Edebiyatımızda deneme dili giderek karamsarlaşıyor

Payza son kitabında, ‘deneme ya da diğer bilimsel türlerde yazmak için otopsi yapmak, elinize yüzünüze kan ve irin sıçramasını göze almak zorundasınız’ diyor

Hünkar Çayırındaki Ölü kitabında Hünkar Çayırındaki Ölü; “Psikanalistlerin tıbbi yöntemle ulaştıkları sonuçlara, felsefeciler sezgisel olarak onlardan önce ulaşmışlardır” diyor. Felsefe ya da düşünbilim, kabaca ‘aramak’ anlamına gelen “phileo” ve ‘bilgelik’, “bilge” anlamına gelen “sophia” sözcüklerinden türedi. Felsefenin temel konularını ve son kitabı üzerine Haliz Payza ile söyleştik. 

  • Son kitabınız Hünkâr Çayırındaki Ölü bundan önceki kitaplarınızdan farklı olarak deneme türünde yayımlandı. Kitabınızda, denemenin yanı sıra ‘anlatı’, ‘inceleme’ gibi diğer türlere de yer veriliyor. Sanki metinlerin türsel seçimini okurlarınıza bırakmış gibisiniz.

Çok doğru, Hünkâr Çayırındaki Ölü diğer kurgu dışı kitaplarımda olduğu gibi yine felsefi, yazınsal (edebi), siyaset bilim, psikolojik metinleri içeriyor. Bunları türsel olarak deneme olarak nitelendirmek olası. Ancak klasik denemecilikten farklı anlatı biçimleri içerdikleri için tür olarak nasıl değerlendirmek gerektiği konusunda ikirciklendim. Adını koyamadığım türe ilişkin metinleri okurun kendince bilgi birikimlerine göre değerlendirmeleri için geniş bir türsel seçenekler içermesinin doğru olacağına karar verdim. Ben metinleri yazdım ve kararı okura bıraktım. Okur bu metinleri nasıl değerlendiriyorsa odur.

MİCHAEL DE MONTAİGNE

  • n Kurgu dışı yazılarınızı, klasik deneme dışı olarak mı değerlendiriyorsunuz? Metinleriniz deneme türünün boyutlarını genişletiyor denebilir mi?

Deneme denilince ilk akla gelen denemenin babası olarak Michael de Montaigne’dir. Montaigne’i o güne değin bilinmeyen bir tür olarak deneme yazmaya iten dürtü çok değerledir. Montaigne insanı çevreleyen dünyayı ne kadar tanıdığı sorusunu kendine sormadan edemez. Soru önce kendine sonra bütün insanlığadır. Sorunun yanıtını vermek için deneyimlerini ve izlenimlerini kendi yaşamından yola çıkarak bütün insanlık adına yazarak aramaya başlaması bu gerekçeyledir. Montaigne’in “Essais” dediği deneme türü önce Fransa’da, ardından İngiltere’de ilgiyle karşılandı. Başka yazarlar da bu türden yapıtlar vermeye başladılar.

  • Klasik denemecilerin izlediği yoldan ayrıldığınızı düşünmek doğru mu? Sizin metinleriniz yukarıda saydığınız dönem denemecilerinin metinlerinden farklı mı?

Çağdaş eleştirmenlerin deneme üzerine değerlendirmeleri, klasik deneme tanımını aşmış durumda. Bunu söylemekle klasik deneme yazılamaz demek istemiyorum, isteyen dilediği gibi yazabilir. Klasik denemeci kendince düşüncelerini “ben anlat” üzerinden yazabilir, diğer yandan çağdaş metin yazarı “ben anlatı”ya itibar etmeyebilir. Nitekim Ruh ve Biçimler adını verdiği kitabında yer alan, Denemenin Doğası ve Biçimi Üzerine’de Lukacs; “Deneme daima zaten biçimlendirilmiş bulunan bir şeyden bahseder ya da en iyi ihtimalle var olmuş bir şeyden; yani boş bir hiçlikten yeni şeyler çekip çıkartmak yerine sadece bir zamanlar yaşamış şeyleri yeniden düzenlemek, deneme için özseldir” diye yazar. Montaıgne’nin izlediği yol, kişisel deneyimlerine dayanır, çıkarsamaları da yine kendiliğindendir.

KURGU DIŞI KİTAPLARI

Montaıgne de bilir bal ve incir ayrı şeylerdir. Ancak denemesini bunun üzerine kurar ve hiçlikten yeni bir şeyler çıkarmayı tasarlar. İncirin de balı vardır ancak bu bal bildiğimiz bal değildir. Oysa Montaigne ikisinin bir ada olduğu var olmayan bir olgudan yola çıkar. Denemeci vardan yok, yoktan var etmez. Her ne kadar önceki kurgu dışı kitaplarımda ‘Deneme’ olarak adlandırdıysam da bir deneme yazarı ile karşılıklı konuşmamız sonucu şunun ayırtına vardım. Klasik deneme geleneğini izleyen denemeci, ben anlatı üzerinden somut gerçekliği Montaigne gibi öteleyerek, hiçlikten yeni bir şey çıkarmaya çalışarak görüşlerini aktarabilir. Oysa Lucas somutun peşindedir. Biçimlendirilmişi dikkate alır ve doğada var olan nesneyi zaten var olmuş bir gerçeklikle değerlendirir. Denemecinin illa ki bunu yapması gerekmeyebilir, hatta buna da yanaşmaktan kaçınmaz. Adı üzerinde denemek zorundadır, ama somut gerçeklikten sapmaz, varoluş gerekçesinin dışına çıkamaz, gerçekliğin aksini savlayamaz. Savlarsa deneme olmaz, inanç biçimine dönüşür ve inanç bilimle değil bilimdışıyla ilgilidir. Adorno’ya göre de Lukacs’ın dediği gibi deneme yazarı metni yazarken duygu ve düşüncelerini ‘gelişigüzel’ yazmaz. Adorno da Lukacs gibi ‘Biçim Olarak Deneme’de, denemecinin denemede yazdıklarını sanki yeni bir buluşmuş ve ilk kez söyleniyormuş gibi ileri sürmesini onaylamaz, ‘kültürel olarak önceden biçimlendirilmiş’ olmayı esas alır.

METİNLERİNDE BEN YOKTUR

  • Anladığım kadarıyla klasik denemeyi de yadsımıyorsunuz. Klasik deneme yazmamanıza karşı, yazılabilir olduğunu da savunuyorsunuz.

Denemenin yalvacı ya da tanrısı yok. Birikim işi. Çok okumayı gerektirir. Uydurulamaz. Laboratuvarda, deneysel gereçler, kimyasallar elinizin altında olması gerekir. Bin kitap okumamış biri öykü/şiir vs. iki bin kitap ve daha fazlasını okumamış biri ise deneme yazmamalı. Deneme ya da diğer bilimsel türlerde yazmak için otopsi yapmak, elinize yüzünüze kan ve irin sıçramasını göze almak zorundasınız. Yazınımıza, Batı yazınının gelişimiyle Tanzimat’tan sonra giren ve Cumhuriyetle gelişen deneme dili de giderek kuramsallaşıyor. Anlatı ve inceleme deyince de aynı antolojik değerlendirme yapmak kaçınılmaz. Benim metinlerimde ‘ben’ yoktur, gerçekliğin ‘bana göreliliği’ söz konusu edilmez. İlle de bir çıkarsama yapmam gerekirse ‘böyle düşünüyorum’ demem, ‘Böyle de düşünülebilir’ derim. Söylediklerim tartışmaya açıktır. Kendimi okurun üzerinde görmeyi reddediyorum. Alçakgönüllü bir anlatıcı olmayı yeğliyorum, boyumdan büyük laflar etmek istemem. Post modern yazındaki gibi bilinç ötesi savlar yoktur, anlatımım da karmaşadan uzak, akıcı ve anlaşılabilirdir.

GRİ SALGIN ZAMANI

Nihat Sırdar’ın Babalar ve Oğullar kitabı raflardaki yerini aldı. Türkiye’de radyoculuk mesleğinin kilometre taşlarından biri olan Nihat Sırdar, yazın alanındaki yetkinliğini Babalar ve Oğullar ile taçlandırıyor.

“Yıllar sonra bu kitabı okuyanlar belki şaşıracaklar. Bizim İspanyol gribi salgını zamanı takılan garip maskeleri gördüğümüzde verdiğimiz tepkiyi verecekler. Ama yaşanacağı varmış, yaşadık, geçti, geçiyor… Hayat her gün hiç olmayacakmış gibi gelen şeyler gösteriyor bize. Görüyor, yaşıyor, anlatıyor ve yazıyorum ben de. Hâlâ hatırlayabiliyorken yazmak lazım.”

Sonraki Haber