Cumhuriyet’in büyük bestecisi: Adnan Saygun

‘O öyle bir merkez ki, gece karanlıkta bile yol gösteriyor. Saygun bu anlamda bir kutup yıldızı benim için. Yani ister istemez herkes, Saygun’a göre tartılacak… Saygun’un felsefi kimliğine, araştırmacı kimliğine, besteci kimliğine, üretkenliğine bakılarak değerlendirilecek’

6 Ocak, büyük bestecimiz Adnan Saygun’un ölüm yıl dönümü… Onu 1991 yılında kaybettik. En büyük arzularından biri olan “Yunus Emre” oratoryosunun Ayasofya’daki temsili, ne yazık ki ölümünden dokuz gün sonra, Hikmet Şimşek yönetiminde gerçekleşti. Adnan Saygun, eserleriyle yaşıyor… Müziğinin etkisi, değeri onu kişisel olarak tanıyanları, sevenleri aşıyor. Onun için büyük bir emek harcayarak, özenli bir kitap hazırlayan Emre Aracı da aynı değerlendirmeyi yapıyor: “Saygun’un eserlerine karşı bilhassa yurt dışından olmak üzere ciddi yaklaşımlar olduğunu tespit etmek sevindirici. Bunların başında şüphesiz Saygun’un temel eserlerinin sistematik bir şekilde kayıtlarının gerçekleştiriliyor olması büyük önem taşıyor. Bu kayıtların uluslararası kataloglara da girmiş olması Saygun’un hep özlemini çektiği evrensel olabilme yolunda kalıcılığa ulaşması açısından büyük bir kazanç.”

O, BİR KUTUP YILDIZIDIR

Değerli bestecilerimizden Muammer Sun hocası Saygun’u kutup yıldızına benzetiyor: “O öyle bir merkez ki, gece karanlıkta bile yol gösteriyor. Saygun bu anlamda bir kutup yıldızı benim için. Yani ister istemez herkes, Saygun’a göre tartılacak… Nesine göre? Saygun’un felsefi kimliğine, araştırmacı kimliğine, estetik açıdan olağanüstü müzik yorumu sahibi olarak besteci kimliğine, üretkenliğine, belki insan olarak, dürüst kimliğine bakılarak değerlendirilecek diye düşünüyorum.”

Muammer Sun, Saygun’un müziği, dünyada gittikçe artan bir değer kazanırken; bir besteci ve düşünür olarak öneminin ülkemizde yeterince takdir edilmediğine dikkat çekiyor: “Adnan Saygun başta olmak üzere Türk Beşleri ve sonra gelen besteciler, kaynağını bizim geleneksel müziklerimizden alan, evrensel verilerden yararlanan yeni bir müzik yaratıyorlar. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin musikisidir. Adnan Saygun’un telif haklarını, yani eserlerinin basım ve yayım haklarını Peer Musik Verlag adında bir Alman müzik kuruluşu almış. Birçok eseri CD yapıldı. Hem somut hem de soyut eserleri var. Şimdi Avrupa’da bayrak gibi, el üstünde tutuluyor. Eserleri, dünyanın her tarafında konserlerde çalınıyor. İşte o Atatürk Cumhuriyeti’nin dünyadaki temsilcisidir.”

Saygun’un ölümsüz eserler yaratmasının sırrı: müziğe bakış acısında gizlidir. O ‘ilginç’ olmak, ‘yepyeni’ olmak için beste yapmıyor. Böyle yapanları da uyarıyor: "En büyük hata, insanları şaşırtmak, yeni bir şey bulmak, gaye oluyor; yani, vasıtayı gaye haline getirmiş oluyorlar."

TOPLUMUNDAN KOPUK SANAT KÖKSÜZ BİR AĞACA BENZER

Saygun, insanlığın ulaştığı en yüksek bilgi seviyesini kavrayarak; içinde yetiştiği toplumun geçmişini bilip ona sahip çıkarak; geleceğin müziğini yaratmayı seçiyor: “Geleneklere ve toplumuna bağlı olmayan sanat köksüz bir ağaca benzer” diyor.

Taklidi ve izleyici olmayı reddediyor. Öncelikle kendi ulusu olmak üzere tüm insanlığa ulaşmayı, onları aydınlatmayı amaçlıyor. Kendi toprağında yeşeren ama tüm insanlığın beğenerek koklayacakları, köklerini toprağının derinlerine salmış bir çiçek olmayı yeğliyor: “Atatürk dünyanın her türlü ilminden, keşfiyyatından, terekkiyatından istifade edelim demiyor muydu? Ama arkasından da asıl temeli kendi içimizden çıkarmamız gerektiğini ilave ediyordu. Şu halde bizim Batı dediğimiz dünyanın musiki konusundaki her türlü bilgisinden, tecrübesinden yararlanmalıyız. Aynı zamanda Osmanlı devri musikisini bilmemiz ve özellikle Anadolu’nun musikisini incelememiz ve yeni kazandıklarımızı o engin milli kültür hazinesinin birikimi ile kaynaştırıp yepyeni bir senteze varmamız, kendimize özgü bir çok seslilik yaratmamız, gücünü gene bu topraklardan alan yeni, geniş ölçüler içinde gelişmiş çağdaş bir düzeye ulaşmamız gerekir. Milli kültür hazinemizde Osmanlı çağı musikisi de elbette vardır.” (25 Nisan 1985 Ankara’da Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nda verilen konferans.)

Ahmed Adnan Saygun, evrensel değerde olan, çok yönlü bir müzik adamıdır: besteci, kuramcı, araştırmacı ve müzik eğitimcisi... O, korodan operaya, senfoniden oda müziğine kadar müziğin her türünde besteler yapmış… Türk ulusal müziğini yaratma ideali için bir ömür çalışmış. Halk müziğini anlayabilmek, hissedebilmek için çok zor koşullar altında -bazen bir atın çektiği tahta arabayla- köylere kasabalara gitmiş… Oralarda yaşamış, araştırma yapmış; genç Cumhuriyet’in müziğinin nasıl olması gerektiği üzerinde ve bunun nasıl yaratılabileceğiyle ilgili fikirler geliştirmiş; vardığı sonuçları kitap ve makalelerle tartışmaya açmış; Cumhuriyet’e hizmet etmek için imkânsız denilenleri gerçekleştirmiştir.

SANATÇI, YAŞADIĞI TOPRAĞIN HAVASINDA YIKANMALI

Sanat adamı öncelikle ne yapmalı? Saygun’un bu soruya verdiği yanıt şöyle: “Ebediyetin cennetine erişebilmek için geçilecek kıldan ince köprüde bize bir tek şey yardım edebilir, inanmak… Toprağına inanmak, insanına inanmak, yalancılık yapmamak, çünkü bu defaki dava büyüktür. Mademki sanat adamı, üstünde yaşadığı toprağın hasretini ve o toprağın üstünde yaşayanların acılarını, zevklerini, iştiyaklarını duymak ve duyurmak istiyor, öyle ise kendisini, o toprağın hamurunda yeniden yaratması, o insanlarla bir kazanda kaynaması lazımdır. Ve sanat adamı o hale gelecektir ki, artık ‘onlar ve ben’ değil ‘biz’ mevcut olacaktır. Böyle olmadan, onlar namına konuşmaya ne hakkımız olabilir? İşte bu yol ki hiç yalan kabul etmez, riyadan kaçar ve kendine ihanet edenleri mahkûm eder. Öyle ise sanat adamına: arşiv depolarındaki malzemeyi ele almadan önce, yaşadığı toprağın havasında yıkanmak ve o toprağın üstünde nefes almaya hak kazanmaktan başka yol yoktur.” (Ulus gazetesi, 27 Haziran 1943.)

YUNUS EMRE ORATORYOSU

Adnan Saygun’un olgunluk dönemi eserlerinin ilki, 1942’de bestelediği  “Yunus Emre” aynı zaman da ilk Türk oratoryosudur. Bu eser için Saygun: “Bir ömür boyu düşündüm, bir haftada yazdım” diyor. “Yunus Emre” ilk defa 1946 yılında, milletvekili de olan şair Behçet Kemal Çağlar’ın özel çabaları sonucunda, İsmet İnönü’nün bizzat ilgilenmesiyle Ankara’da seslendirilir. Bu seslendirme, Saygun’un olağanüstü bir zafer kazanmasıyla sonuçlanır. Bestecinin ünü yurtdışına taşar. “Yunus Emre” Avrupa’da ve Amerika’da beş ayrı dilde birçok kereler seslendirilir. Yalnız Saygun’un değil, Cumhuriyet dönemi Türk Müziğinin de en çok tanınan eseri haline gelir.

Haluk Bayülken, Yunus Emre Oratoryosu’nun 1958 yılında New York’da ünlü şef Leopold Stokowski yönetiminde, Birleşmiş Milletlerin kuruluş yıl dönümü nedeniyle seslendirilişinde bulunmuştur. Konserden sonra; konsere dudak bükerek gelmiş olan bazı ülkelerin temsilcilerinin, nasıl hayranlık içinde kaldıklarını; Birleşmiş Milletler’in koridorlarında Türk temsilcilerine nasıl bir başka saygı gösterilmeye başlandığını, başlarının nasıl bir başka dik olduğunu heyecanla anlatır.

“Yunus Emre”den sonra, “Kerem”, “Köroğlu”, “Gilgameş” gibi üç büyük opera, “Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan” gibi anıtsal bir koral eser, beş senfoni, çeşitli konçertolar, orkestra, koro, oda müziği eserleri, vokal ve enstrümantal (sözsüz) parçalar, sayısız türkü derlemeleri, kitaplar, araştırmalar, makaleler birbirini kovalar.

1971 yılında Devlet Sanatçılığı Kanunu yürürlüğe girdikten sonra Devlet Sanatçısı unvanı ilk olarak Adnan Saygun’a verilir. 1985 yılında da Profesörlük unvanı, yine kendi alanında ilk olarak ona verilmiştir.

Son nefesine kadar müziğe, ülkesine bir şeyler vermek için çalışan Ahmed Adnan Saygun, orkestra şefi Rengim Gökmen’in dediği gibi: “Yalnız müzik kültüründe değil, bütün kültür yaşantısında, Anadolu’nun değerleriyle evrensel anlamda bir şeyler söyleyebilmenin bir simgesidir.” Saygun, ulusuna Onunla hep gurur duyacağımız eserler bıraktı. Bize düşen görev; Ona ve eserlerine sahip çıkmaktır. Eşi Nilüfer Saygun’nun sözleri çok haklı: “Atatürk de bunu isterdi.”

Kaynak:

Feyziye Özberk, Bilim ve Ütopya Dergisi, 155. sayı, Mayıs 2007, İz Bırakanlar: “Büyük Türk Bestecisi Adnan Saygun”.

Sonraki Haber