Dil Bayramı kutlu olsun: Toplumun serüveni dilinde görülür

Toplum durağan değildir ve gereksinimleri çeşitlenirken, dilini de, yine kendisi 'gelişim' yönünde değiştirir. O nedenle, dil olayları incelenerek o toplumun zaman içindeki yaşayışını değerlendirebiliriz. Dil her şeyi yansıtır.

26 Eylül 1932 tarihinde ilan edilen dil bayramı, Türkçemizin önemi ve kutsallığını belirtmesinin yanı sıra, özenle kullanılması ihtarını da içermektedir. Türkçenin içinde bulunduğu durum gereği bu sahiplenme ve uyarı yapılmıştır.

Konuyu çözebilmek için, öncelikle genel olarak “dil”i tanımalıyız. Dil nedir, ne değildir? Konuşma dili, yazı dili ve bunların kullanılma durumları gibi konularda Türkçenin neler yaşadığına bakmalıyız.

Genel olarak dil, sosyoloji biliminin “Kültür” başlığında yer alır. Kültürün birçok bileşeni vardır ve dil bunların en önde gelenidir. Seslerden örülmüş kültürel bir yapı olarak, ulusların tamamen kendi yaratımlarıdır. Sondan başa doğru gidersek, her toplumun kendi dilini yarattığını görürüz. Bu yaratımda malzeme, her ulusun kendi sesi olmuştur. Sözcüklerin sayısı, çeşitliliği, o toplumun gereksinimlerinin sonucudur. Sözcüklerin yaratılış, çoğaltma, birbirleriyle ilişkiye sokulma durumları da aslında, toplumun zaman içindeki ilerleyişini gösteren tartışmasız belgelerdir. Bütün toplumların öz yapısı; her yönüyle yaratmış oldukları dillerinde kendini ortaya koyar.

Dili kendisi için yaratan toplumdur ve bu yaratılışı o toplumun fertleri arasındaki gizli bir anlaşma olarak düşünebiliriz. Her fert durumlar ve nesnelerle ilgili olarak aynı şeyi söyler ve söylenileni aynı şekilde anlar. Bu yapı bozulursa, yani bir söz o toplumun fertleri tarafından aynı olarak algılanmazsa; yaşamsal bir sorun var demektir ve devamı toplumsal çözülmeyi getirir…

Yaşamsal gereksinimlerin doğurduğu kendiliğinden değişimleri ise; “gelişme” kavramı içinde değerlendirmek gerekir. Toplum durağan değildir ve gereksinimleri çeşitlenirken, dilini de, yine kendisi “gelişim” yönünde değiştirir. O nedenle, dil olayları incelenerek o toplumun zaman içindeki yaşayışını değerlendirebiliriz. Dil her şeyi yansıtır. Toplumun serüveni dilinde görülür.

Dilin gelişmesinde bir adım ilerisi, yazı dilinin oluşmasıdır. Sosyoloji biliminin içinde olarak; dil çalışmalarında bu aşama, toplumsal gelişmeye ışık tutar. Öte yandan “konuşma dili”, ardından “yazı dili”nin oluşması, kullanım açısından bir soruna gebedir. Şu veya bu nedenle yazı dili konuşma dilinden uzaklaşır. İkisi zaten aynı olamaz ama makul ölçüleri aşınca aydın-halk ikilisi sıkıntı yaşar. Bu olumsuzluk Türkçenin serüveninde sıkça görülür.

AYDIN HALK AYRILIĞI

XI. ve XII. yüzyıllarda Türkler sanat alanında Farsçayı, bilim alanında Arapçayı kullanmaya başlar ve doğal olarak aydın kesiminin konuşma diline de sirayet eder. Böylece aydın ile, halkın kullandıkları dil ayrılık göstermeye yönelir. Oluşan farklılık gün geçtikçe büyür… Günümüzdeki aydın-halk arasındaki ayrılık da buralardan kaynaklanıyor. Yaşanılan olumsuzluğun ulusal yaşamda ileriye yönelik yıkıcı etkileri olacağını ilk olarak görüp, önlem alan devlet adamı Karamanoğlu Mehmet Bey (1277) olur. Mehmet Bey fermanında şöyle der: “Şimden gerü hiç kimesne kapuda ve divanda ve meclis ve seyranda Türk dilinden gayrı dil söylemeyeler.” XIII. yüzyılda Selçuklular zamanında bilim dili Arapça, sanat dili Farsçaydı. Karamanoğlu Mehmet Bey kendi beyliğinde yayınladığı fermanıyla Türkçenin içine girdiği olumsuzluğa son verir.

Yüzyıllar sonra XX. yüzyılda Türkçe’nin içinde olduğu sıkıntıyı görüp, ona el koyan Mustafa Kemal Atatürk olur. 1927 yılında yakın çevresiyle başlayıp, 1928’de devrim yasasıyla taçlandırdığı “Harf Devrimi”, Türk kültür ve uygarlığına yapılacak hizmetlerin önünü açmıştır. Bu çözümle Türk halkı ön plana geçer. Artık onun kültürü, tarihi, uygarlık alanındaki yeri bilimsel olarak ele alınıp, saptanabilecektir.

İlk adım son derece isabetli ve güçlü olmuştur. Bunun arkasından Türk Tarih Kurumu (1931), Türk Dil Kurumu (1932) gibi kurumların çalışmalarıyla Türk ulusunun geleceğinin aydınlatılması amaçlanır. “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” düşüncesiyle çalışmaları sürdüren Mustafa Kemal Atatürk, 26 Eylül 1932 tarihinde yapılan Birinci Türk Dil Kurultayı’nda bir talimat verir. Buna göre, “26 Eylül Dil Bayramı” olarak kutlanacaktır. Kutlamalarla Türkçenin gelişmesi ve korunması amaçlanmaktaydı.

DİLİN ANA MADDESİ SES

Cumhuriyet, Türkçe ve Türk Tarihi, Mustafa Kemal Atatürk için korunması ve geliştirilmesi gereken en önemli varlıklardı. Cumhuriyetin korunması görevini, Türk gençliğine birinci vazife olarak veren Mustafa Kemal Atatürk, Türkçe ve Türk tarihi için kurmuş olduğu Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nu ise, Türk halkına emanet etmiştir. Bu kurumların yapısı, halkın kurumları olarak oluşturulmuşken; 1940, 1951, 1982 yıllarında yapılan yasal değişikliklerle sürekli bir şekilde ve ince ince halkın kurumları olmaktan çıkarıldığını gözlemlemekteyiz.

Günümüzde Türkçenin yaşadığı pek çok olumsuzluk var. Sözcük seçiminde yanılma, konuşmada sesi bozuk kullanma, yabancı sözcükleri yerli yersiz kullanma, yeni durumlar ve gelişmeleri karşılayacak Türkçe sözcüklerin üretilememesi gibi sorunlar, yazı ve konuşma dilinde her gün artarak yaşanıyor.

Değerli Türkologlarımız çalışmalar yapıyorlar fakat bu güzel çalışmalar ne yazık ki halka ulaşamıyor. Ulaşanların birçoğunun da yaklaşımları yetersiz veya bilimsel değil. Örneğin; Arapçadan dilimize girmiş olan “fi’ât” sözcüğü dilimize girdikten sonra, Türkçenin ses kuralları gereği, değişime uğrayarak “fiyat” şeklini alır. Yani yabancı asıllı bir sözcük Türkçeye girince, yeniden yaratılıyor. Artık bu haliyle Türkçedir. “Fi’ât→fi’ât→fiat→fiyat” bu gelişim elbette zaman içinde ve kendiliğinden olmuştur. Yeniden yaratımın, bilimsel karşılığından haberi olmayan yaklaşımlarda, “sözcüğün aslı şöyledir” diyerek, eski şekilleri salık verildiğinde halkın kafasını karıştırmaktan öte bir şey yapılmış olmuyor. Bugün yeniden yaratılmış olan “fiyat” sözcüğünü, aslında “fiat”tır diyerek olayı geriye çekmek, hatta ilk şekli olan “fi’ât”a götürmek gibi, dilin ruhuna aykırı yaklaşımlar neye hizmet etmiş oluyor?

Her dil başka dillerden sözcük alır. Önemli olan, o sözcüğü kendi dilinin sesine göre yeniden yapılandırabilmektir. Dilin ana maddesi “ses” olduğu içindir ki, girdiği dilin sesine uyum sağlanabilirse, o sözcük artık yabancı değildir, girdiği dilin bir parçasıdır. Her dilin ana ekseni olan ses ve ses kuralları, konu üzerinde düşünenlere ve çalışanlara en doğruyu gösterir. Uygulamaların sağlaması bu yolla yapılır.

Van’da görev yaptığım 1970’li yıllarda ora halkı bana “edelet hanım” diye hitap ediyordu. İsmim Arapça kökenli “adalet”tir. Öz Türkçe konuşan ora halkı bu değişikliği, kendiliğinden olarak gerçekleştirmişti. Yapılan değişiklik Türkçenin ses ve ses kurallarının uygulanmasından ibaretti. Adeta bir bilim insanı gibi, yabancı sözcüğü alıyor ve kullanırken, gayet pratik bir şekilde kendi dilinin kurallarıyla yeniden yaratıyor. Sonuçta, Arapça asıllı olan sözcük, artık Türkçe olmuştur. Bu örneği, çok net ve yaşanmış bir gerçek olduğu için verdim. Ayrıca Türkçenin ses yapısı ve kurallarının ne kadar güçlü ve pratik olduğunu örneklemek istedim. Elbette yerine göre ve makul bir işleyişi dil bilimciler saptayıp, ortaya koyarlar…

Bu yıl 89. yıldönümünü kutladığımız, Türkçenin bayramı; Türk tarihi içindeki bütünlüğü, XIII. yüzyıldan XX. yüzyıla, Karamanoğlu Mehmet Bey’den, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e uzanan eşsiz duyuş, düşünüş ve eylem birliğini göstermesi bakımından çok değerlidir. Bu özel ve önemli gün büyük törenlerle kutlanmalı, Türkçenin günümüzde yaşadığı olumsuzluklar üzerinde çalışılmalı ve yol gösterici etkinlikler yapılmalı.

26 Eylül Dil Bayramımız kutlu olsun!

Sonraki Haber