İstismara uğrayan kadının gözüyle erkek

‘Roman erkeğin varlığını, içyapısını ve geçmişini irdeliyor. Ama acaba kadın için çözüm; onu istismar eden erkeği öldürmekten mi geçiyor? Öldürmek, çözüm müdür erkeği? Yoksa…’

Günümüzün en güncel konusu; bana göre çocuk istismarı. Yoksa salt bugüne özgü değil, binlerce yıldır güncelliğini yitirmeyen bir konu mu desem bunun için? Dahası şimdi bana nüfus artışından açlığa, savaşın her çeşidinden emperyalizm kudurganlıklarına, iklim değişimlerinden pandemilere, yerkürenin kirletilmesinden veriminin tüketilmesine dek bugün dünyanın bunca güncel ağırlıkta bir sürü derdi varken, bu çocuk istismarı konusu da neden en güncel oluyormuş demeyin sakın. Çünkü çocuk istismarı konusu; kanımca erkek psikolojisini çok yakından ilgilendiren ve sürekli irdelenmesi gereken bir konu.

Bu düşünceye elbette son günlerde bir solukta okuduğum, 406 sayfalık “AV” romanını bitirdikten sonra varmış olduğumu söylemeyeceğim. Yalnızca okurken yapıtın her sayfasının bana, bu “erkek davranışı”nın neden salt bugüne özgü olmayıp binlerce yıldır süren bir geçmişi olduğunu anımsattığı için içimi acıttığını kendi kendime sormakla yetineceğim. “AV” romanının yazarı Gamze Akçakaya kaç yaşında bilmiyorum. Kendisi hakkında hiçbir bilgim yok. Kitapta da özgeçmiş ya da bir açıklama yok. Yapıtını okurken bana bir yandan çok gençmiş, öte yandan da sanki yüz yaşındaymış gibi geldi. Çünkü dili ve anlatım biçemi bugünün gençlerinin Türkçesine göre fazla mükemmel olmasına karşın kimi sözcükler (“cep telefonu kullanımı” ya da “korunmaya muhtaç çocuk tanımı altında devlete ait olan kurum” ya da “mal gibi”), günümüz koşullarına cuk oturuyor.

Bu yüzden yazarın genç olup olmadığı konusunda epey bocaladım yapıtı okurken… Türkçesi de dediğim gibi konuşma ve yazı dilimizin giderek iyiden iyiye adamakıllı bozulduğu şu günlerde okura yeni ufuklar vadediyor: Birbirinden değişik benzetmeleri, dille çok tutarlı oynayışı, sanki tümcelere ve sözcüklere dans ettiren, neredeyse “şiirsel” yazış biçimi çok güzel, dilimize yepyeni yollar açacak nitelikte. Örneğin; “Ağaçların dallarındaki yapraklar rüzgâra sinirleniyor, rüzgâr ise kökleri toprağa bağlı bu güzel varlıklara nispet yapar gibi yere düşmüş yaprakları yeniden onların yanına çıkarıyordu.” vb. benzetmeler dili devindirirken, konuya koşut biçimde yaşamın ölümle savaşımını da çok güzel, duyarlı biçimde açımlıyor. Bir yandan ölümü sunarken öte yandan yaşamı vadediyor. Yaşamı ve başkaldırıyı… Özellikle kadın için!

ERKEĞİN CİNSELLİĞE BAKIŞI

Romanın konusuna gelince; güzelim, akıcı, tertemiz anlatımına bütünüyle karşıt, çok ağır ve karanlık bir yapıt bu. Kadın gözüyle yazılmış olsa da erkek ruhundaki vahşete yönelik, erkek kişiliğinin eziciliğini irdeleyen, erkeğin ikiyüzlülüğünü ele alır düzeyde. Daha doğrusu erkeğin cinsel yapısıyla, cinselliğe bakışıyla ya da cinselliği yaşayışıyla ilgili bir yapıt. Öyle ki romanı okurken “acaba şiddet, erkek yapısının içsel parçası mı?” diye düşünmeden edemiyor insan. Hemen belirteyim; erkek düşmanı değilim tıpkı romanın “tecavüze uğrayan” küçük kız kahramanı Ela gibi; ancak sormadan da edemiyorum: Neden binlerce yıldır çocuk istismarı, kadına tecavüz ve tacizin önü alınamıyor?

Erkek neden bu konuda hiç değişmiyor? Dünyayı binyıllardır uğraşları, becerileriyle yoğura biçimlendire bugünlere getirmiş insan (daha doğrusu erkek) aklı, neden cinselliğin “perdesi” sevgi ve aşk aradan çekilince ilkel bir yaratığa dönüşüyor? Doğanın o renk renk, çiçek çiçek örtüsü sıyırılınca altından niçin çocuğun da kadının da ruhunu (varlığını) paramparça eden canavar çıkıyor? Tıpkı doğaya da yaptığı gibi, erkeğin bu saldırganlığının nedeni nedir? Çocuk ve kadın, erkek için hep bir “AV” mıdır, binlerce yıldır böyle miydi dinler ve savaşlar karmaşasında, şu uygarlık çağı dediğimiz zamanda da yine böyle mi olacaktır? Doğa gibi, dünya gibi, başka ülkeler gibi… Savaşlar gibi! İlle de her şey, her şey, her şey ve yaşam neden hep bir “AV” oldu ve olmakta erkek için?

Yapıt işte bu soruların yanıtını aramakta bence. Yani bugünü anlatırken gerçekte geçmişi de sorgulamakta. Erkeğin varlığını, içyapısını ve geçmişini irdelemekte. Ama acaba kadın için çözüm; onu istismar eden erkeği öldürmekten mi geçiyor? Öldürmek, çözüm müdür erkeği? Yoksa…

“Dönüşü yavaşlamış dünyaya ayak uyduramayan adımlar atmaya devam etti Ophelia. Yukarı kaldırdığı ince ellerine, onları zar zor taşıyor gibi duran bileklerine, usul usul hareket eden parmaklarına baktı. Ophelia şimdi güneşe ne kadar yakınsa Ela da kendi güneşine o kadar yakındı.”

GERÇEĞİ SÖYLEMELİ Mİ?

O güneşe dokunabilmek… “Ela hissettiklerini çözemiyordu, içi büsbütün kördüğümdü. Duygularından kaçmaktan başka çaresi yoktu belki de…” Sevdiği erkeğe duygularını açsa bir türlü, açmasa başka türlü! Gerçeği söylemekten öte ne yapabilirdi ki Ela? Tıpkı “ölü” “Ophelia gibi değil miydi o da? “Güzel, deli, âşık ve bahtsız.”

Şimdi bu tümcelere, bir de şu yaşadığımız günlerde erkeklerce canlarına kıyılan kadınlarımızı eklersem artık “AV” romanının kurbanı güzel, deli, âşık ve bahtsız Ela için göz yaşı dökmekten öte şu sözleriyle yazıma son vermeyi daha uygun buluyorum: “Bir vatanı bayrağından, marşından, huzurundan etmek onun ırzına geçmek sayılmaz mı? Nasıl tek bir tarikat, tek bir terör örgütü veya tek bir düşman ülke bir başka ülkenin canına okuyor, yayılarak tüm toprağını işgal ediyor; tek bir kişi de bir başka insanın bütün vücudunu işgal ediyor. Tek bir hücre dahi bırakmıyor. İşgalin tecavüzden farkı yok. İkisinde de olan masumlara oluyor(….) Hep biz suçluyuz, her şey bizim hatamız, dikkatli davransaydık ölmezdik, tedbirli olsaydık bunlar olmazdı. Her şey ama her şey, küçücük çocukların yaptıkları yanlışların suçu!” Ve kadınların… Değil mi?

Sonraki Haber