İrfan Yalçın, Ölümün Ağzı’nda! Acının tarihini yazdı
Kitap, maden ocaklarında can vermiş, sakat kalmış, madenin bütün çilesini çekmiş, ama hiçbir zaman insan onuruna yaraşır biçimde yaşatılmamış emekçilerin hayatını belgesel tarzıyla anlatır
İrfan Yalçın, Türk edebiyatının klasikleşmiş yapıtlarından Ölümün Ağzı’nı 1940’lardaki maden mükellefiyetinin korkunç gerçeğiyle okuru yüzleştirir. Zonguldak köylülerine reva görülen bu zulüm ve maden ocaklarındaki yaşam, onun anlatımı ile tarihe geçer.
Kitap, mükellefiyet döneminin gerçek olaylarından yola çıkılarak kaleme alınan bir acının derin tarifidir de.
Romanda anlatıldığı gibi İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Zonguldak kömür ocakları çevresinde yaşayan erkek köylüler "işçi mükellefiyeti" adı altında zorla çalıştırılır.
Hikayede yaşlı bir madenci o günleri şöyle anlatıyor; "Yük taşıyan bir hayvan huysuzlanıp gitmezse, sahibi döver onu. Ama ne kadar döverse dövsün, hayvanını yaralamak, sakat bırakmak, öldürmek gelmez içinden. İşte böyle sakınmalardan bile uzaktık 'mükellefiyet'te biz. Bir hayvan, bir eşya kadar bile değerimiz yoktu nedense! Ayağı kırılan bir ocak katırı, yiten bir kazma, bizlerin ölümünden daha çok üzerdi başımızdakileri. Çünkü ocakta çalışan katır az bulunuyordu. Kazma, kürek belli sayıdaydı. Ama bize gelince, karıncalar kadar çoktuk biz."
BELGESEL ROMAN
İrfan Yalçın, Ölümün Ağzı romanında belgesel roman tekniğini kullanır. Bu tarzla yazar, romanında, gerçeklik olgusunu pekiştirir.
Kitabı yazmadan önce, katır sırtında günlerce Zonguldak’ın köylerinde birçok madenciyle görüşür. Bu çalışma hikayedeki şive, anlatım, kurgu ve gerçeklik duygusunu pekiştirir.
Madende yaşanan ölümler, son derece zor koşullar altında madende çalışan işçilerin ağzından şu ifadelerle aktarılır; “Rabbim gülmekten ayırmasın kimseyi’ diye mırıldandı Recep Çavuş. ‘Gülmek ömrün çiçeğüdür bana sorarsan! Perişanlık içinde yüzüyoz, hâlâ da gülebiliyoz, düşün ki! İyi olan bu işte! Halimize şükretmeliyiz her zaman.”
Yazar, Ölümün Ağzı'nı, maden ocaklarında can vermiş, sakat kalmış, "maden"in bütün çilesini çekmiş, ama hiçbir zaman insan onuruna yaraşır biçimde yaşatılmamış tüm emekçilere adar.
ÖLÜMÜN İÇİNDE BÜYÜK OLUKLAR
Madende yaşanan ölümler kimi zaman büyük trajedileri de ortaya çıkarır. Madendeki ortam bir madencinin sözleriyle aktarılır: “Yollarda çalışıyoruz, taş kırıyoruz. Tünel açıyoruz. Ölümün içinde büyük büyük oluklar açıyoruz durmadan. Kar yağıyor kirpiklerimize, gözlerimizin içine. Balyozların sapı avucumuzda donup kalıyor. Üşümek değil bu, can çekişmek. Öyle durup dururken başlıyoruz ağlamaya. Kırbaçlı adamlar var sağımızda solumuzda. Ağlamak yasak. Kim ağlarsa, iniyor kırbaç kafasına. Midemize bir şey girmiyor pek. Çoğumuz hasta. Ölenler var.”
ACI HİÇ DEĞİŞMİYOR
Erzincan İliç’te altın madeninde yaşanan facia 11. gününde, ama hâlâ toprak altında kalanlara ulaşılamadı. 1979 yılında yayımlanan Ölümün Ağzı romanında bu yana ne yazık ki durum değişmiyor. Romanda, babaların cesedine ulaşmayan iki kardeş annelerinin karşısına geldiğinde annenin feryadı bugünkü ile aynı; “Bubanın ölümü, dedim. Yuf size lan! Alıp gelmediniz bubanızın ölüsünü buraya? Oralarda, dağ başlarında godunuz herifimin ölüsünü? Yuf size? Yuf? Adam olacaksınız bi de? Üç ay da geçse, üç yıl da geçse kendim alıp gelecem onun kemiklerini ordan? Göreceksiniz bak!?”
Kitaptaki diyaloglardan da çalışma koşullarının ne kadar insanlık dışı olduğunu anlamak mümkün;
“Canuma tak dedi artık! Bu yaştan sonra bu çile, bu eziyet çekilmez ha dinime!”
“Dayak olmasa çekülür, dedi Niyazi. On altı saat durup dinlenmeden çalış, sonra da ondan bundan dayak ye işin yoksa!”
“Neymiş çatışma varmış Alaman Gavuruyla! Bize mi bunun çilesi hep? Şehir uşağı kırıt kırıt kırıtsın sokaklarda, köy uşağının madende anası bellensin?”
“Yanlış yerde dünyaya gelmişiz buba biz! Şehirde doğacağımıza köyde doğmuşuz! Köy insanı demek; eziyet insanı demek?”
“Paran olacak daha doğrusu, paran! Paran oldu mu, köyde de olsan gorkma hiç! Hacı’nın oğluna, Kazım’ın oğlına niye mükelleflik yok ta, bize var?”
İŞÇİ MÜKELLEFİYETİ NEDİR?
İrfan Yalçın, Ölümün Ağzı kitabında “yazarın notu” olarak yazdığı bölümde şunları söylüyor; ‘Eğer bir gün ‘acı’nın tarihi yazılırsa, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak kömür ocaklarında uygulanan ‘işçi mükellefiyeti’nin, kısaca, ‘mükellefiyet’in de sözü edilir herhalde. ‘Mükellefiyet’, ‘yükümlülük’ anlamına gelen Arapça bir sözcük. Ama bu sözcük, Zonguldak maden köylerinde ‘karabasan’la eşanlamlı bir sözcük olup çıkmıştır adeta. Bugün bile, buralarda yaşayan genç-yaşlı her köylü, bu sözcüğü duyar duymaz irkilir, bu sözcükten acı duyar. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, kömür ocakları çevresinde yaşayan erkek köylüler, zorla, jandarma dipçiği altında madende çalıştırılmışlardır. Romanda sık sık sözü edilen, görünüşte şehrin köyü sömürmesinin, gerçekte burjuvazinin (gelişmemiş de olsa) köylü sınıfını sömürmesinin tipik bir örneği olan ‘mükellefiyet’ olayı budur işte kısaca.
İRFAN YALÇIN KİMDİR?
Yazar ve çevirmen. 23 Nisan 1934, Zonguldak doğumlu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü (1960) mezunu. Fransızca öğretmenliği yaptı. 1972 yılında öğretmenlikten ayrılarak İstanbul’da bir kitabevi açtı ve Z Yayınevini kurup yönetti. Varlık ve Türk Dili dergilerinde yayımladığı şiir, öykü ve çeviri yazılarından sonra, bir süre yazın yaşamına ara verdi. 1959 yılından itibaren hikâye, eleştiri ve çevirileri Varlık, Türk Dili, Soyut, Gelecek, Yeditepe, Yansıma dergilerinde yayımlandı. Yeni Dergi’nin 1968 yılında açtığı bir yarışmada “İnce Memet” eleştirisiyle ikincilik, Milliyet Yayınları 1974 Roman Yarışmasında Pansiyon Huzur (1975) romanıyla ikincilik, Ölümün Ağzı (1979) romanıyla da 1980 Türk Dil Kurumu Roman Ödülünü kazandı. Tiyatro oyunları da yazdı. Pansiyon Huzur ve Fareyi Öldürmek adlı romanları sahneye uyarlandı. Ölümün Ağzı adlı eseri Rusçaya çevrilerek yayımlandı. Genelevde Yas adlı romanı filme alındı.