Devrimin jeopolitik zorunluluğu üzerine
Türkiye ve Rusya, Avrasya’da çok kutuplu dünyada var olan jeopolitiğe geri dönüş başlattı. Sadabat Paktı’nı unutan Türkiye bugün kendini BRICS’te bulmuştur. Jeopolitik gerçekliği iyi takip etmeyen iç ve dış kamuoyu grupları şaşkındır. Oysaki bu, jeopolitik öze dönüştür
Devrimlerin özelliği geldiği dönemde, içinde bulunduğu coğrafyada, ekonomi-politik alt yapı, sosyal sınıfların konumlanması, kamu hizmetlerinin yerine getirilmesi ve devletin yönetim biçimi gibi konularda büyük değişimler getirir. Bu değişimlerin sonucu olarak yurttaşlık öğretisi ve değerler üzerinde de değişimler kaçınılmazdır. Yeni değerler, ister istemez jeopolitik konumlanma açısından da zorunluluklar doğurmaktadır.
RUSYA, TÜRKİYE VE ÇİN ÖRNEKLERİ
Buna dünyada verilecek birçok örnek vardır. Bizim açımızdan en büyük örnekler 1917, 1923 ve 1949 devrimleridir. Diğer bir deyişle ve tarihsel sıralama ile Rus, Türk ve Çin devrimleridir. Söz konusu devrimlerin devlet biçimlerinden sosyal yaşama, yurttaş tanımından değerler hiyerarşisine kadar büyük etkileri bilinmektedir.
Sovyetler Birliği’nin dünya üzerinde ilk kez işçi sınıfının mutlak hâkimiyeti üzerine kurduğu düzen ve partili yurttaşlık anlayışı tarihteki benzerleri arasında ilktir.
1923 Türk Devrimi ise kendinden önceki teolojik monarşinin mutlak hâkimiyetine son vermiştir. Ülke içinden meydan okuyan devrimci gençlere rağmen yurttaşlığı çok hukuklu bir sosyal düzenin konusu olan grup üyeliğinden ileri götürmemekte ısrar eden bu rejimi tamamen değiştirip hâkimiyeti mutlak olarak yasanın öznesi ulusa bırakan demokratik bir cumhuriyete dönüştürmüştür.
Çin Devrimi ise bir halk cumhuriyeti yaratmış, yönetimi kesin olarak devrimin ideolojik öznesi partiye devrettiği ve kapitalist dünyanın dayattığı kamu hizmetleri anlayışını reddedip kendi üretim modeline uygun olan şekle dönüştürmeyi başarmış bir devrimdir.
SOVYET VE ÇİN DEVRİMLERİNİN JEOPOLİTİK KONUMLANIŞI
Bu üç devrimin ortak özelliği uluslararası jeopolitik konumlanmayı da yeniden belirlemiş olmasıdır. 1917 Devrimi sonrası oluşan Sovyet yönetimi emperyalizme karşı savaşı jeopolitik konumlanmanın temel ilkesi olarak belirlemiş, bunun önemli bir örneği olarak devrim öncesi son yüzyılda en büyük savaşlarda karşı karşıya kaldığı Türk ulusuna emperyalist işgalcilere karşı Kurtuluş Savaşı’nda doğrudan destek vermiştir.
Devam eden süreçte de Batılı emperyalist güçlerin karşısında bir Doğu blokunun liderliğini yapmıştır.
Çin devrimi de Sovyetler ile rekabetçi bir ideolojik yapıya sahip olmasına rağmen Kore ve Vietnam’da Batı emperyalizmine karşı savaşı desteklemiş, jeopolitik konumlanmasını günümüze kadar Batı emperyalizminin isteğine karşı kendi ulusal çıkarları ve aynı doğrultuda tutum izleyen Doğulu milletlere destek olarak belirlemiştir.
Sovyetler Birliği, 1945 düzeninde San Fransisco’ya Nazi ordusuna karşı büyük zafer kazanan taraf olarak davet edilmiş ve 1945 sonrası kurulan düzenin öznelerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Bundan dolayıdır ki 1945 sonrası ve öncesi arasında jeopolitik konumlanma açısından büyük bir farklılık göstermek zorunda kalmamıştır. Hatta Berlin Duvarı’nın doğusuna örülen demir perdenin 1939 öncesi hayallerin bir kısmını oluşturduğunu söylemek belki de pek yanlış olmaz.
KEMALİST DEVRİM’DEN KOPUŞ
Gelelim bunlardan isim olarak çok farklı ama üretim ve kamu hizmetlerinin görülme yöntemi olarak epey benzerlikleri olan halkçı ve devletçi Kemalist Devrim’in jeopolitik konumlanmasına…
İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler’in ve Çin’in ödediği bedeli ödeyecek gücü kalmayan, milyonlarca kilometre kare toprak ve milyonlarca insandan oluşan nüfusu kaybeden Osmanlı’nın kalan son kalesinden sağ çıkmayı başaran Türk milleti bu badireyi de savaşa katılmayarak atlatmaya çalışmıştır.
Sovyetler Birliği’nin ölüm kalım savaşı verdiği, Akdeniz’in, Kuzey Afrika’nın, Doğu Avrupa’nın savaşın pençesinde varlık mücadelesi verdiği dönemde Nazileri göğüsleyecek güce sahip olamamasının bedelini savaştan sonra ödemeye karar vermiş, 1945’te Uzak Doğu’da savaşı nükleer silah kullanarak bitirmiş siyasal güç merkezinin sosyo-ekonomik ve siyasal işgaline ses çıkaramamış, jeopolitik konumlanmasını buna göre yeniden düzenlemek zorunda kalmıştır.
Ne var ki kendisine biçilen görev kurucu devrimiyle o kadar çelişen bir konum yaratmıştır ki neredeyse 1923 devriminden beri savaşın bittiği 1945’e kadarki bütün birikimini takip eden dönemde kaybetmek zorunda kalmıştır. Bunların en önemlisi Avrasya’da yarattığı etki ve güven olmuştur.
NATO ÜYELİĞİYLE BİRLİKTE…
NATO üyeliği ile birlikte, ordudan başlayarak bütün siyasetin yeniden tasarlanmaya çalışılması ve bütün bir soğuk savaşta ileri karakol görevini kabullenmek zorunda kalması sonucu zamanla jeopolitik kaymaların içeride siyasal şiddetle düzeltilmeye maruz kalması, devrimden kalan bütün birikimin yok olması tehlikesini yaratmıştır. Siyasal şiddetin gösterdiği “başarı”, devrimin son birikimini de baskılayan güçlere cesaret vermiş ve nihai darbe olan Misak-ı Milli’den intikam alınması planına geçilmesi hevesini dahi doğurmuştur.
SSCB’NİN DAĞILMASI
1990’da Sovyetleri yok etmiş olmanın vermiş olduğu özgüvenle Türkiye’ye de Türk Devrimi öncesi Sevr’in yok denecek düzeyde küçülttüğü Düyun-u Umumiyeli bir idame şekli lütfedilmiştir. Bunu gerçekleştirmek amacıyla kullanılan siyasal şiddeti ise içerideki ve dışarıdaki vekiller yolu ile artırmışlardır.
JEOPOLİTİK ÖZE DÖNÜŞ
Ne var ki 2000li yılların ilk çeyreğinin ikinci yarısı hem Rusya’da hem Türkiye’de bu düzene toplumsal düzeyde bir isyan başlatmış ve siyasal düzlemde sonuçlar almaya başlanmıştır. Bütün birikimi kaybedilen devrimlerin belleklerinde var olan genetik kodları ile iki millet Avrasya’da çok kutuplu dünyada var olan jeopolitiğe geri dönüş başlatmıştır.
Rusya bu dönüşümü neredeyse büyük oranda tamamlamış olmasına rağmen Türkiye hâlâ bu yoldadır. Sadabat Paktı’nı unutan Türkiye bugün kendini BRICS’de bulmuştur.
Jeopolitik gerçekliği iyi takip etmeyen iç ve dış kamuoyu grupları şaşkındır. Oysaki bu jeopolitik öze dönüştür.
Bu dönüş, sadece Türkiye ve Rusya’da değildir. Macaristan’da, Venezuela’da, Hindistan’da, Malezya’da ve hatta Azerbaycan’da bu jeopolitik dönüşüm bir zorunluluk olarak devam etmektedir. Üçüncü dünya savaşının buna engel olacağı düşüncesi gerçeklikten kopuktur. Buna engel olabilecek tek şey daha iyi bir alternatifin varlığıdır. Batı, bu alternatifi sunmak bir yana kendini sürekli tekrar eden bir kısır döngüye girmiş ve bunu değiştirecek birikimi sağlayacak kendi öz birikimlerini yok etmiştir.
Not: Bu yazı ilk olarak kitalararasi.org’da yayınlanmıştır.