Eski Türklerden günümüze kalan inanışlar!

Türkiye'nin en saygın bilim dergisi 'Bilim ve Ütopya'da yer alan 'Eski Türk inanışlarının hayatımızdaki izleri' başlıklı makalede, tarihten günümüze yansıyan gelenek ve adetlerin kökeni araştırıldı. İşte okudukça şaşıracağınız o bilgiler...

Birçoğumuz günlük yaşantımızdaki birtakım geleneklerin, adetlerin ve batıl inançların kaynağını bilmez, hatta üzerine düşünmeyiz; onlar yüzyıllardır süregelen alışkanlıklarımız olmuşlardır. Onları İslamiyet’in bir parçası olarak kabul edip uygulasak da kökleri çok daha eskilere uzanmaktadır. Orta Asya’daki atalarımız İslamiyet’i kabul ettikten sonra eski inanışlarını tamamen terk etmemiş, eski inanışlarıyla İslami inanışların sentezi olan uygulamalar ortaya koymuşlardır. Anadolu’ya geldiklerinde bu sentez Anadolu kültürüne ait öğelerle de birleşmiş ve ortaya bugün uyguladığımız gelenekler, adetler ve batıl inançlar çıkmıştır. Bu yüzden hayatımızda önemli bir yer kaplayan geleneksel uygulamaların kökleri Türk mitolojisine kadar uzanmakta ve bunlar eski Türk inanışlarının temeli olan Şamanizm, tabiat ruhlarına saygı, atalar kültü ve ölüler kültü gibi kültleri(1) içinde barındıran unsurlar içermektedir.

Kökleri mitlere(2) uzanan gelenekler ve batıl inançlar nasıl meydana gelmişler ve nasıl bugünkü hallerini almışlardır? Fiske bu soruya şöyle yanıt verir:

“Kelimeler gibi mitler de ilk anlamlarını kaybetmezler. İlk aşamada mit o andaki düşünce biçiminin önemli bir parçasıdır; o zamanki açıklaması doğal olan, mitin teması hakkında düşünen herkesin hemen aklına gelebilecek bir açıklamadır. Fakat zaman içinde düşünce biçimleri değişikliğe uğramıştır, daha önce gayet aşikâr görünen açıklamalar insanlara o kadar da açık gelmemeye başlamış ve mit bağımsız olarak varlığını sürdürmüştür. Her ne kadar kimse niye doğru olduğunu açıklayamasa da mitler kuşaktan kuşağa doğru şeyler olarak aktarılmaya devam etmiştir. Nihayet mit tamamen yok olmuş, geride açıklaması olmayan bir gelenek ya da saçma görünen bir batıl inanış bırakmıştır (2006, s. 213-14).”

Orta Asya kökenli atalarımız için kutsal olan mitler de kuşkusuz onların düşünce biçimlerine göre mantıklı açıklamalar içeriyor ve hayatlarının ayrılmaz bir parçasını oluşturuyorlardı. İslamiyet’in de etkisiyle eski düşünce biçimleri zamanla değişmeye başlasa da bu mitler yaşamaya devam ettiler ve İslami inançlarla birleşerek varlıklarını sürdürdüler. Fakat en sonunda mitlerin ilk anlamları unutuldu ve geriye bugün açıklamalarını tam olarak bilmediğimiz gelenekler, adetler ve batıl inançlar kaldı.

KURBAN GELENEĞİ

Kökleri çok eskilere uzanan geleneklerimizle başlamak gerekirse, kurban sunmak birçok dinde yer alan, İslamiyet’in çok öncesine dayanan bir gelenektir. “Çok eski tabiat dinleri ile Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran ve İbrani dinlerinde yılın belli aylarında dinî törenlerle kurban sunma, bayram yapma geleneği vardır” (Bekki, 1996, s. 2). Kurbanlar çeşitli sebeplerle sunulurlar. Bunlar; tabiata ait unsurlara duyulan hayranlık ve şükran duyguları, Tanrıların gönlünü alma, Tanrılara adak adama ve hataların kefaretini ödeme gibi sebeplerdir. Eski Türklerde kurban sunma geleneği kanlı ve kansız olmak üzere iki şekilde uygulanırdı. Ruhlara sunulan kanlı kurbanların başında göçebe toplumlar için çok önemli olan at gelirdi. Bunun dışında makbul olan kurbanlıklar sığır, keçi, koç, kuzu ve öküz gibi kurbanlıklardı (Bekki, 1996, s. 14). Şaman ayininde açık renk bir at kurban edilir ve eti bir merasimle ayine katılanlara dağıtılırdı (Seyidoğlu’ndan akt. Bekki, 1996, s. 14). Kurbanın rengine verilen bu önem bugün Anadolu’da hala devam etmekte ve koyunun beyazı siyahından çok olanı tercih edilmektedir. Eskiden ruhlar için kesilen bu kurbanlar günümüzde şükran ve kefaret kurbanlarına dönüşmüş ve etleri de Tanrı rızası için komşulara dağıtılmakta ya da insanlara çeşitli yerlerde ikram edilmektedir. Kesilen kurbanın kemikleri de aynı eski Türklerde olduğu gibi kırılmamaktadır (Güngör, 2007, s. 4).

Kansız kurbanlar ise ruhlara bağışlanarak başıboş bırakılan hayvanlar olan “ıduk”lar ve ruhlara saçı yapma uygulamasıdır. Saçı “olağanüstü güçlere sahip olduğuna inanılan iye ve ruhlara sunulan ve onlar adına onların rızasını ve yardımını kazanmak için dağıtılan cansız nesnelere verilen bir isim, öz itibariyle bir cins kurbandır” (Kalafat’tan akt. Bekki, 1996, s. 15). Göçebe kavimler süt, kımız, yağ; çiftçi kavimler buğday, darı, şarap; tüccar kavimler ise para gibi şeyleri saçı olarak kullanmışlardır (İnan, 1986, s. 100). Günümüzde de çeşitli yörelerdeki düğünlerde saçı yapma âdeti hala varlığını sürdürmekte, gelin ve damadın başına darı, buğday, para gibi şeyler saçılmaktadır.

ÖLÜM İLE İLGİLİ ADETLER

Günümüzdeki ölümle ilgili adetlerde de eski Türk inanışlarının izlerine oldukça fazla rastlanmaktadır. Mezar yapıları, ölünün ardından dağıtılan yemekler, ölünün belirli günlerde anılması ve gömülmeyle ilgili adetler hep eski Türk inanışlarından izler taşımaktadır. Eski Türklerde önemli birisi öldüğü zaman önce bir süre yurtta bekletilir, kurgan veya mezar inşa edildikten ve törenler tamamlandıktan sonra da mezara gömülürdü (Çoruhlu, 2011, s. 156). Çoruhlu’nun belirttiğine göre, “bu kurganlar ve çadırlar İslamiyet’ten sonraki Türk mezar mimarisinin en önemli iki kaynağını meydana getirmektedir” (2011, s. 158). Bunun yanı sıra mezarların üzerlerine dikilen “taşbaba”, “taşata” ya da “taşnene” adı verilen heykeller de bugünkü mezar taşı geleneğinin temelleridir. Mezar taşı geleneği İslamiyet’e ait bir unsur değildir; nitekim Arap Yarımadasında bu geleneğe rastlanmamaktadır. Ayrıca toplu mezar ziyaretleri de ölüler kültüyle alakalı eski Türklerden günümüze ulaşan bir adettir (Güngör, 2007, s. 4). Ölü gömmeyle ilgili bir diğer adet ise ölülerin güneş battıktan sonra gömülmemesidir. Bunun sebebi eski Türklerde güneş battıktan sonra yerin mühürlendiğine ve bu vakitten sonra yer kazılırsa kötü ruhların dışarıya çıkacağına olan inançtır (Güngör, 2007, s. 4). Bugün bu inanıştan haberimiz bile olmadan aynı uygulamayı yerine getirmekteyiz.

Eski Türk inanışlarındaki ölülere ilişkin uygulamalardan günümüze ulaşanlardan biri de ölü aşıdır. Bugün ölen kişilerin ardından dağıtılan helva ya da yemek eski Türklerdeki “yoğ” törenlerinin bir devamı şeklindedir. İltar, yoğ törenlerini “eski Türkler, ölülerine aş vermeyi en önemli görev sayar ve yoğ adını verdikleri törenler düzenlerlerdi. İlk çağlarda aş doğrudan doğruya ölüye verilir, yani mezarına konulur veya dökülürdü” şeklinde açıklamaktadır (2003, s. 3). Daha sonra İslamiyet’te bu tören ölünün sevabına aş dağıtılması şekline dönüşmüştür. Anadolu’da kişi ölümünün kırkıncı, elli ikinci, nadiren de üçüncü ve yedinci günlerinde yemekle anılır. Bu sayılar günümüzde bize bir şey ifade etmese de eski inanç sisteminde belirli anlamları vardır; “inanışlara göre ölüler ancak ölümlerinden üç, yedi ya da kırk gün sonra verilen cenaze şöleninin ardından bir daha dönmemek üzere ölüler alemine giderler” (Eliade’den akt. Çoruhlu, 2011, s. 151). Eskiden ölülerin ruhlarını huzura kavuşturmak için yapılan bu uygulamalar günümüzde hala farklı biçimlerde varlığını sürdürmektedir.

İSİM KOYMA İLE İLGİLİ ADETLER

Ölümle ilgili adetlerde olduğu kadar, doğumla ilgili adetlerde de İslamiyet öncesindeki inanışların izlerine rastlanmaktadır. Günümüzde yeni doğan çocuğa verilecek olan isim büyük önem taşımaktadır. Özellikle konulacak olan ismin aile büyüklerinin isimleri arasından seçilmesi sık sık karşılaşılan bir durumdur. Bu durumun atalar kültüyle ilişkili olduğu açıktır. Çocuğun ismini taşıdığı atasının özelliklerine sahip olması istenmektedir. “Yani ismin içerdiği anlamı ve niteliği sahibine geçirdiği inanılmaktadır” (Candan, 2011, s. 413). Bu bağlamda çocuklara konulan isimlerin anlamları da çok önemlidir. Çocuklara uzun ömürlü olmaları için Durmuş, Yaşar, Satılmış, Satı gibi isimlerin konulması eski Türklerden günümüze kadar uzanan adetlerdendir (İnan, 1986, s. 207). Çocuğa konulan ismin bir nevi çocuğun kaderi olduğuna inanılmaktadır.

NEVRUZ, HIDRELLEZ VE YILBAŞI KUTLAMALARI

Nevruz, Hıdrellez, yılbaşı gibi kutlamalar da günümüzden çok öncesine uzanan gelenekler arasındadır. Yıl dönümleri ve mevsim değişiklikleri tarım ve hayvancılığa bağlı ilkel toplumlar için çok önemli olgulardır; canlanan doğa ve güneşin doğuşu törenlerle kutlanır. Birçok toplulukta birbirine benzeyen bu tarz törenler görüldüğü gibi, İslamiyet öncesi Türk topluluklarında da görülmektedir. Nevruz’la başlayacak olursak, Nevruz günümüzde uygulamalardaki belirli farklılıklarla birlikte Orta Asya Türk Toplulukları, İran, Balkanlar ve Anadolu’da aynı tarihlerde kutlanan ve her toplumun kendine özgü bir nedene dayandırdığı bir bayram niteliğindedir (Artun, s. 1). Genel olarak Nevruz, yeniden canlanışın, baharın ve bereketin sembolüdür. Bu bayram tarih boyunca Anadolu’da da çeşitli adlarla kutlanmıştır (Artun, 1999, s.1). Bugün Anadolu’daki Nevruz kutlamalarını Türklerin İslamiyet öncesi başka adlarla kutladıkları bahar bayramları ve Anadolu’daki bahar şenliklerinin biçimlendirdiği söylenebilir. İslamiyet öncesi Türklerde, Nevruz’la ilişkilendirilen Yayık kaldırma töreni vardır. Bu tören adını insanların koruyucu ruhu olan Yayık’tan almaktadır. “Tören ilkbaharda, davarların ve kısrakların sağılan ilk sütüyle bulgurun karıştırılmasından oluşturulan lapanın saçılması şeklinde yapılır. Bunun baharın gelişini kutlama (Yeni Gün/Nevruz) uygulamalarıyla ilişkisi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu törende de gelen yılın faydalı olması temenni edilir” (Çoruhlu, 2011, s.33). Nevruz ateşinin de İslamiyet öncesi Türk topluluklarında görülen ateş kültüyle ilgili olduğu aşikârdır. Doğayı canlandıran güneşin uzantısı olan ateş, arındırıcı özelliği olan bir külttür; yeniden dirilişin kutlandığı bugünde, kötülüklerden arınmanın sembolüdür. İslamiyet sonrasında Nevruz’un kutlandığı gün olan 21 Mart’a yeni anlamlar yüklenmiştir. Allah’ın yeryüzünü 21 Mart’ta yarattığı, bugünün Hz. Muhammed’in peygamber olduğu gün olduğu, Alevi-Bektaşi inançlarında Hz. Ali’nin doğum günü ve peygamber olduğu gün olduğu öne sürülerek, İslami bir kimlik kazandırılmıştır (Artun, 1999, s. 3). Sonuç olarak, yeni yılın gelişini kutlayan bir bayram olan Nevruz bir bahar bayramı olarak yerini ve önemini korumuş, fakat farklı kültürlerle tanışmasından dolayı yeni anlamlar da kazanmıştır.

Hıdrellez için de tam olarak aynı durum söz konusu olmuştur. Hıdrellez de Nevruz gibi yeni yılın başlangıcının, yazın gelişinin ateşle kutlandığı mevsimlik bir bayramdır. Hızır ve İlyas efsanesiyle İslami bir biçime bürünen ve adını da bu sözcüklerin birleşiminden alan Hıdrellez, içinde gül ağacı, yeşil bitkiler, ağaçlar ve su motiflerinin olması ve benzer unsurların Orta Asya’daki kutlamalarda da kullanılması sebebiyle Orta Asya kaynaklı gözükmektedir (Artun, 2007, s. 2). Su ve ağaç kültü, İslami renge bürünen Hıdrellez’de de ana unsur olmuş, Orta Asya’nın bu bahar bayramı Anadolu’nun İslami motifleriyle birleşerek günümüze ulaşmıştır.

Hıdrellez ve Nevruz kutlamalarının önemli bir unsuru olarak belirttiğimiz ateş, Türkler için çok önemli bir külttür. Ateş temizler, kötü ruhları kovar. Kötü ruhları kovmak için ateş ve tütsüler yakılır. Ocaktaki ateş kutsaldır; su dökülerek söndürülmez. Türklerin ateşe olan bu saygısı devam etmekte ve geçmişteki asıl anlamı bugün unutulsa da hala tütsüler kullanılmakta, Hıdrellez ve Nevruz gibi bayramlarda ateşin üzerinden atlanmaktadır.

Yılbaşı kutlamaları ve çam ağacı geleneğinin Orta Asya kökenli olduğu ise Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın yaptığı araştırmalar sonucu açığa çıkarılmış yeni bir bilgidir. Çığ, Bugünkü Noel Bayramı’nın eski Türklerde “Yeniden Doğuş-Çam bayramı” olduğunu belirtmiş ve Noel’in geçmişteki adının “Nardugan” olduğunu söylemiştir (İnan, 2013). Türkler için güneş çok önemlidir ve gecelerin kısalıp, gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşır. Uzun süren bu savaştan sonra gündüz galip gelir ve bu, güneşin yeniden doğuşu olarak algılanır. Türkler bu bayrama “Nardugan” derler; nar güneş, tugan da doğan anlamına gelir. Türkler de güneşin zaferini ve yeniden doğuşunu onlar için kutsal olan Akçam ağacı altında büyük şölenlerle kutlarlar. Nardugan bayramının Hun akınlarıyla birlikte Avrupa’ya taşındığını belirten Çığ, Hristiyanlıkla birlikte bu törenlerin İsa’nın doğumuyla ilişkilendirilip, Noel olarak kutlanmaya başladığını söylemiştir (İnan, 2013). Bu araştırmayla birlikte “Hristiyan adetleri” olarak eleştirilen Noel’e ilişkin uygulamaların kökeninin Orta Asya olduğu açığa çıkarılmış ve Hristiyanlıkla bir ilgisi olmadığı dile getirilmiştir.

YAĞMUR DUASI GELENEĞİ

Anadolu’daki yağmur dualarını herkes bilir; kırsal kesimlerde insanlar toplanarak kurak mevsimlerde yağmurun yağması için dua ederler. Bu geleneğin de eski Türk inançlarına dayanan uzun bir geçmişi vardır. Şamanist geleneklerde yağmur yağdırma, fırtına çıkarma veya bunları durdurma gücüne sahip olduğuna inanılan bir taş vardır. Bu taşa “yada taşı” denir. Yada taşı savaşlarda bu işleviyle düşmana karşı güçlü bir silah olarak kullanılır. A. Kadir İnan’ın belirttiğine göre, İslam alimleri, Türklerin Müslüman olduktan sonra da savaşlarda bu taşı kullandıklarına inanmışlardır. Hatta daha sonra bu inancı İslam dini bakımından açıklamak isteyen bir yazar, bu taşın Nuh Peygamber tarafından oğlu Yafes’e “ismi a’zam” duasını yazarak verilmiş olduğunu söylemiştir (1952, s. 26). Böylece İslamiyet öncesine ait olan bir geleneğe yine İslami bir kimlik kazandırılmaya çalışılmıştır. Bu gelenek Anadolu’da hala yağmur duası şeklinde devam etmektedir. Anadolu’da yağmur duasına ait toplanan folklor malzemeleri arasında “taşa dua yazıp su koymak” tespit edilmiştir ve bunun da yada taşı geleneğinin bir hatırası olabileceği düşünülmektedir (İnan, 1952, s. 27).

Evliya, eren ve dedelerin mucizeleri

Müslüman Türklerde evliya, eren ya da dede olarak anılan kişilerin birtakım mucizeleri anlatılmaktadır. Bu kişiler biçim değiştirebilme (dona girme), gizli şeyleri bilme ve su üstünde yürüme gibi kerametlere sahip kişilerdir. Güngör, Yakut, Tuva Altay şamanlarıyla, bu Müslüman evliya, dede ve erenlerin aynı kerametleri gösterdiklerini belirtmektedir (2007, s. 5). Hacı Bektaş-ı Veli’nin Anadolu’ya kuş donunda gelme hikâyesi de buna bir örnektir. Türkler İslamiyet öncesinde inandıkları mucizeleri İslamiyet sonrasında muhtemelen saygı duydukları Müslüman kişiliklere atfetmişler ve ortaya bu türden efsaneler çıkmıştır.

ÇAPUT BAĞLAMA GELENEĞİ

Anadolu’da evliya, dede, eren olarak bilinen kişiliklerin mezarlarının sık sık ziyaret edilip, bu mezarlara adak olarak çaputlar bağlandığına şahit oluruz. Bu mezarların ziyaret edilmesini eski Türk inanışlarındaki atalar kültüyle bağdaştırabiliriz. Atalar kültü, ölmüş atalara saygı gösterme, onlara kurbanlar sunma âdetidir. Bu kültün temeli ölen ataların, özellikle de babaların ruhlarının geride kalanlara iyilik ya da kötülükleri dokunabileceği inancı ve onlara duyulan minnet duygularıdır (Artun, 2007b, s.10). Çaput bağlama ise ağaçlara da sık sık uygulanan, İslamiyet öncesi inanışlarda dağ, orman, ağaç ve su ruhlarına adanan adakların bir uzantısıdır (Tanyu, 1973, s. 34). Günümüzde çaputların bu anlamından haberimiz bile olmadan dileklerimizin gerçek olması için dua ederek bunları mezarlara, türbelere ve ağaçlara bağlıyoruz. Halk arasında bu inanışı İslamiyet’in bir parçası olarak düşünüp uygulayan kişiler de oldukça fazladır. Bu uygulama da ilk anlamı unutulan bir uygulama olarak varlığını günümüzde hala sürdürmektedir.

UMAY ANA’NIN İZLERİ

Eski Türk inançlarındaki yer, ağaç ve su kültünün bir de Umay kültüyle bağlantısı olduğunu gösteren uygulamalar vardır ve bunlar günümüzde de devam etmektedir. Umay, kadın (anne) ve çocuklarla ilgili bir tanrıça ya da ruhtur (Çoruhlu, 2011, s. 42). Çocuğu olmayan kadınların ağaca dua ederek çocuk dilemesi bugün de karşılaşılan bir uygulamadır. Çoruhlu’nun belirttiği üzere, mezar ve pınar başındaki ağaçlara Allah’tan çocuk dileyerek asılan bez beşikler Umay kültünün izleri olarak değerlendirilebilir (2011, s. 47). Bugün Umay ana her ne kadar inançlarımızda yer bulmasa da izleri batıl inanç olarak varlığını sürdürmektedir.

Umay kültüyle ilişkisi olan bir diğer batıl inanç da göbek bağıdır. Anadolu’da bebeklerin göbek bağlarının gelecekte iyi bir meslek sahibi olmaları için uygun görülen yerlerin bahçelerine gömülmesi oldukça yaygın bir uygulamadır. Çoruhlu, ana rahmi ve göbek ile ilgili inanışların modern Altay-Sayan halkları ve Şorlarda da görüldüğünü belirterek, bu halkların “Imay” ismini hem göbek, hem de yeni doğan bebeği koruyan tanrıçanın adı olarak kullandıklarını ve Şorların göbeği akçaağaç kabuğuna sararak evin içinde ocağın yakınına bir yerlere gömdüklerini söyler (2011, s. 43). Muhtemelen çocuğun gelecekte evine bağlı olması için ocağın yakınına gömülen göbek bağı, Anadolu’da da çocuğun nereyle bağı olması isteniyorsa oraya gömülmektedir. Bugün bu inanış, Orta Asya’daki Türk topluluklarının inanışlarının bir uzantısı olduğunu bilinmeden sürdürülmektedir.

Anadolu’da çocuklara söylenen “seni leylekler getirdi” yalanının da aslında Umay kültünün bir uzantısı olduğu düşünülmektedir. Güney ve Kuzey Sibirya Türk halklarında bebekleri koruyan dişi kuş Umay kuş şeklinde tasavvur edilmiş ve insan ruhu da kuş biçiminde algılanmıştır (Ergun, 2011, s. 140). Bugün ölen kişinin ardından “uçtu” ya da “göçtü” denmesi insan ruhunun kuş biçiminde algılanmasının bir uzantısıdır. Çoruhlu’nun aktardığına göre, Yakut mitolojisinde gökteki ebedi şamanın kapısının önüne diktiği ağacın dallarında tanrının çocukları himaye görür ve ruhlar kuş biçimini almış olarak bu dalların arasında uçuşurlardı. Bir insan doğunca buradan bir ruh uçarak ona can verirdi. Sibirya topluluklarından Teleütler ve Hakaslarda da her ailenin insan ruhlarının kuş biçiminde yaşadığı bir ağaçları olduğu ve bir kadının vücuduna bu kuşlardan biri girdiğinde hamile kaldığına inanılmaktadır (Çoruhlu, 2011, s. 140). Ergun, Türk topluluklarındaki insan ruhuyla ilgili mitik tasavvurun Türklük coğrafyasının Batı ve Güney bölgelerinde kutsallık atfedilen Leylek ön plana çıkarılarak sürdürüldüğünü öne sürmektedir (2011, s. 140). Çoruhlu’dan aktardığımız örnekler de bu fikri oldukça makul kılmaktadır. Bir kuş olarak düşünülen insan ruhu ve bebekleri koruyan Umay’ın Türkler Anadolu’ya geldikten sonra Anadolu’daki kutsal leylek motifiyle birleşerek yeni bir mit oluşturması olası gözükmektedir.

Umay kültünün Anadolu’da açık bir şekilde devamı olan inanç ise “albastı” ya da “al karısı” ruhudur. Lohusa kadınlara musallat olan bu ruh Türk mitolojisinde kimi zaman Umay’ın düşmanı, kimi zaman da Umay’ın kötü nitelikli bir hali olarak düşünülmektedir. Lohusa hummasını temsil eden bu ruha olan inanç bugün Müslüman Türkler arasında da devam etmekte ve batıl inançlar arasında yerini almaktadır.

Eski Türk inanışlarında tabiat unsurları büyük önem taşımakta ve bunlara oldukça saygı duyulmaktadır. Güneş ve ay da bu bağlamda büyük önem taşımaktadır. Güneş dişi, ay erkek olarak nitelendirilmiştir. Bu da Umay kültüyle bağlantılıdır; çünkü bir Tanrıça ve dişi ruh olan Umay, aynı zamanda güneşle ilişkilendirilmiştir (Çoruhlu, 2011, s. 27). Güneş ve ayın kutsallığına olan inanışın izleri günümüzde Anadolu’da Müslüman Türkler arasında da görülmektedir. Güneş ve ay tutulmasında teneke çalınarak ya da havaya kurşun sıkılarak ay ya da güneşin bu durumdan kurtarılmaya çalışılması âdeti buna bir örnektir (Çoruhlu, 2011, s. 28). Bu durumda da mitin ilk anlamı unutulmuş ve yerine sebebi bilinmeden uygulanan boş bir inanç kalmıştır.

ŞAMANİZM KALINTILARI

Günlük hayatımızın bir parçası haline gelmiş batıl inançların kaynaklarını öğrenmeye çalışmak bizi kültür kökenlerimizle tanıştırmaktadır. Geceleri tırnak kesmek, kapı eşiğinde durmak, akşamları saç kesmek ve köpek ulumasına yüklenen anlamlar kökleri hep Şamanist inançlarda olan uygulamalardır. Bir Altaylı kam olan Yuguşeva, bu inançların hepsinin kendi kültürlerinde de olduğunu belirtmekte ve ardındaki sebepleri açıklamaktadır. Örneğin, Altaylarda geceleri tırnak kesilmez ve kesilen tırnaklar toplanıp gömülür; sebebi tırnakla birlikte insanın ruhunun da kaybolacağına inanılmasıdır. Akşamları saç da kesilmez; saç çöpe atılmaz, tarandıktan sonra toplanır ve bir yere saklanır, çünkü öldükten sonra insanın ruhu bütün dünyayı dolaşıp o saçı bulmalıdır. Ayrıca çocukların ilk saçı hayat boyu saklanır. Bunun yanı sıra, kapı eşiğinde durulmaz; çünkü Erlik-biy’in kızları insanın canını alıp götürebilir. Canı çalınan bu insan da hastalanıp ölebilir. Köpek ulumasının ölümün habercisi olması da bir başka inançtır. Bunun sebebi köpeklerin iyi, kötü ruhları ve insan ruhunu görebiliyor olmasıdır. Köpek herhangi bir ruhu görünce de ulumaya başlar. Köpeği çok uluyan evde de yakında insan öleceği düşünülür (2011, s. 201-210). Bu tip inançların hepsi Anadolu’daki Müslüman Türkler arasında da yaygındır fakat bunların ardındaki mitler unutulmuş ve mantıklı açıklamaları olmayan batıl inançlar olarak yaşamaya devam etmişlerdir. Bu inançların Altaylardaki Şamanist inançlar arasında yerini alması, bunların bizlere Orta Asya kökenli atalarımızın mirası olduğunu düşündürmektedir.

Nazar ile ilgili uygulamalar da halk arasında oldukça yaygın olan ve kökleri eski Türk inanışlarına dayanan uygulamalardır. Kurşun dökme, göz değmesine karşı nazar boncuğu takma ve “tu-tu-tu”lama bunların en yaygın olanlarıdır. Şamanizm’de “kut dökme” ya da “kut kuyma” olarak anılan kurşun dökme “kötü ruhlardan birinin çaldığı kutu, yani ‘talih, saadet unsurunu’ geri döndürmek için yapılan bir sihri ayindir” (İnan, 1952, s. 29). Günümüzde de talihi kötü giden insanlar için kurşun dökülerek talihleri açılmaya çalışılır. Göz değmesi inancı da kişinin ruhunun Erlik’in (Şeytan’ın) buyruğu altına girdiği inancıyla ilintilidir. Kişi bu durumda her kötülüğü yapabilmekte ve kimi zaman bunun farkına varmakta, kimi zamansa varamamaktadır (Kalafat, s. 276). Kötü iyeyi (ruhu) uzaklaştırmak için en sık mavi boncuk kullanılır. Türkler bu nesneyi çok eski zamanlardan beri kullanmaktadırlar. Boncuğun mavi olmasının sebebi, Türkler arasında mavi göze çok seyrek rastlanması ve mavi gözün olağanüstü güce sahip olduğuna inanılmasıyla ilintilidir. Bu sebeple çocuklarını mavi gözlü kişilerden saklama gereği duymuşlardır (İnan’dan akt. Çıblak, 2004, s. 7). Günümüzde de hala mavi gözlü kişilerin nazarının değdiğine inanılmaktadır. Nazara karşı alınan bir diğer tedbir ise beğeniyle bakılan canlı veya cansız varlığın olduğu yöne doğru “tü-tü-tü” şeklinde tükürür gibi yapılmasıdır. Bu davranış, içinde varlığını bildiği kara iyeyi şaşırtmaya yönelik bir davranıştır (Kalafat, 1991, s. 276). Böylelikle beğeniyle bakılan varlık kişinin içindeki kötü ruhlardan korunmaktadır.

Şamanizm büyü üzerine kurulu bir inanç sistemidir. Büyücülük bugün de halk arasında var olan, kökeni en ilkel toplumlara uzanan uygulamalardan bir tanesidir. Ancak bugünkü haliyle ilkel toplumlardaki anlamından çok uzaktır. Eski toplumlarda din, büyü ve yaşam iç içe geçmiş durumdaydı ve büyünün çok geniş kullanım alanları vardı; bunlar, kozmik tesirlerin çekilmesi için yapılan büyüler, doğa olaylarına etki edebilme, şifacılık, ruhsal irtibatlar ve kehanet çalışmaları için yapılan büyülerdi (Candan, 2011, s. 409). Bu bağlamda büyü, o dönemlerde bugünkü bilimin yerine geçen bir uygulamaydı demek yanlış olmayacaktır. Günümüzde İslam dininde büyünün günah olduğu belirtildiği halde kendine “hoca” diyen birtakım şarlatanlar büyüyü kullanıp çaresiz insanların duygularını sömürmekte ve onların dertlerine çare olmayı vaat etmektedirler. Böylelikle büyü ve büyücülük de Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra varlığını sürdürmüş bir Şamanist uygulama olarak hala varlığını devam ettirmektedir.

Kaynak: https://bilimveutopya.com.tr/eski-turk-inanislarinin-hayatimizdaki-izleri

DERGİYİ SATIN ALMAK İÇİN

Sonraki Haber