Cumhuriyet’ten önce ve sonra Türk kadını

Atatürk ve Cumhuriyet, kadına karşı değer bilincini topluma aşılamakla ve kadınlarımıza insan olma bilincini kazandırmakla Türk kadınını ‘uygarlık öğesi’ haline getirdi. Kadın erkek ilişkileri, çağcıl uygarlık seviyesine getirildi

Türk Kadınlar Birliği, 11 Nisan 1930’da Sultanahmet'te Büyük Kadın Mitingi düzenledi.

Şu bilimsel ve tarihî bir gerçektir ki kadın, erkek denen yaratığı zihinsel, fikirsel ve ahlâksal gelişmelere sürükleyebilecek, yani biz erkekleri hayvanlıktan kurtarıp insanlaştırabilecek ve içinde yaşadığı toplumu da çağcıl uygarlığın gereklerine göre değiştirip dönüştürebilecek bir güçtür. İnsanlık tarihi boyunca akılcı aydınların ve düşünürlerin dile getirdikleri bilimsel ve tarihî gerçek odur ki, kadınları "kötülük kaynağı" olarak gören ilkel zihniyetle hesaplaşmadıkça ve erkeğin fikirsel, zihinsel ve ahlâksal gelişiminde kadının müspet rolünü kabul etmedikçe fikirsel ve ahlâksal gelişmelere yönelmek, toplumu ve devleti güçlendirmek ve uygarlık atılımları yapmak mümkün değildir. Bundan dolayı değil midir ki Karl Marx, Ludwig Kugelmann'a yazdığı 12 Aralık 1868 tarihli mektubunda, kadın mayası olmadan büyük sosyal değişikliklerin gerçekleşemeyeceğini, sosyal gelişmenin koşulunun, kadının toplumdaki yerine ve değerine bağlı olduğunu ifade etmiştir. (1)

Atatürk Devrimleri, sadece Türk kadınına değil, tüm mazlum Doğu toplumlarındaki kadınlara da umut oldu.

AYETLERDE KADIN

Marx'ın bu tespitinin biz Türkler bakımından ayrı bir yeri ve önemi olması gerekir. Şu bakımdan ki; şeriât bataklığına saplandığımız tarihten bu yana, yani aşağı yukarı bin yıldan beri, İslâm'a girmeden önce sahip olduğumuz akılcı geleneklerimizi ve örneğin kadına değer veren yönlerimizi unutmuş, kadınlarımızı hor görmüş, onları "Siz kadınların düzeni (fitnesi) büyüktür" ("İnne keydekünne âzim", Yûsuf Sûresi, âyet 28) diye damgalamış, "Allah'ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler" (Nisâ Sûresi, âyet 34) şeklindeki hükümlerden cesaret alarak kendimizi kadından "üstün" bilmiş, "Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihâyet dövün" (Nisâ Sûresi, âyet 34) şeklindeki hükümlerden destek alarak da kadınlarımıza dayağı lâyık görmüşüzdür. Veya kendimiz dövmesek de bu tür hükümleri akıl ve mantık süzgecinden geçirmeyi ve yaşamlarımıza akılcı bir yön vermeyi, kadın sorununu müspet bir çözüme kavuşturmayı, çağcıl uygarlığın "kadına dayak" veya "kadına hakaret" temelinde değil, "kadının insanlık haysiyetine saygı" ve "kadını hak süjesi bilme" temelinde şekillendiğini düşünememiş ve nihayet çağcıl uygarlığın değerlerine yabancı "aydın" sınıfların ve cahil din adamlarının elinde felâket uçurumlarına sürüklenmişizdir.

Prof. Dr. İlhan Arsel, "Şeriât ve Kadın" adlı kitabında, "...biz Türkler, şeriât bataklığına saplandıktan bu yana özellikle iki güzel niteliğimizi yitirmişizdir ki, bunlardan biri 'akılcılık' ve diğeri de 'kadına saygı'dır" (2) diyerek içinde bulunduğumuz çıkmazı tek cümleyle özetlemiştir.

Paternalist bir tutumu benimseyen şeriât, erkeği fikirsel ve ahlâksal bakımdan geliştirebilme gücüne sahip olan kadını "aklen ve dinen dûn" olarak tanımlar ve onu "cehennemlik" bilir. (3) Hiç kuşkusuz şeriât'ın kadını aşağılayan, onu "ikinci sınıf insan" kertesine indiren anlayışı benimsendikçe ne çağcıl uygarlığın insanı "insan" yapan değerleri özümsenebilir, ne Batı demokrasilerinin temelini teşkil eden ve insanların doğuştan birtakım hak ve özgürlüklere sahip oldukları ve hiçbir koşul altında bu hak ve özgürlüklerden yoksun bırakılamayacakları fikrine dayalı bulunan "doğal hukuk" nazariyesi hayata geçirilebilir, ne insan varlığının haysiyetine önem veren "cumhuriyet" kurulabilir ve ne de "demokrasi" tesis edilebilir. Çünkü şeriât düzeninin geçerli olduğu bir yerde, kadını insanca yaşatmak, erkeği insanlaştırmak ve topluma da uygarlık hamleleri yaptırmak mümkün değildir. İnsanlık tarihi böyle bir gelişme kaydetmemiştir ve kaydetmeyecektir.

OSMANLI’DA KADINA YÖNELİK YASAKLAR

"Mutlak, despotik ve keyfî" devlet tasnifinde yer alan Osmanlı Devleti (4), kadının insanlık haysiyetine saldırıların ve kadına kümes hayatı yaşatan ilkel bir anlayışın ibret verici örnekleriyle doludur. Osmanlı Devleti'nin fikir ve düşünce tarihinden habersiz yöneticileri, sanki uğraşacak başka işleri yokmuş gibi, mesailerinin ve enerjilerinin önemli bir kısmını kadınların giyim ve kuşamlarını düzenlemeye ayırmışlardır.

Devletin kaderini ve bekasını ilgilendiren savaşlar esnasında dahi kadının giyimini, kuşamını ve hareketlerini kontrol altına almak için akıl ve mantık dışı yasaklar çıkarmaktan geri kalmamışlardır. Sokaklarda ve mesire yerlerinde dolaşan kadınların, hiç kimsenin dikkatini çekmeyecek kılık ve kıyafette dolaşmaları hususunda İstanbul Kadılığına hitaben yasak fermanları göndermişler, bu yasaklara uymayan kadınların ve terzilerin cezalandırılmaları yoluna gitmişlerdir. (5)

Lâle Devri'nde (1725 yılında), Nevşehirli Damad İbrahim Paşa zamanında yayımlanan bir fermanda şöyle emredilmiştir:

"...Kadınlar, bundan böyle büyük yakalı feracelerle sokağa çıkmayacaklardır; başlarına üç değirmiden büyük yemeni sarmıyacaklardır. Feracelerinde süs olarak bir parmaktan kalın şerid kullanmayacaklardır... Kadınlar sokaklarda veya mesirelerde yeni çıkma büyük yakalı feracelerle görülürse, feracelerinin yakaları o anda alenen kesilecektir, uslanmayıp ısrar edenler olursa ikinci ve üçüncü seferinde yakalanıp İstanbul'dan taşraya sürgün edileceklerdir. Bu husus mahalle imamları vasıtasiyle bütün İstanbul kadınlarına tebliğ olunsun... Bunları diken terzilere ve şeritçilere de tembih olunsun... Yasak gereği gibi tatbik olunsun." (6)

Toplumsal "huzuru" sağlamanın çaresini kadınlara yasaklar getirmekte bulan Osmanlı Devleti, kadınların erkeklerle beraber sandala binmemeleri, ferace biçiminde yenilik yapılmaması, kadınların mesire yerlerine gitmemeleri, ince kumaştan ferace giyilmemesi ve yasağa aykırı ferace diken terzilerin derhal dükkânlarının önünde asılmaları, kadınların haftada dört günden fazla sokağa çıkmamaları, sokağa çıktıkları zaman erkeklerle (velev ki baba ve oğullarıyla dahi olsa) yan yana yürümemeleri ve ezan saatinde sokakta bulunmamaları yönünde yasaklar çıkarmış ve bu yasaklara uymayanların cezalandırılacaklarını bildirmiştir. (7)

Bütün bu hususlar, bir şeriât devleti olan Osmanlı'nın kadına bakışını ve Cumhuriyet'ten önce Türk kadınının zavallı halini gözler önüne sermesi bakımından ibret vericidir. Ne var ki, Osmanlı döneminde Türk kadınına lâyık görülen muameleyi yadırgamamak, normal kabul etmek gerekir. Çünkü kadını aşağılamak, onu cahil bırakarak sömürmek, gelişmemiş ve çürümüş toplumların ve özellikle de şeriât toplumlarının ortak özelliklerinden biri ve başlıcasıdır. Kadına saygı, Osmanlı'yı aşan bir işti. Türk kadınının haysiyetini kurtarmak için, Atatürk'ü beklemek gerekecektir.

KADININ KURTULUŞUNDA HEGEL, MARX VE ENGELS

Cumhuriyet devrimlerinden önce Türk kadını, şeriât baskısı yüzünden dilediği gibi giyinemeyen, dilediği zaman dilediği yere gidemeyen, kara çarşafa tıkılmış halde kümes hayatı yaşayan ve dolayısıyla özgürlüğünü şeriâta kurban etmek zorunda kalan ve böylece tüm uygarlık duygularını yitiren, fikir, düşünce ve kültür dünyasının dışına itilerek cahil bırakılan zavallı bir yaratık haline gelmiştir. Kadınlarımızın insanlık haysiyetine indirilen bu darbelere ve bu aşağılamalara Atatürk son verecektir.

Atatürk, Cumhuriyet'ten önce şeriât'ın kölesi olarak yaşayan Türk kadınının (ve tüm toplumun) kurtuluşu konusunda diyalektik materyalist düşüncenin ürünü olan ve Hegel, Marx ve Engels gibi düşünürlerin fikirleriyle beslenmiş bulunan şu formülü Türk insanının hayatına felsefî bir araç olarak uygulamıştır: "Düşünce ve fikir yaşamımızı oluşturan şey maddî yaşam koşullarıdır; düşündüğümüz gibi yaşamıyor, yaşantımız doğrultusunda düşünüyoruz." (8)

Atatürk şu gerçeği biliyordu ki kadınlarımıza yüzyıllar boyunca lâyık görülen maddî yaşam geleneklerini değiştirmek ve örneğin kadını çarşaf belâsından kurtarmak suretiyle onun düşünce dünyasını değiştirmek ve "Mukadderâtını bir kadının eline veren millet felâh bulmaz"(9) şeklindeki hükümlerin uygulayıcıları tarafından Ortaçağ mağaralarına tıkılmak istenen kadınlarımızı çalışma hayatının bir parçası yapmak mümkündü; kadını uygarlığın değer ölçüsü bilen Cumhuriyet sayesinde mümkün de olmuştur.

CUMHURİYET UYGARLIK ÖĞESİ YAPTI

Atatürk ve kurduğu Cumhuriyet, değerler terazisinde kadına yer ve değer vermekle, kadına karşı değer bilincini bu topluma aşılamakla ve kadınlarımıza insan olma bilincini kazandırmakla Türk kadınını "uygarlık öğesi" haline getirmiş, onu kendi kendisine saygı besler bir kerteye yükseltmiş, kadın-erkek ilişkilerini de çağcıl uygarlığın gereklerine göre yeniden düzenlemiştir.

Kadının insanlık haysiyetine saygı duymayı, kadının erkeğe eşit olduğunu ve hattâ pek çok bakımdan erkekten üstün bir durumda bulunduğunu, kadının alınıp satılabilen bir "mal" ya da dövülecek bir "yaratık" değil, fakat her şeyden önce "insan" olduğunu, özgürlüğünü eline alan kadının şahsiyet bilincine erişmesinin toplumumuz bakımından önemini, kol gücüyle ya da kılıç sallayarak, kafa keserek, fetihler yaparak veya kafamıza sokuşturulan şeriât hükümleriyle uygarlığa katkı sağlanamayacağını ve fikirsel gelişmelere yönelmenin mümkün olmadığını, fikirsel gelişmenin yalnızca akılcı düşünceye sahip çıkmak, insan aklına güvenmek ve kadını toplumsal yaşamın bir parçası yapmak suretiyle gerçekleşebileceğini bizlere Atatürk öğretmiştir.

Yakın tarihimizin tecrübelerinin bizlere öğrettiği odur ki, Atatürk'ün hayatımıza soktuğu bu değerlere ve demokratik ve laik Cumhuriyetimize sahip çıktıkça, kadınlarımıza değer verdikçe ve akla ve müspet ahlâka ters düşen şeriât verilerini eleştirme alışkanlığı kazandıkça fikirsel gelişmelere yönelmiş, insanlaşmış ve uygarlık atılımları yapmış, fakat bu değerlerden uzaklaşıp şeriâta ve medrese zihniyetine saplandıkça ve kadınlarımızı erkekten uzaklaştırdıkça da kafa gelişmemiz durmuş, kültürsüzleşmiş, bilgisizleşmiş, insanlıktan çıkmış ve felâket vadilerine yuvarlanmışızdır.

DİPNOT:
1- Bkz. The Letters of Karl Marx, Selected and translated... by Saul K. Padover, Prentice-Hall Inc., New Jersey, 1979, s. 259; ayrıca bkz. İlhan Arsel, Şeriât ve Kadın, Kaynak Yayınları, 24. Basım, Ocak 2017, s. 30; Arsel, Biz Profesörler, Kaynak Yayınları, 4. Basım: 1997, s. 141.
2- Bkz. İlhan Arsel, Şeriât ve Kadın, s. 57.
3- Bkz. Sahîh-i Buhâri Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, cilt 1, s.41, Hadis No: 27; s.222-225, Hadis No: 209; cilt 3, s.183; cilt 9, s.40, Hadis No: 1340; cilt 11, s.314-315, Hadis No: 1819; Riyâzü's-Sâlihîn Tercemesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, cilt 1, s.299, Hadis No: 256.
4- Osmanlı Devleti'nin "Mutlak" ve "Despotik" yapısı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. İlhan Arsel, Şeriât Devleti'nden Laik Cumhuriyet'e, Kaynak Yayınları, 6. Basım: Ocak 2018, s.48 vd.
5- Bkz. Prof. Dr. İlhan Arsel, Cumhuriyet, Kadının Giyim Hürriyeti, 18 Mart 1968, s. 2.
6- Bkz. Arsel, a.g.m.
7- Bkz. Günseli Özkaya, Tutsaklıktan Özgürlüğe Kadınların Savaşı, İstanbul 1970, s. 348; ayrıca bkz. İlhan Arsel, Şeriât ve Kadın, s. 72.
8- Bkz. İlhan Arsel, Şeriât Devleti'nden Laik Cumhuriyet'e, s. 666. 9- Bkz. Sahîh-i Buhâri Muhtasarı..., cilt 10, s. 449, Hadis No: 1660.

Sonraki Haber