Fransa’nın Doğu Akdeniz siyasetsizliği

Yaşananlar göstermiştir ki, ülkemizin sınırları, artık yakın sınır dışından sağlanmakla kalmamakta, Kuzey Afrika-Doğu Akdeniz-İran sınırına dayanan bir periferi, Balkanlar ve Kafkasya’da gerçekleşen bir strateji ile tamamlanmaktadır.

Fransa’nın Doğu Akdeniz siyasetinde akla ilk gelen, sömürgeci geçmişi, Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’deki kolonileri, manda yönetimleri olabilir. 1916 Sykes Picot ve 1920 San Remo haritalarında kaybolan Fransa zihniyeti, geçmişteki komplekslerinin esiri haline gelmiştir. Bugünkü siyasal hamlelerinde, cüretindeki en kritik davranışlar ise, ABD’nin oğul Bush dönemindeki ünlü Neo-Con Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in vurguladığı üzere, “eski Avrupa”dan gelen alışkanlıklardır. Gerçi Rumsfeld bu memnuniyetsizliğini, Almanya ve Fransa’nın, 2. Körfez Savaşı’ndaki vaziyet alışları üzerine belirtmiş, zaman içinde bu söz, söyleme dönüşmüştü. Yine ABD’li bakana göre “yeni Avrupa”, o dönemde AB ve NATO üyesi olmaya çalışan Doğu Avrupa ülkeleri idi. “Yeni Avrupa”nın Rusya’nın “yeni çevrelenmesi” siyasasında, Baltık Cumhuriyetleri ile birlikte (Estonya, Letonya, Litvanya) nasıl bir işlev taşıdığı görülmektedir.

GERGİNLİK HATTI

Tam da buradan hareketle, 2003’te 2. Körfez Savaşı’na görünüşte insancıl, fiilen kendi çıkarları çerçevesinde karşı çıkan “eski Avrupa”nın Fransa yüzü, bugün Doğu Akdeniz başta olmak üzere, kuzey Afrika üzerinden, Kıbrıs’a kadar uzanan bir hatta Türkiye ile ciddi bir gerginliğin, siyasal bir çatışmanın içine girmiştir. Bu bir rastlantı değildir.

2009 Davos krizinden sonra İsrail-Yunanistan-Kıbrıs Rum Kesimi arasında başlayan siyasal yakınlaşma, zamanla askeri ve ekonomik içerikler kazandı. Bu süreçte İsrail’in (2009) kıyılarında doğal gaz yatakları keşfetmesi, 2010’da Leviathan bölgesindeki zengin kaynaklara, daha sonra Tamar’ın eklenmesi, ortaya birtakım arayışları çıkardı. İsrail açısından en yaşamsal konu, doğal gazı satabilmesi idi. Bunun için de tankerlerle taşıma, tahmin edilebileceği gibi yetersiz olacaktı. 2009 yakınlaşması bu zeminde, 2020’de EastMed’in geçerlik kazandığı, 2 bin km’ye yakın bir boru hattı anlaşmasıyla yeni bir boyut kazandı. Gelgelelim, İsrail Parlamentosu Knesset’te 6 milyar dolarlık bütçeyle ifade edilen projede en büyük soru, finansmanın nereden sağlanacağı, ikincisinin ise, münhasır ekonomik anlaşmalarla “yakınlaşma”yı çoklu bir paylaşım haritasına dönüştürmeye çalışan ülkelerin Türkiye gerçeğini görmezden gelmesidir. Bir başka açıdan değerlendirildiğinde 1955’teki Bağdat Paktı ya da 1958’deki ismiyle CENTO gibi olmasa da, İsrail-Kıbrıs Rum Kesimi-Yunanistan eksenine, Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve Körfez ülkeleri eklendiğinde, bu sefer Türkiye’nin yer almadığı, Doğu Akdeniz’den Basra’ya uzanan bir ABD kuşağı yapılanmaktadır. Bu işbirliği, coğrafi, jeopolitik açıdan bir “benzemezler koalisyonu”nu andırmakta, petrol-doğal gaz bağlamında, bölgesel zeminde Amerikancı bir zihniyeti ete kemiğe büründürmektedir.

TÜRKİYE’NİN HAMLELERİ

Türkiye’nin 2019 sonlarında Libya’da Ulusal Mutabakat Hükümeti ile imzaladığı “deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması” aslında 2009’dan beri dışlanmaya çalışıldığı Doğu Akdeniz’e, çok net bir biçimde dönmesini sağladı. 15 Temmuz 2016 kalkışması sonrası, yeniden toparlanan ve ABD’nin bölgede tasarladığı kukla devletçiklere, etnik-bölücü antitelere karşı Türk Silahlı Kuvvetleri, 2016 yazında Suriye’nin kuzeyinde Fırat Kalkanı Harekâtı, 2018’de Zeytin Dalı Harekâtı ve 2019 sonlarında Barış Pınarı Harekâtı ile PKK/PYD terörünün teritoryal antitesini “devlet aklı”yla engellemiştir. Bu operasyonel strateji sadece ABD’nin hesaplarını bozmadı. Avrupa güçleri de bölgedeki siyasal yatırımlarını yeniden ele almak zorunda kaldı. Nitekim Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinin PKK/PYD terörü ile bağlantıları mevcuttu, Doğu Akdeniz’i (Levant) adıyla Suriye-Lübnan hattında “eski arka bahçesi” gören Fransa, Rusya gerçeğine rağmen, bölgede siyasetini farklı ataklarla sürdürmeye çalıştı. Şunu eklemekte fayda var, IŞİD terörü sayesinde sözde meşrulaştırılan PKK/PYD terörü anımsanınca, IŞİD’deki Şam’ın, Suriye’nin başkenti Şam değil, Levant olduğu vurgulanmalıdır. Levant coğrafi olarak Hatay topraklarımızdan, Sina yarımadasına uzanan bir jeopolitiği betimlemektedir. Kapitülasyonların Kanuni döneminde Fransa’ya verildiği 16. Yüzyılda, ilk Fransız denizcilik şirketlerinin adı Levant’tır. IŞİD sayesinde PKK/PYD’ye sağlanan vurguladığımız sözde meşruiyet, eğer Türkiye’nin müdahaleleri olmasa idi, PKK/PYD terör devletçiğinin Doğu Akdeniz’e ulaşmasını sağlayacaktı. Büyük Atatürk’ün vatan toprağı Hatay’ın yeniden kazanılmasındaki stratejik öngörüsü, bu çerçevede daha da iyi anlaşılabilir. Hatay, bir Türk seddi olarak, Doğu Akdeniz’deki konumunu bu zeminde ortaya koymuştur. Ülkemizdeki siyasal uzantılarını da akla getirirsek, neden Batı şemsiyesinde söz konusu terörün desteklendiği daha iyi anlaşılabilir. Buradaki önemli destek sağlayıcılardan biri, ABD ve diğer Batı ülkeleri arasında Fransa olarak dikkat çekmektedir. Tıpkı sözde soykırım savlarının hamisi olduğu gibi.

KIBRIS’IN ÖNEMİ

Kıbrıs’ta Rum yönetimi ile Britanya ve ABD gibi, Fransa da çok yakın ilişkiler sürdürdü. Rum yönetiminin “üs vererek dost kazanma politikası”nda Fransa, hem askeri yapılanma, hem de petrol-doğal gaz arama faaliyetleri ile kendisini gösterdi. Türkiye’nin KKTC ile birlikte Afrodit ve Calypso münhasır ekonomik alanlarında, Kıbrıs Türkü’nün ve Türkiye’nin çıkarlarını koruyan yaklaşımı, Fransa’yı tedirgin etti. Libya ile yapılan anlaşma ile de, Libya derinliğinde, Kuzey Afrika siyasetine dahil olan Türkiye, Fransa’nın petrol ve uranyum faaliyetlerinde, Çad politikasında soru işaretlerini arttırdı. Sözde Arap Baharı’nda “eski Avrupa güçleri”ni ön plana alan NATO’nun Libya operasyonu, sadece Kaddafi’yi değil, Libya’da devleti tasfiye edecek ya da bölecek bir anlayışın öncüsü olmuştu.

Türkiye-KKTC-Libya üçgeninde gelişen, münhasır ekonomik alanlarını baz alan, siyasal-askeri-ekonomik ilişkileri güçlendiren yaklaşım, Fransa için ciddi soru işaretlerini de beraberinde getirmiştir.

AB sopası ile Annan Planı dahilinde, Kıbrıs’ta gizli ajandasına göre hareket eden ABD-AB yaklaşımı, eğer güney Kıbrıs’tan “evet” gelse, Türkiye açısından sadece Kıbrıs değil, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik alanlar çerçevesinde nasıl bir kuşatma içine gireceğimizi gösteren bir durumu işaret etmektedir.

O dönem, Annan Planı’ndaki şaşkınlık, bugün siyasal spektrumun diğer tarafın da “Ne işimiz var Libya’da” sorusu ile tekrarlanmaktadır.

Yaşananlar göstermiştir ki, ülkemizin sınırları, artık yakın sınır dışından sağlanmakla kalmamakta, Kuzey Afrika-Doğu Akdenizİran sınırına dayanan bir periferi, Balkanlar ve Kafkasya’da gerçekleşen bir strateji ile tamamlanmaktadır.

Mesele bugünkü iktidar-muhalefet ilişkilerinin ötesinde, ülkenin bekası zemininde ele alınmalıdır. O yüzden Mavi Vatan, bütünlüğü kaybedilmemesi gereken bir varlık konusudur. Fransa da bu gerçekle, diğer ülkeler gibi karşılaşmak durumundadır.

Fransa'nın Akdeniz'de Türk gemilerine yönelik kışkırtıcı manevrası
Sonraki Haber