Cumhuriyet’in gençlik pınarından su içen kadın Muazzez İlmiye Çığ
10 Kasım Atatürk’ü anma haftasında Cumhuriyetin ilk dönemlerini bilen insanları öğrencilerimle tanıştırmayı istiyordum. Bizler Atatürk’ü ve Cumhuriyet devrimlerini sadece belgesellerde izledik, kitaplarda okuduk. Oysa o dönemi gözleriyle gören, kulaklarıyla duyan bir Muazzez İlmiye Çığ var.
20 Haziran günü, yaşayan en eski Sümerolog ve Cumhuriyet çınarı Muazzez İlmiye Çığ’ın 107. doğum yıl dönümü idi. Çığ, 107 yıllık ömründe Orta Asya’dan Mezopotamya’ya kadar uzanan uzun uygarlık serüveninin meraklı bir araştırıcısı, anlatıcısı ve yazarı oldu. Yazdığı kitaplarla geniş halk kitlelerinin, özellikle de gençlerin Sümerlileri, Hititleri öğrenmelerini sağladı. Halen de bu yolda çalışmaya devam ediyor. Geçen yıllar onun kalemini köreltemedi, eskitemedi. O yazdıkça kalemi daha da keskinleşti. O konuştukça bizler Anadolu uygarlıklarını bir başka sevdik. Özetle, 107 yıllık hayatı boyunca dilinden düşürmediği Sümer atasözüne her zaman sadık kaldı: “Boş vakit geçirdin, neye yaradı?” Muazzez İlmiye Çığ, hiç boş vakit geçirmedi ve geçirmeye de hiç niyeti etmedi!
AKDENİZ’İN KIYISINDA SÜMER KRALİÇESİ
Ben Çığ ile 2019 yılının Kasım ayında tanıştım. 10 Kasım Atatürk’ü anma haftasında Cumhuriyetin ilk dönemlerini bilen, o dönemi yaşayan insanları öğrencilerimle tanıştırmayı ve konuşturmayı çok istiyordum. Bizler Atatürk’ü ve Cumhuriyet devrimlerini sadece belgesellerde, filmlerde izledik; kitaplarda okuduk. Oysa o dönemi gözleriyle gören, kulaklarıyla duyan, yaşanan her olaya tanıklık eden bir kuşak vardı. İşte bu kuşağın bir temsilcisini genç kuşaklarla tanıştırmak, tanıklıklarını dinletmek onlar için unutulmaz bir hatıra olacaktı.
Peki yanımızda, yakınımızda genç Cumhuriyet’in devrim dönemlerine tanıklık eden kimse kalmış mıydı? Öyle bir tanıklık için en aşağı 1910’lu yıllarda doğmuş olmak icap ederdi. O kişi yaş itibariyle yüzyılı devirmiş; yeni yüzyıla ise merhaba demiş birisi olmalıydı. Ama kim?
Tesadüf bu ya, bir öğrencimle teneffüste ders konumuz olan Sümerler, kil tabletler, arkeoloji üzerine konuşurken, laf Atatürk ve Cumhuriyet dönemine geldi. O dakikada öğrencim bana:
- “Hocam biliyor musunuz, bizim kapı komşumuz Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ!” demez mi?
İşte aradığımız o güzel insan, adeta beni duymuş:
-“Evlat bak, ben buradayım!” demişti.
Vakit kaybetmeden, büyük bir heyecanla adresini ve iletişim numarasını edindim. Muazzez Hanımın kızı Esin Hanım’a ulaştım ve öğrencilerimle beraber annesini ziyaret etmek istediğimizi kendisine illettim. Sağolsun bizi kırmadı, isteğimizi kabul etti.
İşte böylece 6 Kasım 2019 günü Akdeniz’in kıyısında bulunan, beyaz renkli yazlık evin yolunu tuttuk. Ev portakal ve mandalin ağaçları arasında bulunuyordu. Zili çalmadan önce çocuklarla bahçedeki taptaze mandalinlerin tadına baktık, ardından Muazzez Hanım’ın evine misafir olduk. Hoş sohbeti, tatlı gülüşü, zehir gibi hafızasıyla o anlattı, biz de tanıklıklarına şahitlik ettik. Yaşamım boyunca bir daha böyle leziz bir sohbeti bulabilir miyim, bilemiyorum. Fakat şunu kesin olarak söyleyebilirim, Akdeniz’in kıyısında Sümer Kraliçesi ile sohbet herkese nasip olmamıştır.
106 YILLIK ÇINAR
Zili çaldık. Kapı açıldı ve hoş geldiniz sözüyle içeri buyur edildik. İki katlı evin alt katında bulunan salonda, krem rengi bir koltukta –ki bir kraliçe gibi duruyordu- sıcacık gülümsemesi ile Muazzez İlmiye Çığ oturuyordu. Sırtını koltuğu arkasında duran beyaz orkideye adeta yaslamıştı. Kedi desenli minderiyle oturuşunu daha da dikleştirmişti. Boynunda Anadolu kadının başındaki yazmaya benzer bir fular, kısacık ak pak saçları vardı. Parmağında ise antik çağlardaki kadınlardan günümüze miras kalmış incelik ve zevkte zümrüt yeşili, ufak bir yüzük takılıydı. Elleri ve yüzü yüzyılın çizgilerini taşısa da, ona ayrı bir çocukluk ve hoşluk katıyordu. Maşallah ki, ona hâlâ çakmak çakmak bakan gözlere sahipti.
İnsan ne ile uğraşırsa, odur. Muazzez Hanımın hemen yanı başında kalem ve defteri, önündeki cam sehpada dergileri, gazeteleri ve kitapları bulunuyordu. Demek ki hâlâ okuyor, araştırıyor ve yazıyordu. Bu haliyle, daha ilk dakikadan ve bizimle tek kelâm etmeden “İlmiye” isminin hakkını vermekle kalmıyor; bize ilk dersini de veriyordu: “Okumanın, yazmanın ve üretmenin yaşı yok!” İşte size Muazzez İlmiye Çığ!
GENÇ CUMHURİYET KONUŞUYOR
Öğrencilerim ve ben Çığ’ın yanındaki koltuklara kurulup, etrafında küçük bir hâle oluşturduk. Artık söz Muazzez Hanım’daydı. Genç Cumhuriyet’in tanığı konuşmaya başlamıştı. Çığ konuşmasına Atatürk devrimlerinin öncesindeki toplumu anlatarak başladı. Sonra Cumhuriyet Devrimlerinin kazanımlarıyla devam etti. Halkın Cumhuriyet’e ve Atatürk’e nasıl sahip çıktığını örneklerle anlattı. Atatürk’ü ilk kez Eskişehir’de, İran Şahı, Şah Rıza Pehlevi’nin ziyareti sırasında gördüğünü belirtti. Konuşmasında Atatürk’ün kitaplarla olan bağına özel bir yer ayırdı. Atatürk’ün bilim insanı kafasına sahip olduğunu, geniş bir düşünce ve bakış açısı taşıdığını, kitapları aşk derecesinde sevdiğini söyledi. Okuduğu kitapları gelişi güzel okumadığını, belli bir disiplin ve ciddiyetle okuduğunu belirtti. Kitap okurken önemli gördüğü yerlerin altını çizdiğini, kenarlarına notlar düştüğünü sonra bu notlardan yola çıkarak yeni çalışmalar başlattığını anlattı.
DTCF VE MİLLET BİLİNCİ
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi mezunu olan Muazzez Hanım, DTCF’nin kuruluş hikâyesinden bahsederken, Atatürk’ün ileri görüşlü ve geniş düşünceli oluşuna çok güzel örnekler verdi. DTCF’nin ümmet toplumundan, millet toplumuna geçişte nasıl önemli bir kurum olduğu şöyle anlattı:
“Çocuklar! Ben Atatürk’ün kurduğu Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde (DTCF) okudum. O dönemde, o çapta bir okul Türkiye için lükstü. Anadolu’da Türkçe konuşuyor millet, ama “Türk” olduğunu bilmiyor. Ümmetini biliyor, milletini bilmiyor. “Türk”ün adı yoktu. (Millet bilinci yok!) İşte o dönemlerde hiç unutmuyorum, babam bana, ‘Sana birisi sen nesin?’ diye sorarsa cevaben ‘Türk’üm diyeceksin!’ diye tembih etmişti.
İşte Atatürk dünyadaki ve ülkemizdeki Türk tarihini, Türk dilini, Türk kültürünü araştırmak ve bu konuda uzman yetiştirmek için DTCF’yi açıyor. Türklerin tarih boyunca temas kurduğu milletlerin, Rusların, İranlıların, Çinlilerin, Latinlerin, Arapların kaynaklarından Türklerin tarihinin, kültürünün, dilinin araştırılmasını istiyor. Bir gün Fransızca okuduğu bir kitapta Sümerlerin Orta Asya kökenli olduğunu ve Türk olabileceğini öğreniyor. Bu kısmın önce altını çiziyor, sonra üstüne “önemli” notunu düşüyor. Böylece DTCF’nin Sümeroloji bölümünün yolu açılıyor. Sadece bunlarla sınırlı kalmıyor. Almanya’da Hitler’den kaçan bilim insanlarını ülkemize davet edip, İstanbul Üniversitesi’ne ve DTCF’ye yerleştiriyor. Ardından Hattuşa’da bulunan Hitit tabletleri üzerine Hitit araştırmaları başlıyor. Atatürk Fransızca (çıkan) Hitit dergisinin hamisi oluyor. DTCF, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu gibi kurumlar sayesinde Türk milletinin dili, tarihi, kültürü araştırılmaya başlanıyor. Milletimizin derinliği ortaya çıkarılıyor.”
Çığ hayatının dönüm noktasını ise şu şekilde anlatmıştı:
“Hayatımın en önemli seçimlerinden birisi, hocalarımın isteği doğrultusunda üniversitede asistan olarak kalmak yerine, müzede çalışmak oldu. Bu çok büyük bir özveri idi. Fakat müzeye gelmek hayatımın en güzel seçimi olmuştu. O yığınlarla duran, bakılmamış olan tabletlerin konservasyonunu yapmak, sınıflandırmak, kopyasını yapmak, okumak, yayınlamak hayatımın en büyük mutluluklarındandı.
Atatürk’ün bir düşüncesi vardı. İstiyordu ki, Sümerler halkın kafasına girsin. Sümerbank adını onun için koymuştu. Bu sayede (DTCF) belki araştırmalar yapan yeni nesiller ortaya çıkar. Onun için ben emekli olduktan sonra müzelerde edindiğim geniş bilgileri genç kuşaklara aktarmak için kitaplar yazmaya başladım. Sanırım bu konuda başarılı oldum.”
ÇIKMAZ SOKAKTA YOL BULAN
Çocukluk çağında Kurtuluş Savaşı’na tanık olan Çığ, Kütahya-Eskişehir Muharebeleri sonrası ordumuzun Sakarya Irmağı’nın doğusuna çekilmesini de anlatmıştı. Tekalif-i Milliye Emirleri sayesinde ordumuzun ihtiyaçlarının karşılanmasını ve devrim sürecimizi gelin yine kendi anlatımı ile okuyalım:
“Savaş çok fenaydı. Sivil halk Yunan saldırısı ile kaçmak zorunda kaldı. Çocukları küfelere koydular, onun içinde şehirleri terk ettik. Çocuk halimizle korku, üzüntü ve açlık hissettik. Acaba düşman gelir mi diye korktuk. Çorum’a gittik. Öyle perişan bir vaziyette gittik. Fakat Atatürk milletine çağrıda bulundu (Tekalif-i Milliye emirlerinden bahsediyor). Bu çağrı karşılık buldu. Atatürk sayesinde halk askerin çarığından, kıyafetine kadar karşıladı. Onunla Sakarya Savaşı yapıldı, onunla Dumlupınar muharebesi yapıldı. Yani askeri tamamıyla halk giydirdi. Düşman denize dökülünce çok sevindik. Ama bizi en çok sevindiren iki şey daha vardı: Biri Lozan Antlaşması, diğeri Cumhuriyet’in ilanı oldu.
Atatürk’ün her dediğine milletin inancı tamdı. O nedenle devrimler halk nezdinde karşılık buldu. Ben 1933 yılında Eskişehir’de öğretmendim. Biz o dönemde kadın-erkek ayrımı, kaç-göç olmadan, rahatça sinemaya, tiyatroya gidebiliyorduk. Çok kısa sürede oldu tüm bunlar. Biz o dönemin gençleri olarak, Cumhuriyet devrimlerine şahitlik ettik.”
Özetle Atatürk, yine Türk milletine “karanlıkta ışık, çıkmaz sokakta yol bulan” olmuştu.
NUTUK’A DEĞEN KALEMİN İZİ
Çığ ile yaptığımız sohbetin sonuna gelirken ben, yanımda getirdiğim 1934 basım Nutuk’u kendisine gösterip bu kitaba günün hatırası olarak bir şeyler yazıp yazamayacağını sordum. Dileğim Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutku’na onun en yılmaz savunucularından biri olan Çığ’ın iz bırakmasıydı. 106 yıllık bir Cumhuriyetçinin kaleminin değmesi idi. Bu sayede Ata ile eseri bir kez daha buluşmuş olacak; her Türk evladı için özel bir anlamı olan Nutuk, daha da büyük bir anlam kazanacaktı. Muazzez Hanım Nutuk’u eline aldı, yavaşça kitabın sayfalarını çevirdi, sonra ilk sayfasına o güzelim el yazı ile şunları yazdı:
“Bu kitap bütün Türkler tarafından okunmalı. Ancak Atatürk’ün büyüklüğü anlaşılır. Bize en büyük mirası oldu. 06/11/2019. İmza: M. Çığ”
ÖLÜMSÜZLÜK PINARI
Artık sohbetimizin sonuna gelmiştik. Muazzez Hanım gitmeden öğrencilerime kitaplarından imzalamayı ihmal etmedi. Bizi kapıya kadar yolcu etti. Büyük bir merakla geldiğimiz Akdeniz’in kıyısındaki bu şirin evden Cumhuriyet tanıklığıyla ayrılıyorduk. Gelirken başkaydık, giderken bambaşka insanlar olmuştuk. Aklımızda Çığ’ın anlattıkları, elimizde onun hediye ettiği kitaplar ve 106 yıllık imza bir vardı. Çığ, nezaketi, neşesi, içtenliği ve zehir gibi hafızası ile hepimizi büyülemişti.
Bugün Çığ’ın imzaladığı Nutuk halen kütüphanemde duruyor. Aklıma geldikçe kitabı tekrar açıyor, hem o imzaya hem de yazdıklarına bakıyorum. Şimdi düşünüyorum da, Muazzez İlmiye Çığ’ın 107 yaşına rağmen halen dimdik ayakta olması, değme gençlere taş çıkartması boşuna değil! Yaşınız 100’ü geçse de, genç kalabiliyorsunuz. Peki, bu gençliğin sırrı nedir?
Bence bu gençliğin sırrı Cumhuriyet emanetlerine sahip çıkmakta ve onu yeni nesillere bırakmakta saklı! Atatürk, Cumhuriyet ve devrimleri, akıl ve bilim hepimizin yegâne gençlik kaynağı… Türk milleti olarak, Cumhuriyet pınarından su içtikçe genç kalacağız.
Ve Cumhuriyetimiz ebediyen payidar kalacak!
Bin yaşa Cumhuriyet, bin yaşa Muazzez İlmiye Çığ!