Demir Özlü sagusu

Kuzeyden bir yıldız daha kaydı. Demir Özlü, kültür, sanat, edebiyat, siyaset ve hukuk dünyamız için büyük bir kayıp. Ardında bizlere, halkına, anılarını, öykülerini, romanlarını, makalelerini, kitaplarını miras bıraktı

Kuzeyden bir yıldız daha kaydı. İsveç’te Türk adını başarıyla temsil eden kültür insanlarımız, aydınlarımız birer birer aramızdan ayrılıyorlar… Heykeltraş İlhan Koman ve Ali Ayral, gazeteci, filmci Güneş Karabuda, fotoğrafçı, Şair Lütfi Özkök, fotoğrafçı Abdi Yazgan, oyuncu Tuncel Kurtiz, siyasetçi yazar Mihri Belli, yazar Abdullah Rıza Ergüven, Mehmet Uzun ve Erol Sever, ressam İhsan Aydın ve Rauf Alazan, desenci Ünal Dündar, Mimar Yusuf Erşahin, Müzisyen İrfan Tümer… Hemen aklıma geliveren isimler…

Ve 13 Şubat 2021 Cumartesi günü yeni bir acı haber: Hukukçu Yazar Demir Özlü hayatını kaybetti… 86 yaşındaydı ve kalp yetmezliği nedeniyle tedavi görüyordu.

Hepsi artık anılarda, yüreklerde yaşıyorlar, yaşayacaklar…

Demir Özlü deyince aklıma hep saçını özenle kahkül yapan, temiz giyimli, oturur oturmaz piposunu yakan, yanında kitabı ya da gazetesi varsa açıp kaşlarını kaldırarak okumaya başlayan, sakin, ciddi görünüşlü ama hoşuna giden bir şey olduğunda kısık dişleri arasından alçak sesle gülen bir İstanbul beyefendisi gelir.

2003 yılında İsveçli Şair, Türkiye dostu, sevgili dostum Peter Curman’ın şiirlerinden bir derleme yapıp “Kuzey Esintileri” isimli bir şiir kitabı hazırlamıştım. 2004 yılında Berfin Yayınevi’nden yayınladık. Kitabın önsözünü de Demir Ağabey yazmıştı. Bu güzel önsöz de bana onun mirası olarak kaldı. Kitabın sayfalarında sonsuza dek yaşayacak.

DÜNYA BÖYLE TERSTİR İŞTE...

Düşünceleri ve yazıları nedeniyle bir dönem yurttaşlığı elinden alınmıştı ve çok sevdiği ülkesine gelemiyordu. 23 Eylül 1988’de Kopenhag’da havaalanında, İsveçli bir grup yazarla karşılaşır. İçlerinde o tarihte İsveç Yazarlar Birliği Başkanı olan Peter Curman da vardır. İstanbul’a gideceklerdir. Özlü ise Atina’ya. Peter’e şöyle der: “Bu dünya böyle terstir işte Peter; İstanbullular Atina’ya gider Stockholmlularsa İstanbul’a”. Kuzey Esintileri’nin önsözünde bu anısına yer vermişti. Peter Curman daha sonra ona Boğaz’ın kıyısından oranın çizgilerini, rüzgarlarını, ışığını getirir. Yazar arkadaşlarının selamlarını da…

Özlü aynı önsözde Peter Curman’ı bizden biri yerine koyar: “Sanki içimizden biri o. İstanbul’da büyüse Hukuk Fakültesi’ne devam edecek, Onat Kutlar’la arkadaş olacak, 28 Nisan 1960 öğrenci ayaklanmasına katılacaktı, hiç kuşkum yok.”

Önsözü yine onu bizden biri olarak anlatarak bitirir: “Bu yıl [2003], Irak savaşı öncesinde İstanbul’da savaşa karşı yapılan Yüzler Meclisi toplantısında Peter Curman’a rastladım. En heyecan verici savaş karşıtı konuşmalarından birini yaptı. Ertesi Pazar günü de Beyazıt Meydanı’ndaki miting’de konuşmaların yapıldığı otobüsün üzerindeydi. Bana 28 Nisan 1960’ı anımsattı. O bizim yerimize de konuştu. Ama belki bizden de güzel konuştu. Çünkü bir şair o. Yanında Onat vardı”.

Demir Özlü’yü ilk kez İsveç’e ilk geldiği sıralarda 1979 yılı sonlarında ya da 1980 başlarında Stockholm’de Odenplan Meydanı’nda bir lokantada Yazar Mahmut Baksı ile yemek yerken görmüştüm. Mahmut Stockholm’de ilk tanıştığım arkadaşlardandı. Tanıştırdı.

Samimi dost olmamız 12 Eylül darbesi sonrası Hukukçu, Stockholm Radyosu Program Yapımcısı arkadaşım Hadi Orman kanalıyla oldu. Hadi Orman, 1980 darbesi sonrası siyaset yapması yasaklanmış olan Bülent Ecevit’in İsveç’teki temsilcisiydi. İsveç Türk İşçi Derneği’nin başkanıydı. Demir Özlü de bu dernekte çalışıyordu. Derneğin yazı çizi işlerine yardım ediyor, konferanslar veriyor, danışmanlık yapıyordu. Stockholm Radyosu’nda da katkıda bulunuyordu. Ben de radyoda röportajlar, söyleşiler yapıyordum.

Radyo’da, özellikle cuma akşamları, evlere dağılmadan önce birkaç kadeh içilip sohbet edilirdi. Zaman zaman da herhangi bir meyhanede, lokantada bu sohbet sürdürülürdü. Ben hep devam edenler tarafındaydım. Demir Abi de arada bir katılırdı. O daha çok gündüzlerin, kahvehanelerin, pastahanelerin adamıydı. Öğleden sonraları Stockholm kahvehanelerinde, pastahanelerinde oturup birşeyler yemeyi, içmeyi yeğlerdi. O sıralarda gidilecek yerleri sınırlı olan kent merkezinde, Gamla Stan’da (Eski Kent) Kristina, Östermalm’de Diplomat, Söder’de Gunnarsson gibi Stockholm klasiği bir pastahanede onunla karşılaşabilirdiniz.

Ben tersine gece adamıydım, meyhaneleri severdim. O yıllarda İsveç kentlerinde insanlar geç vakte kalmazlardı. Saat 18.00’de evlerine dağılırlardı. Sokaklar sakinleşir, tenhalaşırdı. Meyhaneler de erken kapanırdı. İsveçlilerin eğlenme, dağıtma zamanı cuma, cumartesi akşamlarıydı.

BATAKHANEDE

Stockholm’de kent merkezinde, Kungsgatan’da, müşterilerinin çoğu Finlandiyalılardan oluşan Wallonen, Kungsgatan – Sveavägen köşesinde Konserthuset’in (Konser evi) karşısında Monte Carlo, Odenplan’da Tennstopet isimli, gazeteci, yazar takımının; Normalm’deki KB isimli, sanatçıların yeğlediği mekanlar, Söder’deki Kvarnen (Değirmen) ve Jägaren (Avcı) tipik İsveç meyhaneleriydi. Kloster (Manastır) isimli meyhane de daha çok züğürt gençlere hitap ederdi. Devrimcisi, hippisi, garibanı buradaydı.

Daha sonraları bir de McAllan diye saat 03.00’e dek açık olan içkili, müzikli lokanta hizmetimize girince pek sevinmiştik. Buraya Batakhane ismini koymuştum. Öteki meyhaneler kapandıktan sonra devam etmek isteyenlerin buluşma yeri olmuştu. Kavgalı, cıngarlı maceralı bir yerdi. Kavgalar daha giriş kapısında başlardı. Çok sarhoş olanları bekçi içeri almayınca isyan çıkardı. Bir keresinde -nasıl olduysa- Demir Abiyle bir lokantada geç saate kadar oturduk. “Batakhane’ye gidelim” dedim. “Neresi orası?” diye sordu. Anlattım. Merak etti, gittik. Çok hoşuna gitti. Merakla herkesi inceleyip, esprili yorumlar yaparak sakin sakin, hıh hıh hııı, diye gülüyordu.… Daha sonra ne zaman aklına gelse, ya da oraya gitme teklifinde bulunsam, “Batakhane, batakhane” deyip dişlerini bir şey ısırır gibi kısıp “hıh hıh hııı” diye gülüyordu… Fakat bir daha hiç gelmedi.

Bal Palais, Stampen, St Klara, Lilla Maria gibi caz klüplerine gittiğini de hiç görmedim. Lilla Maria diye bir öyküsü var. Beni çok şaşırtır. Lilla Maria hoş ve loş bir caz kulübüdür. Sigara dumanı, içki kokusu içinde insanı kendinden geçiren caz, blues parçaları çalınır; Burada pekçok kez Mafy (Muvaffak) Falay, Okay Temiz gibi Türk cazcıları da program yapmıştı. Öyküsünde, o göz gözü görmez, kulaklar söyleneni duymaz ortamda kız ya da oğlan tavlamaya çalışan bıçkın gençleri, türlü maceraları yazmamış da orada, öğlenleri verilen salata kahve dahil ucuz yemeği yiyen ve saatlerce oturan yaşlı bir kadını anlatmış. Bunu kendisine de söyledim, “sen anlamazsın” der gibi, kıs kıs güldü… Şimdi aklıma gelince ona hak veriyorum. O, Lilla Maria’da, ülkesinden uzakta tek başına oturan bir Türk yazarıyla, kendi ülkesinde, kentinde saatlerce oturup, gelen gidenle iki laf etmeye çalışan iki kişinin yalnızlığını anlatıyordu. “Komşum” isimli iki paragraflık öyküsünde de kendisinin ve karşı evde pencereden gördüğü komşusunun, iki yalnız insanın sessiz sedasız iletişimlerini öyle bir anlatır ki… O, gürültülü, patırtılı, mekanların, kalabalıkların maceralarının değil, yalnızlığın, bunaltının, iç dünyaların yazarıydı…

Demir Özlü vaktini iyi kullanıyordu. Ecevitçi dernekte çalışıyordu ama derneğin düzenlediği toplantılar dışında Türk vatandaşlar arasına pek karışmıyor, kısır çekişmelere girmekten kaçınıyordu. Kütüphanelerde oturup kitapları okşayıp okumak büyük zevkti onun için. Toplantılar, konferanslar, tartışmalar onun işiydi. Bir ara haftanın bir günü bir lokantada buluşacak, entelektüel tartışmalar yapacak, memleket meselelerini konuşacak bir grup oluşturmak istedi. Olmadı.

Dünyayı da izliyordu kuşkusuz ama asıl derdi Türkiye’ydi. 1970’li yılların onu Türkiye’den ayrılmaya zorunlu kılan vurdulu kırdılı günleri ve onları takip eden 12 Eylül 1980 darbesinin yıkımı onu derinden etkiliyordu. Ülkenin içinde bulunduğu durumu konuşmayı seviyordu ama konuşacağı kişi ve ortam çok kısıtlıydı. Bir ara fotoğrafçı Abdi Yazgan [12 Mart öncesi Ankara’da ünlülerin, siyasetçilerin fotoğrafçısıydı] bir kitapçı dükkânı açmıştı. Bir süre orada buluşuldu ama kısa sürdü çünkü kitapçı battı, Abdi iflas bayrağını çekti. Kefilleri de Demir Özlü ve Hadi Orman’dı. Kendilerini kurtarmak için onlar da epeyce uğraştılar.

İsveçliler de kafasını açmıyordu. Ciddi, bilimsel, ağırbaşlı konuşup fikir alışverişi yapacak İsveçli de azdı. 12 Eylül sonrası İsveç’e iltica edenler doğal olarak çektiklerini, hapishane ve işkenceleri anlatıyorlardı. İsveçlilerin beklentisi de zaten buydu. Bu durumdan yararlanan çok oldu, “Ben solcuyum, faşist darbe bana şunu yaptı, bunu yaptı; ben Kürt olduğum için Türkler bana şöyle yaptılar böyle yaptılar; ben Süryaniyim Hıristiyan olduğum için Müslümanlar canımıza okudular. vb.” Tam İsveçlilerin sevdiği konuşmalardı…

HAYATINDA BİR KERE SİNİRLENDİ

Demir Özlü siyasi tutumu nedeniyle askerliğine yedek subay olarak başlayıp çavuş olarak bitiren sakıncalı piyadelerdendi. Eşi Ulla Lundström, Yılmaz Güney ile hapishanede röportaj yapmış bir İsveçli gazeteciydi. Tercüman gazetesi bu olayı kışkırtıcı bir şekilde saptırarak vermişti. Özlü olayı şöyle anlatır: “Arnavutköy’deki eve döndüğümde, karım yabancı gazeteci olduğu için kapı önüne bir bekçi yolladılar. Bekçinin kapının önünde dikilip durmasına üzüldüğümden onu gerisin geriye karakola yolladım. Tercüman gazetesi karımın İsveç TV’si için cezaevindeki Yılmaz Güney’le yaptığı bir söyleşiyi bahane ederek, onun hakkında haksız ve doğru olmayan yayın yaptı. Bu yalan haberi mahkeme yoluyla tekzib ettim. Adalet Bakanı’nın Yılmaz Güney’le hapishanede söyleşi yapılmasına izin verilmesini muhalefet 11’ler-CHP hükümeti aleyhine sorun yapmak istedi. Dört buçuk yaşında olan oğlum Harun olayların baskısını üzerinde hissediyordu. Böylece karımla oğlumu Stockholm’e göndermeye, ardından da kendim giderek, uzunca bir süre –önce altı ay, olmazsa iki yıl- orada oturmaya karar verdim. Onlar 30 Mart 1979 günü Stockholm’e uçtular”. Demir Özlü’nün kendisi de 19 Haziran 1979’da İsveç’e gider.

Koskoca İstanbul’un renkli, zengin yaşamından sonra minik kent Stockholm’deki yalnızlık, sessizlik, kültür, edebiyat, sanat zayıflığı onu olumsuz etkiler.

Demir Özlü Marksistti. Eski İşçi Partili idi. Bilinçli bir entelektüel, sağlam bir aydın, düzgün bir yurtseverdi. Emperyalizme ve sömürüye karşıydı. Özgür düşünür, kırmadan, soğukkanlı ve seviyeli konuşurdu. En kızdığı zaman bile soğukkanlılığını korurdu. Sadece bir kez kızdığına tanık oldum.

Ortadoğu Kitabevi’ndeydik. Burayı Kutay Doğan açmıştı. Kutay, 8 Mart 1972 günü sırtından vurularak öldürülen devrimci genç Koray Doğan’ın ağabeyidir. Bir veteriner teğmen iken İsveç’e sığınmak zorunda kalan devrimci bir arkadaşımızdı.

Kitapçı dükkanı çalışmadı. Benim başkanı olduğum, Türkiye Halk Birliği isimli derneğe devretti. Biz de çalıştıramadık. Yine devrimci bir arkadaşımız olan Hilal Altan’a devrettik. O uzun süre çalıştırdı. Kaset ve video işine de girince müşteri çoğaldı. Dükkan Stockholm’deki Türklerin uğrak yeri oldu.

Bir giriş odası, İç oda ve bodrum katı vardı. Biz daha çok iç odada bulunan birkaç tabureye oturur sohbet ederdik. Birgün burada otururken çok genç bir delikanlı girdi içeri. Birkaç kitaba baktıktan sonra bizim bulunduğumuz iç odaya girdi. Biraz bizi dinledikten sonra bodoslama sohbetimizin içine daldı. Demir Ağabeyin kim olduğunu anlamış olmalı ki, ona sorular sorup sıkıştırmaya çalıştı. Kürt-Kürdistan muhabbetine girdi. Demir Ağabey mümkün olduğunca alttan alıp ‘Emperyalizm’, ‘birlikte mücadele’ vs. diye ikna edici bir üslup kullanmaya çalışsa da delikanlı saygı sınırlarını zorlayan bir havaya girmeye başladı. “Lenin ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunur. Sen onun kitabını okudun mu?” deyince Demir Ağabey fena sinirlendi, rengi değişti, sert bir dille “Evladım ben o kitabı okuduğumda sen daha dünyaya gelmemiştin” gibi bir şeyler söyledi. Nefesi daraldı. Hilal araya girip çocuğa, “Ne istiyorsun, kitap mı, kaset mi al başkalarını rahatsız etme” diyerek çocuğu postaladı. Bu olay dışında Demir Ağabeyin kimseye kızdığını, kırdığını görmedim.

DÖNEMEMENİN BUNALIMI

Türkiye’den 12 Mart 1971 darbesi sonrası gelenler çok daha kaliteliydi. Çoğu okumuş, oturmasını kalkmasını, büyüğünü küçüğünü bilen insanlardı. 12 Eylül 1980 sonrası da çok sayıda aydın insan gelmesine karşın çok daha büyük sayıda akın oldu ve bunların arasında çakal çukal takımı oldukça fazlaydı. İsveç’e ilk gelen saygın, kültürlü, entelektüel, aydın insanların yerini ilkel, kaba saba insanlar almaya başlamıştı. Türklere genelleme yaparak, “faşist” demek bu dönemde yaygınlaştı ve İsveç toplumunu da etkiledi. Bu ortam Demir Özlü gibi ülkesini, halkını seven insanlarda oldukça büyük rahatsızlık yaratıyordu. Ve ruhsal durumlarını etkiliyordu. “Ülke bir an önce düzelse de dönsek” diyorlardı. Düzelme işi uzadıkça daha da bunalıyorlardı.

1982-1983 yıllarında Köln’de yayımlanan “Demokrat Türkiye” gazetesinde yazdığı bazı yazıları nedeniyle Demir Özlü’ye, 1983 yılında Sıkıyönetim Savcılığı, Türk Ceza Yasası’nın 140. Maddesine dayanarak soruşturma açar ve hakkında gıyabi tutuklama kararı verir. Bu karar Özlü’ye duyurulmaz bile ama 1985’te yurda dön çağrısı yapılır. Özlü, o koşullarda dönmeyi uygun bulmaz. O sırada yenilemek için konsolosluğa bıraktığı pasaportu da kendisine geri verilmez. 10 Kasım 1986’da Resmî Gazete’de yer alan bir kararname ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılır. Böylece 1979 yılında başlayan gurbetçilik1986 yılında zorunlu sürgüne dönüşür.

Bu dönemde birçok aydın gibi Stockholm Radyosu Program yapımcısı ve Bülent Ecevit’in İsveç Temsilcisi Hadi Orman da yurttaşlıktan çıkarılır.

İsveç Yazarlar Birliği’nin 1988 kongresine Türkiye’den şair Bülent Ecevit de davetlidir. Ecevit bu ziyaretinde Demir Özlü ve Hadi Orman ile yüz yüze görüşmeler yapar. Kongrede yaptığı konuşmada Demir Özlü’den de bahseder.

Ecevit 1988 yılı şubat ayında zamanın başbakanı olan Turgut Özal’a, Özlü ile ilgili bir mektup da yazmıştır.

Büyük bir olasılıkla Ecevit’in girişimleri sonucu hem Demir Özlü hem de Hadi Orman yeniden vatandaşlıklarını kazandılar.

Demir Özlü sadece Türkiye ve İsveç arasında değil; canı istediği ülkede gezer, kalır ve yazardı. Kitaplar ve ödüller birbirini izledi. Soluma ile 1963’te Türk Dil Kurumu Hikâye Ödülü, Stockholm Öyküleri ile 1988’de Sait Faik Hikâye Armağanı, Bir Yaz Mevsimi Romansı ile 1990’da Orhan Kemal Roman Ödülü, İthaka’ya Yolculuk ile 1996’da Dünya Kitap Dergisi Yılın Kitabı Ödülü ve 1998’de Yunus Nadi Roman Ödülü, Amerika 1954 ile 2004’te Sedat Simavi Edebiyat Ödülü almıştır.

Sevgili Demir Ağabeyin aramızdan ayrılması, benim için, yalnız iyi bir yazarı değil; iyi bir insanı, iyi bir dostu kaybetmek demek. Kültür, sanat, edebiyat, siyaset ve hukuk dünyamız için büyük bir kayıp. Ardında bizlere, halkına, anılarını, öykülerini, romanlarını, makalelerini, kitaplarını miras bıraktı.

Kuzeyden bir yıldız daha yüreklerimize kaydı.

Işıklar, kitaplar arasında uyusun. Edebiyat dünyamızın, halkımızın başı sağolsun.

Sonraki Haber