FORREIGN AFFAIRS: 'ABD oyunun dışında kalabilir'
Foreign Affairs uzmanı Jonathan Kirshner, ABD devletinin su aldığını söyledi ve ekledi: ABD hâlâ büyük bir ekonomiye ve dünyanın etkileyici ordusuna hükmetse de, oyunun tamamen dışında kalabilme ihtimali ciddi olarak düşünülmeli
ForeIgn Affairs’in Mart-Nisan sayısını incelemeye devam ediyoruz. Bu yazımızda “Gerileme ve Çöküş” başlığıyla çıkan, ABD dış politikasına yön veren dergide, Jonathan Kirshner’in “Gitti Ama Unutulmadı” başlıklı yazısını inceleyeceğiz. Başlığın altında “Trump’un Uzun Gölgesi ve Amerikan Güvenilirliğinin Sonu” spotu ile çıkan makale Trump sonrası ABD’nin dünyada yeniden “oyun kurucu” rolüne nasıl bürüneceği ile ilgili sorulara cevap arıyor.
Kirshner makalesine emperyalizm teorisyenlerinin Uluslararası İlişkiler’e giriş derslerinde çokça tekrar ettiği bir aforizma ile başlıyor: “Kuralları uygulayacak küresel bir otoritenin yokluğunda ülkeler en kötüsüne göre plan yapar ve buna göre davranır”. Aslında Batılı sosyal bilimler camiasında çokça atıf yapılan Hobbes’un “Doğal Durum”una gizli bir gönderme yapan yazar, burada üstü kapalı bir biçimde Trump’un dünya yönetiminde dostları silikleştirdiği ve ülkelerin “bugün dost olanın yarın düşman” olarak algıladığı bir felç edici duruma yöneldiğini belirtiyor. Buna göre ülkelerin gittikçe ABD yanlı bir ittifak sisteminden çok içe kapanan ve savunmaya yönelen bir politika yapısı izlediği vurgulanıyor. “Yine de devletler arası düzen bir yardımlaşma sistemidir” diyen yazarın, bozulan bu emperyalist konsensüsü yeniden oluşturma görevini Biden ekibine vermesi yazının ana temasını oluşturuyor.
TEK DÖNEM KALDI AMA ETKİSİ KALICI
Trump’ın ikinci kez seçilemeyen nadir ABD başkanlarından olduğunu söyleyen yazar, buna rağmen etkisinin uzun süreceğini şu şekilde belirtiyor:
“Donald Trump oldukça özel bir kulübün üyesi olmasına rağmen (tek dönem ABD başkanları) Trump Başkanlığının ABD’nin dünyadaki gücü ve etkisi için kalıcı sonuçları olacak. Amerikan devinin dünya sahnesindeki kan lekeli elleri hakkında ne tür eleştiriler yaparsanız yapın, ancak Trump’ın dış politikası farklıydı: Basiretsiz, işlemsel, değişken, güvenilmez, kaba, kişiselci ve dar görüşçü.”
‘BELİRSİZLİK ABD’NİN HEGEMONYASINI AZALTIYOR’
Trump’un bu dış politika anlayışını bazı Amerikalıların alkışladığını belirten yazar onları dar görüşlü olmakla suçluyor. Yazar, ABD’nin gerçekliğini bilen ve ihtiyacı olan şeyin farkında olan dış politika uzmanlarının bu değişimi utanç verici bulduklarını söyleyerek, Biden döneminin başlamasıyla şimdi derin bir nefes aldıklarını belirtiyor. Kirshner, yine de seçimlerim iptalini destekleyen ve Kongre’ye saldırıyı teşvik eden “devlet ve senato” içinde birçok kişi bulunduğunu ve bunlara dikkat edilmesi gerektiğinin de altını çizmekten kendini alamıyor. Bu tip anlayışlar ve Kongre üyelerinin görüşlerinin ABD’nin dış politikasında bir kırılma oluşturduğunu belirten yazar, bunun 75 yıllık ABD hegemonyasına verdiği zararı şu şekilde anlatıyor:
“Bu tür yeniden değerlendirmeler ABD’nin yararına olmayacaktır. 75 yıl boyunca, Amerika Birleşik Devletleri’nin oluşturduğu ilişkilere ve kurumlara bağlı olduğu genel varsayımı ve ifade ettiği normlar, dünyayı ABD çıkarlarına ayrıcalık tanıyan biçimde şekillendirdi. ABD giderek daha beceriksiz ve kendine hizmet eden bir ülke olarak algılanırsa, dünyayı daha tehlikeli ve daha az hoş bir yer olarak bulacaktır.”
‘BİDEN’A RAĞMEN ÜLKELERİNABD’DEN KORUNMA İSTEĞİ’
Yazar açıkça ABD hegemonyasının azalışı ve müttefiklerin güvenini yeniden kazanmada en önemli problemin Trumpizmin oluşturduğu “America first” ideolojisi olduğunu savunuyor:
“Önümüzdeki birkaç yıl boyunca her ne kadar en iyi vaatleri versek ve en hoş davranışa bürünsek bile, ‘Amerika first’ ideolojisinin yeniden canlanması gölgede tehditkar bir şekilde belirecek. Bu nedenle, doksan yıl boyunca her ABD başkanının -biri hariç- (Trump kastediliyor. Ç.N.) aynı temel dış politika giysisinden kesilmiş, geleneksel, merkezi bir liberal enternasyonalist olan Biden’in seçilmesiyle bile, ülkeler artık kayıtsız, bağlantısız ve beceriksizce miyop bir ABD dış politika beklentisine karşı korunma ihtiyacı hissedecekler. Sonuçta anarşi, devletlerin dünyayı olmasını istedikleri gibi değil, olduğu gibi görmelerini de talep eder. Ve Amerika Birleşik Devletleri’nin belki de bir zamanlar olduğu ülke olmadığına dair uyarı işaretleri daha parlak bir şekilde yanıp sönemezdi.”
BÜTÜN SKANDALLARA RAĞMEN TRUMP GERÇEĞİ
Yazar Trump’ı yukarıdaki paragrafta da vurguladığı gibi geleneksel ABD dış politikasından bir kopuş olarak nitelendiriyor ve bütün ABD başkanlarından ayrı bir yere koyuyor. ABD’nin dünyayı yönetme genetiğine aykırı olarak “America first”izminin ABD hegemonyasına verdiği yapısal zararların yanında ABD kamuoyunda Trump gerçeğinin de üzerinden atlanamayacak bir olgu olduğunu dile getiriyor. Öyle ki Trump zamanında yaşanan onlarca skandala, çiğnenen normlara ve ülke tarihinde yaşanan en travmatik halk sağlığı mücadelesine (çeyrek milyon ABD’li Kovid-19’dan dolayı hayatını kaybetti) rağmen Trump’un 74 milyon oy aldığını ve 2016’daki seçimlerden 9 milyon artış olduğu gerçeğini dile getiriyor. Biden’ın aldığı 81 milyon oy nasıl ki ABD tarihindeki en yüksek rakamsa, “Trump’ın aldığının da ikincisi olduğunu unutmayalım” uyarısında bulunuyor:
“Oval Ofis’te Trump olsun ya da olmasın Trumpizm’in büyük bir rol olma olasılığını hesaba katmadan Amerikan politikasının ve ülkenin gelecekteki dış politikasının bir resmini çizemezsiniz. Dört yıl sonrasına baktığımızda, Amerika gözlemcileri bir sonraki ABD başkanlık seçimlerinin oldukça farklı sonuçlanacağını tahmin etmelidir. Bu, ABD çıkarları ve dünya siyasetindeki etkisi açısından pek de iyiye işaret değil.”
TRUMP VE SANDERS’IN ORTAK ÖZELLİĞİ
Yazar, Clinton’un Dışişleri Bakanı iken büyük emeklerle ve uzun uğraşlarla Pasifik’e kıyısı bulunan 12 ülkeyle imzalanan Trans-Pasifik Ortaklığı Anlaşmasına (Trans Pasific Partnership Agreement-TPPA) karşı duruşları ile Trump ve Sanders’i ortaklaştırıyor. Başka da bir ortak yanları olmadığını belirten yazara göre, TPPA’yı göreve geldiği ilk pazartesi günü iptal eden Trump’a gelen senato desteğini Demokratları anlaşmaya karşı harekete geçiren kişinin Sanders olduğunu ekliyor.
Kirshner TPPA’nın iptalinin aslında ‘ABD içi çok tartışılan bir hegemonya mücadelesinin kaybı’ değerlendirmesine vurgu yapıyor. Bu görüşe göre, Pasifik’te içlerinde Vietnam ve Malezya gibi ABD tipi “serbest piyasa sistemine” entegrasyonda sıkıntı çekilen Asya ülkelerinin de ikna edildiği bir ticaret anlaşmasının iptal edilmesi ve üzerine Çin önderliğinde 15 Asya ülkesinin imzaladığı dünyanın en büyük ticaret anlaşması RCEP’in imzalanması ile üstünlüğün Çin ve Asya’ya geçtiği belirtiliyor.
‘CUMHURİYETÇİ PARTİ TRUMPİZMDEN UZAKLAŞMAYACAK’
Trump’la beraber ABD dış politikasının 75 yıldır esasını oluşturan siyasi ağırlık merkezinden, yani ABD tipi “enternasyonalizm”den uzaklaşıldığını söyleyen yazar, Biden yönetiminde yeniden inşa edilmesi gereken en temel şeyin bu izolasyonculuğa karşı geleneksel ABD diplomasisi olduğunu vurguluyor. Trump’un yokluğuna rağmen Cumhuriyetçi partinin dünyaya karşı “yerelci ve milliyetçi” retoriğe sahip çıkmaya devam edeceğini söyleyen yazar, Cumhuriyetçilerin Trumpizm’den uzaklaşmayı beklemediğini belirtiyor.
Biden’la beraber yeniden dünyayla iç içe olan, kurallara saygılı ve normları takip eden büyük güç gibi davranan bir politikanın yine de yönetimsel olarak belirli sınırlılıkları olacağını kaydeden yazar, Trump’a karşı bir yumruk gibi birleşen Demokratların başka birçok konuda bölündüğünü söylüyor. Her şeyin gittikçe daha da kötüleşeceğini (it gets worse) belirten Kirshner şöyle devam ediyor:
“Biden’ın seçilmesi, Trump karşıtı birçok şeyi simgelediği içindi. Fakat Biden, çok fazla siyasi sermayeye sahip değil ve önceliklerini dış politikada savaşmak için kullanması pek olası görünmüyor. Trump başkanlığında dehşet içinde birleşen Demokratlar, başka birçok konuda bölünmüş durumda. Görünür çatlaklar, partinin merkezci ve sol eğilimli kanatları arasında, geleneksel çizgi ile yenilikçiler arasında meydana gelmektedir. Bir kısmı, ne yerlileştirici ne de milliyetçi olsa da, küreselleşmeye karşı ihtiyatlı ve hatta izolasyonculuk meraklı olarak tanımlanabilir. Demokrat Parti içindeki çatışmalar, Biden’in göreve başladığı sıradaki yaşının göze çarpmasıyla daha da şiddetlenecek.”
‘ABD YAKINDA OYUNUN TAMAMEN DIŞINDA KALABİLİR’
Yazar, ABD’nin hala muazzam bir ekonomiye ve dünyanın etkileyici ordusuna hükmettiğini belirtse de, oyunun tamamen dışında kalabilme ihtimalinin ciddi olarak düşünülmesi gerektiğini söylüyor ve ABD’yi Pelonopez Savaşı öncesi Atina’ya ya da 1939’daki Fransa’ya benzetiyor:
“Washington’un dünya sahnesinde maksatlı bir aktör olarak davranmak ve uzun vadeli çıkarlarının peşinde koşmak için gerekli kaynaklara sahip olup olmadığını sorgulamak için nedenler var. Sorun sadece siyasetin artık su kenarında durmaması ile ABD dış politikasının yönetimden idareye tahmin edilemeyecek şekilde sapması değil. Amerika Birleşik Devletleri su alıyor.”
‘ORTA DOĞU’DA ABD SONRASI DÜNYA HAYAL EDİLEBİLİR’
Yazar, ABD’nin özellikle yeniden ele alınan dış politikasında Orta Doğu’da bundan sonrası için önemli ipuçları veriyor:
“Defterin olumlu tarafında, Orta Doğu ülkeleri sonunda bölgede güçlü ABD askeri taahhütleri olmayan bir hayatı hayal etmeye başlayabilir. 1990’da ABD müttefiklerinin Kuveyt’i Irak işgalinden kurtarmak için ABD öncülüğündeki savaşı memnuniyetle karşılaması anlaşılabilirdi. Bu işgal kontrol altına alınmasaydı, Irak büyük olasılıkla tüm Basra Körfezi bölgesinin geniş petrol rezervleri üzerinde siyasi hakimiyet elde etmiş olacaktı. Dolayısıyla, emsal bir askeri rakibin veya acil bir güvenlik tehdidinin yokluğunda, Birleşik Devletler bu saldırıyı püskürtmek için iyi bir konumdaydı. Ancak aradan geçen otuz yılda çok şey değişti. Birleşik Devletler şu anda dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz üreticisi; Çin ise şu anda Irak, Kuveyt ve Suudi Arabistan için en büyük ihracat pazarıdır. Bugün ABD dış politikasını sıfırdan tasarlıyor olsaydı, Körfez’de ABD’nin güvenlik taahhüdünü haklı çıkarmak oldukça zor olurdu. ABD’nin özellikle Suudi Arabistan ile ilişkisi, her zaman köklü bir dostluktan çok evlilik şeklinde olmuştur. Trump yönetiminde kişisel bağlar daha da derinleşmişti ve bu da bize ABD’nin Cemal Kaşıkçı cinayetine ve Yemen’deki Suudi savaş dramına neden göz yumduğunu gösterir. Buna karşılık, bir aday olarak Biden, seçilmesi durumunda Suudi Arabistan’ın artık ‘tehlikeli bir boş çek’ kullanmayacağını söyledi. Kampanya söyleminin güç politikasının gerçeklerine yol açması her zaman mümkündür, ancak önümüzdeki yıllarda kendi ulusal güvenliğini değerlendirirken, Suudi Arabistan ve diğer Körfez krallıklarının en azından ABD gücünün geri çekilmesini beklemekten başka seçeneği yoktur.”
Yazar, Suudi Arabistan dışında İsrail için de benzer bir politikanın izleneceğini, Biden döneminde Tel Aviv’le işlerin eskisi gibi gitmeyeceğini belirtiyor.
AVRUPA, ASYA VE NATO’NUN ÖNEMİ
ABD’nin açıkça Orta Doğu’da eskisi gibi oyun kurucu bir rolünün olmayacağını dile getiren yazar, Biden yönetiminin Trump sonrası politikasında ABD dış politikasının can damarının Avrupa ve Asya’da gerçekleşeceğini işaret ediyor:
“Orta Doğu’nun aksine, Avrupa ve Asya’da, Amerika Birleşik Devletleri’nin - bir asırdır olduğu gibi - muazzam jeostratejik, politik ve ekonomik çıkarları var. Dünyanın en önemli ekonomik faaliyet merkezleri arasında yer alan Avrupa ve Doğu Asya’da olanlar, Amerika Birleşik Devletleri için önemlidir. Bu bölgelerdeki ortaklara daha az bağlılık başkaları için fırsatlar yaratacaktır. Biden kesinlikle (ve akıllıca) ABD’nin NATO’ya olan bağlılığını teyit edecek. Trump’ın genel olarak demokratik müttefikler konusundaki kararsızlığı ve özellikle de aidat ödeyen bir kuruluş olarak gördüğü şeye katılımı göz önüne alındığında, ittifakın ikinci bir Trump yönetiminden sağ çıkması pek olası değil. İttifak 2025’ten çok sonra hayatta kalacak mı? Şüpheli olmak için çok sebep var.”
‘TÜRKİYE NATO’YU İÇERİDEN ÇÜRÜTÜYOR’
NATO’nun Sovyetler sonrası dünyada misyonunu tamamladığını ve yararlılığını tamamladığını düşünen Amerikan uluslararası ilişkiler uzmanlarına katılmadığını belirten yazar, bu uzmanların gözden kaçırdıkları şeyin NATO’nun her zaman bir askeri ittifaktan fazlası olduğu gerçeğini işaret ediyor:
“NATO uluslararası ortamı daha iyi huylu hale getirmek için tasarlanmış önlemleri geliştirdi. Ama şimdi NATO, Atlantik’in her iki yakasında da varoluşsal tehditlerle karşı karşıyadır. Avrupa’da, Macaristan, Polonya ve Türkiye’deki otoriter gerileme, benzer düşünen bir güvenlik topluluğu olarak ittifak kavramını tehlikeye atıyor (İspanya’nın 1982’de demokrasiye geçtikten sonra ittifaka katılmasına neden olan bu fikirdi). Otoriter üyeler içeren bir NATO içeriden çürüyecek. Bu arada ABD’de, enternasyonalizme karşı artan şüphecilik, ülkenin artık çevre hedeflerine ulaşmakla hiçbir ilgisinin olmadığı anlamına gelebilir. Washington basitçe valizini toplayıp eve dönebilir. Avrupa, ittifakın bir iyilik ve istikrar gücü olduğu teorisini test etmek zorunda kalacak. Ancak Amerika’nın terk edilmesinin sonuçları kıtanın çok ötesine gidecektir. Bu aynı zamanda daha karanlık, daha otoriter bir post-Amerikan dünyasının habercisi olabilir.”
‘ASYA’NIN GELECEĞİNİ SİYASET BELİRLEYECEK’
Yazar, makalesinin sonlarına doğru meselenin bam teline, yani Asya ve Çin konusundaki görüşlerine yer veriyor. Çin ve ABD arasında yıkıcı bir savaştan duyulan endişeye rağmen Asya’nın geleceğinin askeri çatışmalarla değil, siyasi hesaplamaların belirleyeceğini dile getiren yazar şu şekilde devam ediyor:
“Bölgesel güçlerin yapması gereken temel jeopolitik değerlendirme, ABD’nin Çin’e karşı bir savaşı kazanıp kazanmayacağı değildir; Amerika Birleşik Devletleri’nin işin içinde kalıp kalmayacağıdır. Washington ittifak taahhütlerini koruyacak mı? Bölgesel güçlere Çin’e karşı denge sağlamak için güven vermek üzere yeterli siyasi angajman ve tanınabilir askeri kapasite sergileyecek mi? Eğer ülkeler Amerika Birleşik Devletleri’nin dışlandığını ya da kayıtsız olduğunu anlarsa, o zaman çoğu, ezici gücü göz önüne alındığında, Çin ile çoğunlukta olmaktan başka seçenekleri olmadığına karar verecek. Çin’in gücünün ve etkisinin kontrolsüz bırakılacağı ortaya çıkarsa, bölgedeki ülkeler ikili anlaşmazlıklarda Çin’in taleplerinin çoğuna giderek daha fazla katılacak ve tercihlerine daha genel bir saygı gösterecek.”
‘GÜNEY KORE ABD’DEN ÇOKÇİN’E YAKLAŞABİLİR’
Yazar, ABD’nin kendi eli ile inşa ettiği ve yine kendisinin bitirdiği TPP sonrası bölgedeki düşüşü Çin’in iyi yakaladığını ve daha önce ABD ile anlaşma imzalayan Avustralya, Japonya, Malezya, Vietnam ve Güney Kore gibi ülkeleri de katarak imzaladığı Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) ile Pasifikte dengenin Çin lehine değiştiğini ifade ediyor. Güney Kore’nin Çin’e olası yakınlaşmasını ise şu şekilde belirtiyor:
“Çin şu anda Güney Kore’nin en büyük ihracat pazarı ve Güney Kore bu ülkeye ABD’ye sattığının neredeyse iki katı kadar satış yapıyor. Seul, gelecekteki bir ABD başkanının ABD’nin Güney Kore ile ittifakının ipini kesebileceğini değerlendirirse, Güney Kore giderek Çin’in etkisinin yörüngesine geçebilir.”
‘ABD’NİN YARALARI KISA SÜREDE İYİLEŞMEYECEK’
Makalenin son bölümünde yazar, ABD’nin dünya ölçeğindeki etkisinde en büyük belirleyicinin yine ABD’nin kendisi olduğunu ifade ediyor ve makaleyi şu şekilde bitiriyor:
“ABD etkisinin geleceği - Avrupa, Asya ve diğer her yerde - büyük ölçüde ABD’nin ne yapacağını söyleyeceğine ve tutarlı eylemlerle devam edip etmeyeceğine bağlıdır. Biden bunu takip edebilir. Ancak anarşik bir dünyada, ABD etkisi en azından başka bir şeye bağlı olacaktır: Diğer devletlerin uzun vadede ABD’nin amacını nasıl ölçtüğü. Bir Trump başkanlığı üreten ve daha önce akıl almaz bir gelişmenin gerçekleşmesine izin veren temeldeki iç işlev bozuklukları yüzünden, Birleşik Devletler artık eskisinden çok daha farklı bir şekilde görülüyor. Bu yeni ve sonuçsal algı bir süre daha devam edecek. İkinci bir Trump yönetimi, dünya siyasetinde bir aktör olarak Amerika Birleşik Devletleri’ne telafisi mümkün olmayan zararlar verecekti. Ancak Trump’ın yenilgisine rağmen dünyanın geri kalanı, ülkenin derin ve şekilsiz yaralarını görmezden gelemez. ABD’nin bu yaraları kısa sürede iyileşmeyecek.”