Emperyalizm çağının neresindeyiz?
Mülkiyetin özü, başkasının ulaşım imkânını engellemektir. Paylaşım döneminde Batılılar mazlumlar dünyasına kendi mülkiyetleri gibi davrandılar; hem o coğrafyaların zenginliklerine el koydular hem de kendi egemenlikleri altındaki bölgelere diğer emperyalist devletlerin ulaşımını engellediler.
Avrupa’dan kıta dışına ilk sermaye ihracı XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde başlamıştı. Bu dalgada Avrupa sermayesi, tahvil kâğıtları karşılığında Güney Amerika’ya aktı ve ilk dalga, Latin Amerika ülkelerinin borçlarını ödememeleri nedeniyle 1830’larda mali krizle kapandı. Mali piyasalar ancak 1840’ların sonlarında tekrar toparlanabildi. Türkiye, sermaye ihracı sürecine ikinci dalgada katılmıştır.(1)
Babıâli, Avrupa borsalarına ilk tahvil ihracını 1854’te gerçekleştirdi. İlk demiryolu imtiyazı ise 1855’te İngiliz sermayesine verildi. 1856’da İngiliz sermayesiyle Osmanlı Bankası kuruldu; banka 1863’te İngiliz-Fransız ortaklığıyla yeniden örgütlendi ve I. Dünya Savaşına kadar Osmanlı topraklarındaki Fransız mali sermayesinin çıkarlarını Osmanlı Bankası temsil etti. Aynı yıl Paris Barış Anlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğu Avrupa devletler sistemine dâhil oldu. Doğu’da emperyalizm bu birikimlerin üzerine inşa edildi.
SERMAYE HAREKETİNİN YÖNÜ
1914’e kadar sermaye ihracı, az miktardaki maden yatırımları dışında esas olarak tahviller, finansal anonim ortaklıklar olarak örgütlenen demiryolu ve kanal şirketlerinin hisse senetleri ile bankacılık üzerinden gerçekleşmiştir.
1854 öncesinde Galata Bankerlerinden alınan borçlar iç borç olarak sınıflandırılıyor; oysa o borçları dış borç olarak değerlendirmek gerekir. Bankerler, Babıâli’den borç karşılığı senet alıyor, sentleri yüksek kârlarla Avrupa’da kırdırıyorlardı; yani borcun kaynağı yine Avrupa mali piyasalarıydı. Osmanlı İmparatorluğu ilk iç borçlanmasını ancak 1918’de I. Dünya Savaşı koşullarında gerçekleştirebilmiştir. O güne kadar spekülatif kâğıtlar arasında sınıflandırılan Osmanlı tahvillerinin tamamı Avrupa borsalarında kote edilerek işlem görmüştü. İstikrazlarla başlayan süreç, aynı zamanda, Galata Bankerlerinin de iş sahalarının adım adım Avrupa mali aristokrasisi tarafından işgalini getirdi.
Diğer sömürgeleştirilen ülkelerde de süreçler benzer şekilde yaşanmıştır.
XIX. yüzyılda sermaye hareketi dünya üzerinde tek yönlü işliyordu; gelişmiş kapitalist merkezlerden dışarıya doğru. Çin, Osmanlı, Tunus, Meksika, Mısır vs. tüm tahvilleri Avrupa borsalarında işlem görüyordu; o ülkelerin borsalarında işlem gören Avrupa tahvili yoktu ve bu ülkeler, vatandaşlarının Avrupa tahvillerine sahip olması ihmal edilebilecek istisnai örneklerdi. Kural, demiryolu şirketlerinin hisse senetleri için de büyük ölçüde geçerlidir. Emperyalizm, XIX. yüzyılın son çeyreğindeki kurumsallaşmasını önemli ölçüde sermaye ihracının tek yönlü hareketine borçluydu.
Şimdi günümüzdeki tabloya bakalım.
Aşağıda, sırasıyla elinde en fazla Amerikan tahvili bulunan ülkelerin listesi yer alıyor.
Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı 2019 yatırım raporunda, doğrudan yatırımlarla ilgili şu tabloya yer verdi(2):
Rapora göre, 2018’de toplam doğrudan yatırım %13 düştü ve nedeni ABD’nin 2017 sonundaki vergi reformunu tabiken yurtdışındaki yatırımlarını geri çağırması. 2018 itibariyle gelişmiş ülkelerin doğrudan yatırımları %27 oranında gerileyerek son 15 yılın en düşük seviyesine ulaştı. ABD, geri çağrılan fonlar nedeniyle negatifte. Buna karşılık gelişmekte olan ülkelerin yurtdışına doğrudan yatırımları %2 artışla istikrarını korudu.
XIX. yüzyılın son çeyreği ile günümüz arasında en önemli değişimlerden birinin, Batı’dan Doğu’ya doğru gerçekleşen sermaye hareketlerinin çok yönlü bir karakter kazanması olduğunu (yukarıdaki tablolar bize bunu gösteriyor) söyleyebiliriz. Sermaye hareketlerindeki dengenin değişimi, tek yönlü sermaye ihracıyla doğan emperyalizmin temel dayanaklarını ortadan kaldırabilir.
Sermaye hareketlerindeki yön değişimine finans sermayesinin kamulaşması eşlik etti. Büyüklüklerine göre şirketlerin sıralandığı Forbes 2000 listesinin ilk dört sırasında artık üç Çin devlet bankası var: ICBC, China Construction Bank ve Agricultural Bank of China. Kamu bankalarının rolüne, dünyada ağırlıkları her geçen gün artan varlık fonlarını da eklemek gerekir. Generally Accepted Principles and Practices adı verilen ve 2008’de Santiago Prensipleri adıyla yayınlanan deklarasyonun 1 no’lu ekindeki tanıma göre varlık fonu olarak tanımlanabilmesi için sermayesinin %100 kamuya ait olması gerekiyor. Varlık fonları daha çok yurtdışı iştirakleri ve lojistik yatırımlarında kullanılıyor.
Sosyalizm inşa süreçleri ancak güçlü kamu bankacılığı ve kamu finans kuruluşlarının varlığıyla sağlıklı bir şekilde işleyebiliyor. Çin’de devlet ekonomiyi hem doğrudan yatırımcı olarak kontrol ediyor hem de finans sektöründeki ağırlığıyla kamu dışı ekonomilere önderlik edebiliyor. Türkiye’de de 1930’daki devletçilik döneminde sanayileşme kamu bankaları üzerinden örgütlenmişti. 1930’ların hem birinci hem de ikinci 5 yıllık planların kamu bankalarının faaliyet planlaması olarak nitelendirilmesi bile yanlış olmayabilir.
Sanayileşmede başarı gösteren sosyalist ekonomilerde, sanayi kesiminin finans kuruluşlarıyla bütünleşmenin ilerlediğini görüyoruz. Finans sermayenin sanayi üzerindeki kontrolü bu sefer emperyalizmin var olmasına değil, emperyalist hegemonyanın sınırlandırılmasına hizmet etti.
İLK KEZ ULUSALARARASI TİCARET EMPERYALİZME YARAMIYOR
Baştan itibaren dış ticaret, kapitalizmin ortaya çıkışında önde gelen faaliyetlerden biriydi. Marx, Kapital’de, "Dünya ticareti ve dünya pazarı, 16. yüzyılda sermayenin modern tarihini başlatmıştır"(3) diyor.
Dış ticaret mücadeleleri aynı zamanda devrimler yaratabilecek güce sahiptir. Örneğin Amerikan Bağımsızlık Savaşı, İngiltere’nin dayattığı dış ticaret rejimine karşı düzenlenen ve Boston Çay Partisi adı verilen eylemle başlamıştı.
Kapitalizmin erken dönemlerinde Batı, Doğu ile ticaretini, ticaret tekelleriyle yürütmeye başladı. Örneğin Levant Kumpanyasının kuruluşu için istenen izin İngiliz Kraliçesi tarafından şirketin kurucuları olan "Osborne ve arkadaşlarına 11 Eylül 1581 tarihinde verilmiştir. Osborne, Staper, Thomas Smith, William Garet ve onlar tarafından önerilecek en fazla on iki kişiye yedi yıl için Türkiye ile ticaret yapma hakkını veren bir imtiyaz şeklini almıştı. Diğer tüm İngiliz vatandaşlarına Padişahın idaresindeki topraklarda ticaret yapmak yasaklanmıştı."(4)
Kumpanyaya Londra’da ticaret yapma hakkına sahip tüccar üye olabiliyordu (1600 yılında kurulan Doğu Hindistan Kumpanyasında da aynı kural geçerliydi); Levant Kumpanyasının on sekizinci yüzyılın ilk günlerinde yaklaşık 200 üyesi vardı.
Benzer bilgiler Doğu Hindistan Kumpanyası için de geçerlidir. Kumpanya 1668’de Bombay’ın yönetimini devralmış, 1813’te Hindistan ticareti üzerindeki tekeli kaldırılmış; 1858’de de İngiliz Parlamentosu Hindistan’ın yönetimini kumpanyadan alarak doğrudan Britanya idaresine devretmişti. XVII ve XVIII. yüzyıllarda serbest ticaret, kumpanyaların imtiyazlara yönelik itirazlarını ifade ediyordu.
Dış ticaretteki bu tekeller sistemi feodalizmin hâlâ egemen olduğu dönemlerde kurulmuş, kapitalist birikimin başlangıç aşamalarında, örneğin Thomas Hobbes’da eleştiri konusu olmuştu:
"Bu ikili tekelin bir kısmı, yurtiçindeki halk için, diğer kısmı ise yabancılar için zararlıdır. Yurtiçinde tek ihracatçı olarak, halkın tarım ve zanaat ürünlerine istedikleri fiyatı biçerler ve tek ithalatçı olarak da, halkın ihtiyacı olan bütün yabancı emtiaya istedikleri fiyatı koyarlar ki bunlardan her ikisi de halk için zararlıdır."(5)
Avrupa’nın kıta dışıyla ticaretinin serbestleştirilmesi, feodal bağlardan kurtularak XVIII. yüzyıl ortasından itibaren gerçekleşti ve devrimci bir rol oynadı. XIX. yüzyılda ticari kumpanyalar tasfiye edildiler. Yüzyılın başından itibaren Avrupa devletleri, Doğu ülkeleriyle tek taraflı işleyen ve emperyalizmin de yolunu açan ticaret anlaşmaları imzalamaya başladılar; Türkiye, 1838’de ilk olarak İngiltere ile imzalamış, diğer devletlerle anlaşmalar onu takip etmiştir. Kumpanyalar artık bu sürece uygun değildi. (Doğu Hindistan) "Kumpanya’nın 1858’de batmasıyla imtiyaz bahşedilmiş kurumsal şirket dönemi sona ermiştir. Merkantilizmin, bu canavarları Britanya’nın dünya çağında kurmaya başladığı yeni serbest ticaret imparatorluğuna artık uygun değillerdi."(6) Avrupa’nın Doğu ile ilişkisi ticari sömürgecilikten emperyalizm çağına geçiyordu.
XIX. yüzyılda serbest ticaretin hâkim olduğu söylenir, ama ticari anlaşmalar tek taraflı olduğundan, ticari ilişkiler aslında hiç de serbest değildir. Anlaşmalar güçlerini ticari uzlaşmalardan değil, arkalarındaki silahlardan alıyorlardı ve Doğu ülkelerine zorla dayatıldılar. Batı, Doğu ile ticaret açığını bu yolla kapattı. XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde İngiltere Çin ile ticaretinde açık veriyor, bu açık, Doğu Hindistan Kumpanyası üzerinden örgütlenen afyon ticaretiyle kapatılabiliyordu. Çin’in afyon ticaretini ve kullanımını engellemesi Afyon Savaşlarına neden oldu; Çin’in, Avrupa devletleriyle imzaladığı ticaret anlaşması bu savaşın sonucuydu. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1838 anlaşmalarına imza atmasının nedenlerinden biri de, Mısır sorununda İngiliz donanmasının ağırlığıydı.
Son yıllarda, XIX. yüzyıldaki anlaşmalarla günümüzde imzalanan serbest ticaret anlaşmaları arasında çok fazla paralellik kuruluyor. Babıâli’nin Fransa ile imzaladığı 1838 tarihli anlaşmanın resmî başlığında kapitülasyonlara ek denizcilik ve ticaret konvansiyonu olduğu söylenir.(7) Bu anlaşmalar, günümüz serbest ticaret anlaşmalarından farklı olarak ihracat ve transit vergilerini de düzenliyor. Ayrıca hem tek taraflı işliyordu hem de ancak kapitülasyon hukuku içinde uygulanabilirdi. Günümüzde ise ABD’nin tek taraflı menfaatlere dayalı ticaret sistemi dayatmaları Avrupa’dan bile destek görmüyor; Transatlantik görüşmeleri bu yüzden çıkmaza girdi.
Uluslararası ticarette tekeller veya tek taraflı menfaatler egemen kılınmadan sömürgecilik ve emperyalizm yaşayamıyor. Son 10 yıldır dünyada hem korumacılık (geleneksel değil yeni korumacılık) hem de küresel ticaretin hacmi birlikte yükseldi. Bu dönem, emperyalist merkezin çıkarlarının küresel ticaretle en fazla çatıştığı dönem oldu. 200 yıldır ilk defa uluslararası ticaret emperyalist merkezi güçlendirmiyor ve ilk defa olarak küresel ticaretin en büyük aktörü, ticari anlaşmalarını silahla dayatmıyor. ABD’nin Dünya Ticaret Örgütü’nün varlığına itiraz ettiği bir dönemdeyiz.
DÜNYA YENİDEN PAYLAŞILABİLİR Mİ?
Çin hükümeti ve ÇKP yönetimi, resmî metinlerinde günümüzü açıklarken, emperyalizm yerine hegemonya sözcüğünü tercih ediyor. Bu tercihin altında diplomatik kaygılar da olabilir. Fakat ABD-Çin ilişkisi artık emperyalist egemenlik olarak nitelendirilemez ve Çin, emperyalist egemenlik altında olmayan tek ülke değil.
XIX. yüzyılın son çeyreğinde emperyalist devletler diplomasisi en fazla mesaiyi dünyanın paylaşılmasına harcıyordu. 1878 Berlin Konferansı, Osmanlı topraklarında emperyalizmin hukukunu kurmuştu. 1884-1885 Berlin Konferansı ile Afrika’nın bölüşüm hukuku kuruldu ve emperyalizm en vahşi yüzünü Afrika’da gösterdi. Emperyalistler diğer sömürge bölgelerinde en azından insanların yaşadığının farkındaydılar; Afrika’ya ise boş arazi muamelesi yapıldı. Sovyetler Birliği’nin dünyaya açıkladığı, I. Dünya Savaşındaki gizli anlaşmaların tamamı paylaşım anlaşmasıydı. Açık yapılmış anlaşmalar da farklı değildir.
Batı açısından Soğuk Savaş da bir tür paylaşımı yansıtıyordu. Birçok ülke bu süreçte Kuzey-Güney olarak ikiye bölündü ve ABD, parçalardan birini kendi etki alanı olarak görüyordu. Savaş sonrası dönemde paylaşanlardan biri gibi görünmesi, SSCB’de revizyonizmin hâkim olmasına yardım etmiş olmalı.
Emperyalizm çağında paylaşımın temeli, siyasal etki alanından daha çok finansal yatırımların alanını belirlemektir. Beş büyük güç Çin’i bölüştüklerinde, anlaşma, kimin hangi bölgede demiryolu inşaatı yapabileceğini belirliyordu.
Hiç şüphesiz XIX. yüzyılın mega projesi Süveyş Kanalı’dır. Kanal, tüzüğünde finansal anonim ortaklık olduğu belirtilen Süveyş Denizcilik ve Kanal Şirketi adına kazılıyordu. Şirket, mali aristokrasiyle iyi ilişkilere sahip eski bir Fransız diplomatı tarafından kurulmuştu. İnşa aşamasında şirketin sermayesi, Fransız mali sermayesinin kaynakları ve Mısır hükümetinin istikrazlarıyla karşılandı. Reşat Kasaba, 1875’te Mısır Hıdivinin elindeki hisselerin Rothschild aracılığıyla İngiltere tarafından satın alınmasının Doğu Sorununda kavşak noktası olduğunu söylüyor;(8) Ortadoğu’da emperyalist tahakkümün başlangıcı da denilebilir. Finansal anonim ortaklık olan şirketin, kuruluşundan itibaren Doğu’daki siyasal süreçlere de yön verdiğini ve devletleri peşinden sürüklediğini söyleyebiliriz.
Yüzyılımızın mega projesi ise Kuşak Yol İnisiyatifidir. Proje, ÇKP tarafından ortaya atıldı ve kamunun öncüllüğünde kamusal yatırımla gerçekleştiriliyor. Kuşak Yol İnisiyatifinin kamu-özel sektör ilişkisini, Süveyş Kanalı ile kıyaslandığında tersine çevirdiğini söyleyebiliriz. Büyük devletlerin Süveyş Kanalı’na sahip olmak için bölmesi ve paylaşması gerekiyordu (Mısır paylaşımda İngiltere’nin elinde kaldı); Kuşak Yol ise bölünen ve paylaşılan bir dünyada işletilemez. İki dönemin farklılığını, mega projelerin karakterinden de izleyebiliyoruz.
Önümüzdeki dönem dünya kamuoyu, küresel yönetişim sistemini ve onun nasıl demokratikleştirilebileceğini daha fazla tartışacak.
Mülkiyetin özü, başkasının ulaşım imkânını engellemektir. Paylaşım döneminde Batılılar mazlumlar dünyasına kendi mülkiyetleri gibi davrandılar; hem o coğrafyaların zenginliklerine el koydular hem de kendi egemenlikleri altındaki bölgelere diğer emperyalist devletlerin ulaşımını engellediler. 21. yüzyılda artık bir devletin başka bir devlete özel mülkü muamelesi yapabileceği bir hukuksal zemin tekrar kurulabilir mi; yoksa paylaşım yerini müşterek yönetim sistemlerine mi bırakacak? Teori dergisi Aralık 2019 sayısı bu ve benzer sorulara yanıt veriyor. (9)