Ekmek ve soğan! Ver bunları askere aslan gibi dövüşsün

Yıl 1909. İsveç’in ünlü silah fabrikası Bofors, bir Osmanlı heyetini ağırlamak için Stockholm’ün en gözde mekanlarından Grand Hotel Royal’de bir akşam yemeği vermişti.

Yemeğe katılan generallerin arasında henüz askeri kariyerinin başlarında olan genç bir Osmanlı binbaşısı dikkatleri üzerinde toplamıştı. Türk heyetine Stockholm’de eşlik edecek grupta olan Axel Hultkrantz da yemekteydi. Genç binbaşıyı ilgiyle dinledi, izledi.

Enver Paşa

BİRİNCİ BALKAN SAVAŞI

Eylül 1912’de Karadağ Krallığı’nın, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesinin ardından, Ekim 1912’de Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’dan oluşan Balkan Birliği, Osmanlı Devleti’ne bir nota vermişti. Rumeli topraklarına özerklik verilmesini ve “ulus esası” çerçevesinde yeni bir idari yapının oluşturulmasını isteyen ağır bir notaydı bu. Balkanları çoktandır etkisine alan yangına dur diyemeyen Osmanlı İmparatorluğu’nun cevabı, notanın sahibi ülkelere savaş açmak olmuştu.

17 Ekim’de başlayan savaştan 2 gün sonra Yunanistan’ın veliaht prensesi Sofia, İsveç’in veliaht prensi Carl’a bir telgraf göndermişti. Prens Carl, İsveç Kızılhaçı’nın başkanıydı. Prenses, İsveç Kızılhaçı’ndan yardım istiyordu. Üç doktor, beş hemşire ve sağlık malzemeleriyle birlikte tam donanımlı bir İsveç Kızılhaç ambulansı 2 gün içinde Atina’ya doğru yola çıkmıştı bile. İsveç sağlık ekibi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’a ulaşan ilk sağlık ekibi olmuştu. Ama bir sorun vardı. İsveç çeşitli sapmaları olsa dahi 1814 yılından beri “tarafsız” bir ülkeydi. İsveç Kızılhaçı’nın taraf tutarak Yunanistan’a doğrudan yardım etmesi İsveç devletinin tarafsızlığına gölge düşürecekti. Tesadüf bu ya! 29 Ekim’de İsveç Kızılhaçı yönetimine Türkiye için büyük bir bağış yapıldı. Hemen ardından İsveç’in tarafsızlığını vurgulanmak adına Türkiye’ye de bir ambulans ve sağlık elemanları gönderilmesine karar verildi. Daha sağlık malzemeleriyle dolu tam donanımlı bir ambulans 1 Kasım’da İstanbul’a doğru yola çıkarken yeni bir bağışla üçüncü ambulans da Belgrat’a doğru yola çıkmıştı.

Yenice'nin simgesi haline gelen caminin 1850'de İngiliz sanatçı Edward Lear tarafından yapılan resmi

YENİCE CEPHESİNDE İSVEÇLİ GÖZLEMCİ

1863 yılında kurulmuş olan Kızılhaç’ın cephede yaralılarının tedavi edilmesi için sivil gönüllülerle yapacağı çalışmalar henüz çok yeniydi. Sivillerin cepheye girmesi yeni bir kavramdı. Savaş askerlerin işiydi. Gönüllü sivillerin cepheye girmesi konusunda hükümetlerin onayı olsa dahi savaşan ülkelerdeki askeri liderliklerle ne kadar uyumlu çalışılacağı belirsizdi. İsveç Kızılhaçı sekreteri Axel Hultkrantz Balkan Savaşı’nda gönüllü hasta bakımı ve cephedeki askeri liderlik arasındaki eşgüdümü yerinde görmek üzere gözlemci olarak Yunanistan’a gönderildi. Atina, Selanik, Soroviz ve Yenice cephelerinde incelemelerde bulundu. Hultkrantz’ın Osmanlının Yenice-i Vardar dediği Yannitsa ya da Giannitsa adıyla da geçen Yenice’deki gözlemleri Balkan faciasını doğruluyordu. “Yenice’de sonucu getiren son çarpışmadan birkaç hafta sonra, bu küçük minarelerle süslü şehrin birkaç kilometre uzağındaki cepheyi ziyaret ettiğim zaman, zafer kazanmış olan Yunanlılar kendi ölülerini gömmüş, bütün silahları toplamıştı ama Türkleri öldükleri yerde bırakmışlardı. Büyük bir saygıyla çarpışmanın en şiddetli olduğu tepeye doğru yürüdüğümüzde, bütün ıssızlığına rağmen ortamın huzur dolu olduğunu hatırlıyorum. Gözün görebildiği mesafede tek bir canlı yoktu, ama siperler ölü doluydu. Biz tepede ilerledikçe kurbanının üzerinden kanatlarını çırparak yükselen akbabalar, havada birkaç tur attıktan sonra geçtiğimiz yerlere yeniden dönüyorlardı.”

A. Hultkrantz tarafından çekilen bir Selanik fotoğrafı

Hultkrantz Yenice’de ölüler arasında dolaşırken bir siperde, elini uzatmış vaziyette başından vurularak ölmüş bir Türk askeri dikkatini çekmişti. Askerin yana doğru uzanmış elinde bir şey tuttuğunu fark ederek eğilip baktı. Bir parça “ekmek ve soğan” olduğunu gördü. Axel Hultkrantz hemen 1909 yılında Stockholm’de tanıştığı genç binbaşıyı, Enver’i hatırladı.

Bofors'un Stockholm'de Türk heyet için yemek verdiği otel

BİNBAŞI ENVER STOCKHOLM’DE

Kasım 1909 tarihinde, İsveç Dışişleri Bakanlığı askeri görevlilere bir Türk askeri heyetinin Stockholm’e geleceğini bildirmişti. Türk heyeti, Bofors’un top üretimini incelemek ve aynı zamanda yeni bir İsveç ürünü olan sahra fırınının çalışmasını görmek istiyordu. Axel Hultkrantz, Türk heyetine eşlik edecek gruptaydı. Türk heyeti o tarihlerde Berlin’de askeri ataşe olan Binbaşı Enver Bey[1], General Hasan Rıza ve Moskova askeri ataşesinden oluşmaktaydı. Binbaşı Enver ve beraberindekiler için askeri karşılama yapılmıştı. Türk heyeti sahra fırınlarını ve gezici mutfak araçlarını incelemişti. Birkaç gün sonra Bofors şirketi Türk heyeti için Grand Hotel Royal’de büyük bir akşam yemeği düzenlemişti. Enver Bey “askerleri içmediği için”, yemekte ikram edilen şarapların tadına dahi bakmamıştı. Konu gezici mutfak araçlarına gelince genç binbaşı sözlerini sakınmamıştı. Bu araçların belki Avrupa’nın şımarık askerlerine uygun olduğunu ama doğu askerlerine uymadığını söyleyerek “Ekmek ve soğan! Osmanlı askerinin ihtiyacı olan tek şey! Ver bunları askere aslan gibi dövüşsün” demişti. Bu sadece Enver Bey’in görüşü olmalıydı ki ziyaret ertesinde Bofors’a Osmanlı İmparatorluğu adına 200 sahra fırını siparişi verildi ama Balkan Savaşı başladığında henüz teslimat yapılamamıştı. Askerler yine kuru ekmek ve soğanlarıyla cepheye sürülmüştü.

Selanik'teki Türk esirler fotoğrafı İsveçli gözlemci A. Hultkrantz tarafından çekilmiştir

TÜRKLERİN SELANİK’TEKİ SEFALETİ

Axel Hultkrantz, tam üç yıl sonra Kasım 1912’de Yenice’de hatırlamıştı Binbaşı Enver’in sözlerini! Aslan gibi savaşacak olan Türk askerleri ekmek ve soğanları ellerinde siperlerde can vermişti. Hultkrantz cephede 30 bin Türk askerini esir alınca büyük bir şaşkınlığa düşen Yunanistan savaş yetkililerinin hazırlıksız oldukları için esirleri değişik garnizonlara dağıttığına da tanık olmuştu. Üstelik Yunan yetkililer sadece askerler için değil siviller için de hiçbir hazırlık yapmamıştı. Hultkrantz, katliamdan korkarak yığınlar halinde Selanik’te toplanan köylerdeki Müslüman halkın yaşadığı müthiş kargaşa ve sefalete de tanık olmuştu. Korunmak için topluca şehre sığınan ve Selanik sokaklarını dolduran binlerce kadın, çocuk, yaşlı erkekten oluşan Türklerin yıpranmış elbiseleri, açlıktan perişan olmuş halleri içler acısıydı. Uluslararası bir komitenin çabalarıyla şehrin dışında 40-50 bin Türk mülteci için bir kamp kurulduğunu da gören Hultkrantz, hemen durumu rapor etti. Raporunda savaşların sivilleri de derinden etkileyen insanlık dramına işaret ediyordu.

Patras'daki Türk esirler fotoğrafı İsveçli gözlemci A. Hultkrantz tarafından çekilmiştir

CEPHEDEKİ AJANLAR

Hultkrantz, cephede ve şehirlerde Kızılhaç amblemiyle cirit atan “şüpheli” görüntülü kişiler görmüştü. Muhtemelen son 40 yıldır kanayan Balkanlar coğrafyasının yaralarına üşüşmüş kan emiciler şimdi de kollarında “Kızılhaç” bantlarıyla cirit atmaktaydı. Ortam ajanlar ve işbirlikçileri için çok uygundu. Hultkrantz neredeyse 100 yıldır savaşmayan tarafsız bir ülkenin gözlemcisi olarak raporunda,“Kızılhaç amblemi altında casusluk” faaliyetlerine dikkat çekti. Kim bilir belki de göz alabildiğince uzanan Yenice cephesinde tek bir canlı kalmamacasına Türklerin katledilmesi de onların eseriydi…

İsveçli gözlemci Hultkrantz Yenice siperlerinde bir Türk şehidin yanında

Pera’da İsveçli bir heyet…

İstanbul’a gönderilen 3 doktor ve 5 hemşireden oluşan İsveç sağlık ekibinin başkanı askeri Doktor Richard Erhardt idi. Daha önceki savaşlarda cepheye sadece gözlemci veya tek bir doktor gönderen İsveç Kızılhaçı ilk kez Balkan Savaşı’nda savaşan tarafların tümüne tam donanımlı birer ambulans, malzeme ve sağlık ekibi göndermişti. Yardımlar Atina, Belgrat ve İstanbul’a (Pera) gönderilmişti. Bu savaş tıbbı tecrübesi olmayan İsveçliler için büyük bir deneyim de olacaktı. İstanbul’a gelen sağlık ekibi 6 Kasım 1912’de “göz kamaştıracak kadar güzel bir sonbahar güneşi ışığında mavi denizi, camilerle süslenmiş tepeleri ve dünyaca meşhur Altın Boynuzu’yla masallara özgü Konstantinopel’e” ulaşmıştı. İsveç sağlık ekibinin Harbiye’deki savaş okulundaki 700 hasta kapasiteli hastanede çalışması uygun görüldü, hemen çalışmalara başladılar. Hastane başhekimi Albay İbrahim Bey de ekibe çok yardımcı oluyordu. Hastanedeki yaralılar ve hastalar dışında Çatalca muharebesinden sonra gelen 200 yaralı da tedavi edilmekteydi. İsveçli ekip tüm cerrahi müdahaleleri belgeledi, raporlarını yazdı. Tabii İstanbul’daki askeri sağlık kurumlarının örgütlenmesi, askeri durum hakkında da bilgi vermekten geri durmadılar. Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, İsveç Kızılhaçı’nın İstanbul’da yaptığı çalışmalardan öylesine memnundu ki doktorlar gümüş, hemşireler bronz Kızılay madalyasıyla ödüllendirildiler. Padişah V. Mehmed Reşad da bu anlamlı çalışmayı ödüllendirmekte gecikmedi. Heyete padişah tarafından da ödüllendirilecekleri bilgisi ulaştırıldı, ama ekip madalyalarına ancak 21 Temmuz 1914’de kavuşabildi. Maalesef kasası tamtakır olan koca Osmanlı İmparatorluğu’nun madalya stokları tükenmişti. Madalyalar Fransa’dan alınıyordu. Yenileri ısmarlanmıştı ama parası ödenemediği için Fransa madalyaları teslim etmemişti.

Kraliçe Sofia’nın kaderi

Yunanistan Kraliçesi Sofia

Prens Carl’a mektup yazan Sofia (1870-1932), Büyük Britanya ve İrlanda prensesi Viktoria’nin (daha sonra İngiltere kraliçesi olan I.Viktoria) torunuydu. Annesi İngiliz prensesi Viktoria Adelaide, babası Prusya veliaht prensi Fredrik Vilhelm, erkek kardeşi de daha sonra Almanya İmparatoru olan II. Vilhelm’di. Protestan bir Prusya Prensesi olarak doğan Sofia, Yunanistan veliaht prensi Konstantin ile evlenince mezhep değiştirerek Ortodoks olmuştu. Yunanistan halkı 1913’te kraliçe ilan edilen Sofia’yı çok sevmişti. Çünkü eski bir Yunan efsanesine göre Sofia ve Konstantin Yunanistan’da tahta geçecek sonra İstanbul’u ve Ayasofya’yı alacaktı. İşte efsane gerçekleşmiş, Yunan halkının beklediği kraliçe Sofia tahta çıkmıştı. Hatta Yunanistan Balkan Savaşları’nda hayal dahi edemeyeceği bir zafer kazanmış, topraklarına toprak katmıştı. Bu beklenmedik zafer Sofia’nın efsanevi kerameti olarak algılanmıştı. Almanya ile ittifak yapabileceği düşüncesiyle mesafeli bir şekilde davrananlar da vardı. I. Dünya Savaşı’nda Yunanistan’ın Alman yanlısı bir tarafsızlık politikası izlemesini Sofia ve kardeşi Kayzer Wilhelm’in ilişkisine bağlıyorlardı. Yunan hükümeti ise savaş çığırtkanlığı yapıyor, savaşa girip Türkiye’den daha fazla toprak kazanılmasını istiyordu. Taht-hükümet anlaşmazlığını kral kaybetti, tahtı oğluna bırakarak sürgüne gitmek zorunda kaldı. Bir maymun tarafından ısırılan yeni kral Alexander ölünce kral ve kraliçe geri çağrıldı ama onların ikinci taht sefası uzun sürmedi! 1922 yılında Yunanistan Türkiye’ye karşı savaşı kaybetti. Kral ve kraliçe bir kez daha tahttan ayrılmak zorunda kaldılar. Efsane fos çıkmıştı. Sofia tahtsız bir kraliçe olarak Almanya’da hayata veda etti.

*Bu yazı Tülin Uygur’un “Birinci Dünya Savaşı’nda Esir Türkler, Kaynak Yayınları, Ocak 2015” kitabı temel alınarak hazırlanmıştır.

DİPNOT

[1] 5 Mart 1909’da Berlin askeri ataşesi olarak görevlendirilen Binbaşı Enver Bey, 1911’e kadar çeşitli aralıklarla bu görevini sürdürdü. Bu görevi sırasında Almanya’nın askeri durumuna, sosyal yapısına şahit oldu, hayranlık duydu. 31 Mart Vakası sırasında geri dönerek İstanbul’da Hareket Ordusu’na katıldı. Daha sonra yeniden görev yeri Berlin’e döndü. Ekim 1910’da Birinci ve İkinci Ordu manevraları için yeniden İstanbul’a geldi ancak bir süre sonra geri döndü. Mart 1911’de yeniden İstanbul’a çağrılan Enver Bey, Balkanlarda çetelere karşı alınacak tedbirler üzerinde çalışmak için Selanik, Üsküp, Manastır, Köprülü’de dolaştı. 1911’de İstanbul’da Sultan Mehmet Reşad’ın yeğeni Naciye Sultan ile nişanlandı. İkinci Kolordu Erkanıharp reisi olarak İşkodra’da Malisor isyanının bastırılmasında görev aldı. Tekrar Berlin’e döndü ama İtalya’nın Trablusgarp saldırısı üzerine İstanbul’a döndü.

Sonraki Haber