
Biliyorsun kişi tutkularıyla
Yalnızlığını adlandırıyor o kadar"
Küçük Cemo bu sürgünü bir "öteki" olarak yaşar. Bunu, Bilecik Ortaokulu’nda bir öğretmeni inatçılığı nedeniyle "Kürt damarı tuttu!" dediğinde ve bir arkadaşının kendisine "Sümüklü Kürt!" diye bağırdığında derinden hissetmiştir, bu yüzden gün boyu ağlar durur. Adı çoktan konmuştur: "Kürt Cemo". (Perinçek ve Duruel, 1995) Ağlaması, Kürt olduğundan değildir kuşkusuz; "öteki" olduğundandır ve çocuk psikolojisinde onmaz bir yaradır bu!
Cemal Süreya, bu yaraya bahane edilen etnik kimliğini memuriyetten emekli oluncaya kadar gizler; en yakın arkadaşları Muzaffer İlhan Erdost, Vecihi Timuroğlu’na bile söylemez, ta 1980’lerde yazmaya başladığı günlüklerine kadar! Bu sürgün arketipi, 1988’de yayımlanan Sıcak Nal’da örtük bir biçimde Kısa Türkiye Tarihi IV’e şöyle yansıyacaktır:
"O yıllarda ülkemizde / Çeşitli hükümlerle / Yetmiş iki dilden / İkisi yasaklanmıştı:// İkincisi Türkçe."
SÜRGÜNDEN GÖÇMENE
Cemal Süreya, Doğu’nun efsaneleri, Hz. Ali cenkleriyle göçtüğü Batı’yı bir fiziki coğrafya olarak değil, bir kültür iklimi olarak yaşar ve okur. Paris’te görevdeyken Batı düşünce sistemini, o sistemin dayandığı rasyonalizmi ve bir de Fransız şiirini yakından tanır. Bir Cumhuriyet vatandaşı olarak sosyal ve kültürel aydınlanma süreciyle birlikte sürgünlüğünün yarattığı "öteki"lik duygusu dinmeye yüz tutar. Sürgün arketipi yerini göçmen ve giderek göçebe kavrayışına bırakır.
Şarklı kültürüyle Garp’ta gurbete düşmüş bir seyyahtır artık Cemal Süreya; kendi demesiyle bir ayağını sosyalizme atmış, öbür ayağını feodaliteden kurtaramamış! Yine onun gibi söylersek, şemsiyesini Şark’ın kadim tarihi, efsaneleri, duyarlığı, coşkusu ve Garp’ın aklıyla, realizmiyle doldurur! Günce’de şöyle yazar: "Şimdi çok sevdiğim sürgün sözcüğü beni allak bullak ediyordu. Bir gün büyükanneme sormuştum: ‘Sürgün ne demek?’ Sürgün ‘menfi’ demekmiş, ‘menfa’ya (sürgün yeri M.P.) gönderilenlere ‘menfi’ denirmiş. ‘Göçmen miyiz yoksa biz?’ diye soruyu değiştirdim. ‘Evet, işte buldun, göçmeniz biz’ dedi. Rahatlamıştı. Ondan sonra kendimi bir süre göçmen olarak düşündüm." (Günce: 999 Gün/Üstü Kalsın, Broy, 1991).
Göçmen kimliksizdir ya da kimliklidir, ama başka bir kimliktir onunki:
"Anımsar mısın Toros ekspresinden inmiştiniz
Biletlerinizden ibaretti ikinizin de kimliği" (Seviş Yolcu)
Sürgünlüğün çocuk ruhunda açtığı izler, yerini bir göçmenin yurtsuzluğundan kaynaklanan bir yere ait olamama duygusuna bırakır. Gül şiirinin son dizesi attığı derin bir çığlıkla bu duyguyu ele verir:
"Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene"
SÜRGÜNÜ CUMHURİYET’LE AŞMAK
Cemal Süreya bu kimliksizlik ve yurtsuzluk duygusunu büyük bir dil sevdasıyla, Türkçe aşkıyla onarmaya başlar. Enver Ercan’a Yeni Düşün’de (1986) verdiği röportajda, "Türkçeyle ilişkim böyle. Bir noktada gurbetin aşka dönüşmesi" der. 1979’da ise bu aşkı şöyle anlatmıştı Yusufçuk’ta: "Türkçeden bir kıl kopar; içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar vardır. Ama Türkçeden koparacaksın." Bu sevdanın şiirce ifadesi ise şu biçimdedir:
"Yunus ki sütdişleriyle Türkçenin
Ne güzel biçmişti gök ekinini"
Öte yandan onun gurbeti sılaya çevirmesinde dayandığı temel güç, yurt sevgisiyle benimseyip içselleştirdiği sosyalist değerlerdir. Ona göre "Sanat, dünyayı değiştirme işlevinin peşinde olmalıdır. Bunu da insanların bilincini değiştirerek yapmalıdır." (Aydınlık, 20 Aralık 1980, Paçal). 1988’de yayımlanan Güz Bitiği’ndeki Sülünün Yüzü’ne ait şu dizeler tam da bu işlevi görev bilmiştir:
"Sülünün yüzü bir atmosfer olayıdır.
Rasgele yazarı avcıdan öğrendim:
Yaban ördekleri donmasın diye,
Suya nöbetleşe kanat vururlar."
Küçük yaşta yaşanan ve şiirinde arketipsel uçları görünen sürgünün, Cemalettin Seber’i Cemal Süreya’ya dönüştüren bir etki yarattığı da söylenmelidir. Muzaffer İlhan Erdost, "Uygulama demokratik değildir" diye ekledikten sonra "Cumhuriyet onu Doğu’dan sürmüş Batı’ya bırakmıştır, ama nesnel sonuçları bakımında Cemal’in özgürleşmesinin, aşiret birliğine bağımlılıktan özgür bireye dönüşümünün toplumsal koşulları da bu sürgünle gerçekleşmiştir." (Akt. Feyziye Özberk, 2016) der ki son derece doğrudur.
O halde Cemal Süreya’yı yokluğunun 30. yılında anarken, onun "Şairin hayatı şiire dâhil" sözünü şöyle sürdürelim:
Sürgün ve göç hariç değil!