Sanatçı Çerkes Karadağ Aydınlık’a anlattı: Fotoğraf politik bir dildir
Fotoğrafın, gerçeğin bir sözcüsü olduğunu belirten Karadağ, ‘Politika, hayatı tanzim eder. Fotoğrafı da politikadan, enformasyondan, propagandadan ayırt etmek mümkün değil.’ dedi
Resim, heykel gibi sanat dalları günlük yaşantımızın içine giremedi. Fakat fotoğraf, yaşamımızın bir parçası oldu. Fotoğraf acaba hangi yönüyle hayatımızın bir parça oldu. Bunları anlayabilmemiz için, bir üstat ile beraberiz. İkimiz de fotoğraf çekiyoruz. Kullandığımız teknolojiler hemen hemen aynı, en büyük farkımız kendisi fotoğraf sanatçısı. Ben foto muhabiriyim. Sohbetimizle bu konuyu da konuşacağız. Fotoğraf kuramı üzerine birçok kitabı olan, akademisyen, yazar, ressam, fotoğraf sanatçısı Çerkes Karadağ’a ilk sorumuzu soruyoruz.
- Siz görüntü büyücüsü müsünüz?
Bundan kastınız galiba benim görüntü büyücüsü adıyla yayınlanmış kitabım. Büyücü müyüm değil miyim bilmiyorum ama iyi bir gözlemciyim.
- Peki, görüntü büyücülüğü nereden geliyor?
Antik çağda iletişim, mağara duvarlarındaki resimlerle yapılıyordu. Bugün biz de buradan bilgi alıyoruz. Mağara duvarlarına resim yapanların önemli bir bölümü büyücüydü. Yani ressamlar büyücüydü. O terminoloji sanatın içinde hep yer aldı. Sanatçıyı uzun süre bir büyücü gibi ya da o misyonlara sahip bireyler gibi kabul ettiler.
19. yüzyılda sanatçılar bağımsızlaşmaya başlayınca yani artık siparişleri yapan zanaatkârlıktan çıkıp özgün bireysel kimliğe sahip sanatçı olmaya başladığında, büyücü tanımı yeniden gündeme geldi.
Ben bir ironi olsun diye yaratan, tasarlayan, imgelere el koyan, var edenleri büyücü olarak gördüm. “Görüntü Büyücüsü” adlı kitabımı o ironi ile yazmıştım.
- Fotoğraf sanatçısı için görme kültürü neden gerekli? Bu kültürü edinemeyenler fotoğraf sanatçısı olamazlar mı?
Görme, bütün sanat tarihi boyunca bir tasviri ortaya çıkarıyordu. Yani sanatçı modelini tasvir etmek için onu resmederdi. Dolayısıyla bu yeteneğe sahip olanları görüş gücü yüksek olarak görürlerdi. Bugün bu sadece tasvir değil, temsil de devreye girmiştir. Artık sembolleştirebiliyor. Ve toplumsal gelişme içinde sanat eserleri özgürlük, bağımsızlık kazanmaya başlayınca sanat eserlerinde nesnel dünyadan kopup soyutlamaya doğru gidiyor sanatçılar.
Dolayısıyla soyutlamaya gitmiş bir sanatçının arka planında politik, sosyal, siyasal, estetik birçok değer ölçüleri vardır. Şimdi günümüz izleyicisi bu değer ölçülerinin farkında olmadığı zaman eserleri sıradan, basmakalıp veya çocukça görebiliyor. Bir sanat eserinin arka planında sanatçının kültürel motivasyonunun tamamı yatıyor. Bu bakımdan sanat ile iletişim artık bir kültür haline gelmiştir.
Bu bakımdan görme, artık sanat nesneleri okunabilir, yorumlanabilir ve tartışılabilir. Nesneler oldukları için arka planında saklı ve gizli bulunan ifadeleri, anlamları keşfetmek için mutlaka kültürel bir birikim gerekli.
FOTOĞRAF; GELENEKSEL ÖLÇÜLERİYLE GERÇEĞİN BİR SÖZCÜSÜDÜR
- 1973 ile 1983 yılları arasında fotoğraflarınızda Fikret Otyam ve Ara Güler'den etkilendiğinizi görüyorum. Daha sonra tematik çalışmalarınız oluşuyor. Dolayısıyla yaratıcı ögeleri, sanatsal biçim ve unsurları öne çıkaran çalışmalar yapmaya başladığınızı görüyoruz. Bu evrilme nasıl oldu?
1970'lerle beraber politik ve sosyal olayların gelişmesiyle beraber biz genç fotoğrafçılar, mücadeleye bir katkı olsun diye fotoğrafı toplumsal bir göz olarak benimsedik, ona eğildik. Doğal olarak yakından tanıdığım Fikret Otyam ve uzaktan izlediğim Ara Güler ile birçok yabancı fotoğrafçıdan etkilendim. Ancak 1980'lere doğru gelince bendeki değişim yavaş yavaş kendini göstermeye başladı.
Çünkü ben sanat eğitiminden gelmiştim. Yani nesnel dünya karşısında oturup onları doğrudan doğruya alıp ve sanat olarak ortaya koymak bana biraz yavan geliyordu. İçinde fotoğrafçının yorumu, tercih ve seçimleri olmuyorsa, izleyiciye bir arka planla beraber hikâyesini sunmuyorsa eser bana yalan geliyordu. Bu bakımdan kendimi sorgulamaya başladım. Özellikle 12 Eylül’le beraber. Çünkü 12 Eylül bütün hayallerimizi yıkmıştı. Ben o dönem fotoğrafta soyutlamalara yöneldim. Önce biraz renkli kompozisyonlar oluşturmaya başladım.
Renklerin temaya egemen olduğu bir fotoğraf anlayışını yavaş yavaş benimsedim. Bazı fotoğrafçılar ise sokak üzerinden yorumlamalara gittiler. Ben onu da eleştiriyordum. Çünkü tamamıyla rastlantılara dayalı bir fotoğrafçılık anlayışı insanı sanatçı yapmaz. Rastlantılar bir tür avcılık işiydi. Hatta fotoğraf makinesinin, deklanşörünün Fransızca adı da tetiktir. Bir tür avcılıktı. Ben kendimi avcılıktan soyutlayarak, giderek daha sonra beni anlatacak, görüntü projelerine yöneldim.
- Şuraya bağlayalım mı? Bence fotoğrafın dili var. Peki, sizce fotoğrafın dili nedir ya da nasıl olmalı?
Fotoğrafı eğer geleneksel ölçüleriyle ele alırsak fotoğraf gerçeğin bir sözcüsüdür. Ama çağdaş anlamda ele alırsak fotoğraf gerçeğe yeni bir tanım kazandıran bir sanat olarak görebiliriz. Hangi açıdan bakarsak bakalım fotoğraf gerçekle temas halinde bir sanat. Doğal olarak fotoğraf, gerçek hayatı görüntülere taşıdığımız için doğal olarak en anlaşılır, en kolay dildir.
Öte yandan fotoğraf hayatı nasıl temsil ediyorsa, politika da hayatı temsil ediyor. Politika hayatı tanzim etmek üzere yola çıkar. Fotoğraf da hayatı resmediyor. O halde fotoğraf bir tür politik bir dildir. Yani politikayla iç içe bir dildir. Fotoğrafı, politikadan, enformasyondan, propagandadan ayırt etmek mümkün değildir.
GÖRÜNTÜ MECRALARI, EMPERYALİZMİN TUZAĞIDIR
- 18. yüzyıl ortalarından itibaren sömürgeciler ve emperyalistler fotoğrafın gözünü kullandılar. Fotoğrafı propaganda amacı olarak kullandılar. Şimdi bunun tam tersine dönüştüğünüzü söyleyebilir miyiz?
Tersini görmeden önce düzüne bir bakalım. Fotoğraf, 1839'da keşfedildiğinde bütün buluşlardan farklı olarak Fransız Ulusal Meclisi'nde alkışlarla duyuruldu. Sanatçısına, yani mucidine patent verildi. Neden? Keşfedilmişler arasında; tren var elektrik var, buharlı gemiler var, başka buluşlar var. Ama fotoğrafa patent verilirken bir seremoni yapılıyor. Amaç belliydi. Fotoğrafın, emperyalizmin öncü gözü olmasının zemini hazırlandı. Hangi ülkeler sömürülecekse önce fotoğrafçılar giderdi. Orada sosyal ve toplumsal olayı görüntülerlerdi.
Bu görüntüler, ilgili mercilerin masalarında incelenir bir karara dönüştürülürdü. Her ne kadar ilk fotoğrafçılar sanatçı olarak ortaya çıktılarsa da ikinci kuşak fotoğrafçılar tamamıyla Savunma Bakanlıklarının, Dışişleri Bakanlıklarının himayesine memurlar olarak yola çıktılar.
Bugüne gelirsek, fotoğraf kitleselleştirmiş, sıradan bireyi bile bir propagandist haline getirmiştir. Yani işte Tik Tok’lar vs… bunun gibi diğer görüntü mecralarının hepsi emperyalizmin amaçlarını güden, toplumsal hiyerarşileri ve dönüşümleri sağlayan birer tuzaktır.
Çünkü emperyalizmin amacı değişmedi ama araçları değişti. Ülkeleri işgal eden emperyalizm, sonra yerine işbirlikçi yönetimler getirmiş ve enformasyon gücüyle toplumların içine salmış.
- Araya girip toparlamam lazım. Bir fotoğrafı sanat eseri yapan koşullar kriterler nedir? Ne olmalı?
Fotoğrafın sanat eseri olma kriterleri fotoğrafın konusuna bağlı değildir. Yorumlanma biçimine bağlıdır. Fotoğrafçının fotoğrafa yüklediği anlam ve amaçla belirlenir. Bana sık sık sorarlar, “Hocam trenle Kars'a gittim, sanat yaptığını düşünüyorum.” Trenle Kars'a gitmek bir temayı işlemektir.
Ben de soruyorum, trenle Kars'a giderken, insanların sefaletini mi gözlemledin? Yalnızlığını mı gözlemledin? Gurbet acısını mı ortaya koydun? Ya da yol boyunca toplumsal durumu mu resmettin? Nedir? Fotoğrafçı, hangi anlamları yüklüyor fotoğrafa? O önemli. İşte onu sanat yapan o. Bir materyalden yaratıcı bir imge tasarladığınız zaman sanatçı olursunuz. Dolayısıyla bana göre fotoğrafın sanatçısı yok, sanat fotoğrafçısı var. Yani amacı sanat olan fotoğrafçı var.
Çağdaş fotoğrafın derdi, hikâye değil! fotoğrafçının hikâyesini oluşturmaktır
- Fikret Otyam’ın, “Gide Gide” kitap dizisinde çektiği fotoğraflarla biz bir iz sürüyorduk. Toplumumuzun değerlerini, yaşamını, hatta ülkemizin coğrafyasını öğrenmemize o fotoğraflar katkıda bulunuyordu. O fotoğrafların bir hikâyesi vardı. Şimdi fotoğrafçılık, Gör-Bas-Çek-Git mi oldu?
Bir kesim için öyle oldu. Geçmişin fotoğrafında sanatsal unsurlar çoktu. Çok fazla sanatçı da vardı. Ama onların tüm altyapıları dokümantasyondu, belgeydi. Belgesel bir dil kullanarak sanat yapıyorlardı. Onların temel amacı hikâye anlatmaktı. Çağdaş fotoğrafın derdi, hikâye değil! Fotoğrafçının hikâyesini oluşturmak. Gerçek hayat hikâyesine tanıklık etmek değil.
- Fotoğrafın görüntü kalitesi, fotoğrafçının yaratıcılığı olarak kabul edilebilir mi?
Görüntü kalitesi fotoğrafın tekniği ile ilişkilidir. Yaratıcılık bambaşka bir şey.Yaratıcı, fotoğrafçı görüntünün kalitesini düşük de tutabilir. Çünkü düşük kalite görüntü de bir amaçtır. Çünkü eğer fluluğu bir amaç olarak kullanılıyorsa o bir kusur değildir. O fotoğrafçının bir tercihidir. Şimdi günümüz fotoğrafçısı, artık masraf kaygısına kapılmadan çekiyor.
Geçmişte biz bir filmden 36 pozu o kadar dikkatli kullanırdık ki, o kadar idareli kullanırdık ki, öyle güzel görüntüleri es geçerdik. Çünkü bir sonra daha iyi bir görüntüyle karşılaşabiliriz umudu vardı. Dolayısıyla bir konunun karşısına önce düşünürdük, karar verirdik, öyle çekerdik. Şimdiki fotoğrafçı tersini yapıyor. Bir konunun önünde çekiyor, düşünme işini sonra bırakarak çekip gidiyor.
- Görüntü aygıtı, cep telefonu da buna da dâhil, çekilenlerin bizi gerçekle tanıştırdığı düşünmüyorum. Telefon teknolojisi de işin içine katılarak bizi sanal dünyanın içine sürüklüyor Artık görüntüyü bile hareketlendiriyoruz. Sistem bizi nasıl dünyanın içine hapsediyor?
“Geleceğin fotoğrafı”, imgelere hapsolmuş toplumlar yaratmaya çalışıyor. Çünkü görüntüler üzerinden o kadar inandırıcı manipülasyonlar yapılıyor ki şimdi.
Ve giderek insanlar gerçeklik duygularını yitirecekler. Gerçek bir dünyada mı sanal bir dünyada mı yaşadıklarını tartışmasına girecekler. Yıllar önce bir kültürel aktivite için Paris'te bulunmuştum. O çok ünlü Lido Gece Kulübü’ne bizi götürdüler. Hayatımda görmediğim çapraşık şeyleri gördüm.
Çünkü sahnede gerçek bir canlandırma bir olay gerçekleşirken aynı zamanda ekranda aynı olayın sanal devamını gösteriyordu. Sonra o sanal birden gerçeğe dönüyordu, gerçek sanala gidiyordu. Akıl almaz bir çatışma vardı. Yani oradan sağlam kafayla çıkmak çok kolay değil. Ben önümüzdeki zamanlarda yapay zekânın da ağırlık kazanmasıyla birlikte gerçekten neyin gerçek, neyin sanal, olduğu konusunda insanların çok büyük bir kafa karşılıklı yüzle geleceğini düşünüyorum.
SANATLA İLGİLENMEYEN DOĞRUYU NASIL BULUR!
- Görüntü avcılığının, çağdaş fotoğrafının önüne geçme tehlikesi var mı?
Görüntü avcılığı, hep vardı hep de olacak. Çünkü kendini görüntülerle sınamak isteyen yüz milyonlarca insan var dünyada. Görüntü araçları demokratikleşmeye başlayınca yani çoğalıp geliştikçe bu heyecan ve avcılık güdüsü hep devam edecek. Görüntü avcılığı sanatsal bir düşünceye çok katkısı yok. Hatta engel bile.
Çünkü insanlar bu gelişmiş araç gereçler yardımıyla ne yazık ki kötü görüntü bile çekemiyorlar. Yani isteseler bile çekemiyorlar. Belli bir sanat disiplininden, bir göz eğitiminden, bir görme kültüründen muaf olmuş, tamamıyla içsel duygularla yansıyan şeyler…
TÜRKİYE’DE ULUSAL FOTOĞRAF MÜZESİ YOK
- Görüntü avcılığının, fotoğrafı bir kaosa sürüklemesi sizin gibi fotoğraf sanatçılarını tedirgin etmiyor mu, yalnızlaştırmıyor mu?
Beni etmiyor. Belli bir kesim için var. Benim için böyle bir şey yok.
- Neden yok?
Ben fotoğrafı düşüncemin bir uzantısı olarak gördüğümden, rastlantıların gizemini, büyüsüne kendimi kaptırmam. Çünkü bende fikir olarak önce olgunlaşacak. Olgunlaşan fikrin arkasından bir görüntü inşa ederim. Bu anlamda ben çok kaygılı görmüyorum. Hatta görüntünün fazlalaşması bile insanların gerçeğe bakma şeklini değiştirebilir. En azından. Bir de göz eğitimi sağlayabilir. En azından estetik zevkini geliştirebilir.
Kameraların demokratikleşmesi çok kötü de değil. O doğruyu nasıl bulacaklar peki? O görme kültürünü nasıl bulacaklar? Doğru tek değil ki. Doğru ayrıntılarda gizlidir. O da o kültürel motivasyona kavuştuğu zaman olur. Okumayan insan doğruyu nasıl keşfeder? Gezmeyen, görmeyen, tartışmayan, sorgulanmayan, politikayla, sanatta, bilimle ilgilenmeyen doğruyu nasıl bulur. Mümkün değil.
- Türkiye'de galericilik çok geriledi. Ülkemizde hala bir fotoğraf müzesi yok.
90'lı yıllarda hatta 80'li yıllarda ben Kültür Bakanlığı'nda çalışıyordum. Ulusal fotoğraf müzesinin kurulması için çok çaba gösterdik. Ama olmadı. Dünyadaki ulusal fotoğraf müzeleri, bir eser kriteri ortaya koyarlar. Yani müzede teşhir edilen bir eser seçilmiş ve kabul görmüş sanatsal niteliklere kavuşmuş eserdir.
Dolayısıyla toplumdaki gelişme bu müzelerdeki eserlerin örneklemeler yaparak insanları bu konuda bilinçlendirerek, eğiterek yol gösterici olur. Türkiye'de fotoğraf alanında yol gösterici olacak bir mekanizma yok. Dünyada en küçük ülkenin bile ulusal fotoğraf müzesi var. Sanat müzeleri toplumun geleceğe taşıyan önemli bilgi kaynakları, kütüphaneler gibidir.
Çünkü orada sanatçı, bir önceki kuşağın yaptığının üstüne bir şey bina edecek, onu bir eğitim olarak gibi görür. Ulusal fotoğraf müzeleri dünyanın her tarafında var, komşu ülkelerimiz İran, Suriye, Mısır, Bulgaristan, Yunanistan'da var.