İttihatçıların kurduğu ordu dünya tarihini değiştirdi
Osmanlı İmparatorluğu’nda 1908’den geriye doğru baktığımızda ciddi bir ordu sorunu vardı. Sultan II. Mahmud döneminde tasfiye edilen Yeni Çeriler’den sonra kurulan düzenli ordu da bu sorunu tam manasıyla çözemedi. Abdülhamid döneminden önce de ordunun ıslahı konusunda çalışmalar yapıldı. İngiltere, Fransa ve Almanya’dan uzmanlar getirildi. Heyetler bir düzen vermeye çalıştı, ancak yine de sorun kökten çözülemedi. Çünkü sorun yapısaldı. Osmanlı’nın kendisinde sorun vardı. Dağılıyordu ve güçlü orduyu ayakta tutacak mali imkânlara da sahip değildi. Öyle ki subayının maaşını bile ödeyemiyordu. İsmet Paşa yeni atandığı Edirne’de “aylarca maaş alamadığını” anılarında belirtir. Bir de eğitim sorunu vardı. Doğru dürüst hedefe ateş edemeyen bir asker... Islah heyeti subayı soruyor, “Neden hedefe değil de havaya ateş etmiyorsun evladım?” Cevap: “Canını sıkma komutan, Allah isterse o kurşun hedefe gider!” Bunlar çarpıcı örnekler. Ancak konu çok ayrıntılı…
ABDÜLHAMİD’N KORKUSU
Sultan Abdülhamid dönemi ordunun da çöküş dönemidir. Abdülhamid 1876 yılında koltuğuna oturduğunda dünyanın ikinci büyük donanmasını devraldı. Ancak bunu iyi kullanamadı ve Haliç’e hapsetti. Nedeni de “Bana darbe yapar” diye. Bir önemli neden de satın alınan bu donanmayı kullanacak subay ve personelin bulunamaması… En iyi gemi almak en iyi donanmaya sahip olduğunuz anlamına gelmiyor. Donanma gemilerinde tavuk beslendiğini, domates biber ekildiğini dönemin subaylarının anılarında bulmak mümkün.
Islahat Heyeti, geliyor, bir plan yapıyor. Eksikleri çıkarıyor. Çoğu zaman bolca silah ve cephane siparişi veriliyor. Alınıyor. Ama depolara konuluyor. Kullanılmıyor. Islah önerileri ise sümen altı ediliyor. Bunu Goltz Paşa da anılarında net şekilde anlatıyor… Nedeni korku! Öyle ki orduya tatbikat izni bile verilmiyor. Bu korku sadece içerisiyle ilgili değil, dışarısı ile de ilgili. Dışarıda büyük güçler var ve Osmanlı dökülüyor. Karşısına çıkaracak doğru dürüst ordu gücü yok. 93 Harbi dediğimiz savaş 1877-78 arasında iki cephede oldu. Biri Balkanlar diğeri de Erzurum-Kars önlerinde. İkisini de kaybettik. Ağır yenilgi, toprak kaybı ve yüklü miktarda tazminat… Bir de savaşı saraydan yönetme meselesi! Oysa Abdülhamid’in dedeleri savaşları cephenin en uygun yerinden yönetirdi…
İTTİHATÇILARIN İLK MESELESİ
İşte bu orduyu düzenlemek ve yenilemek İttihatçılara düştü. Hem de çok kısa zaman içinde. 1908 Devrimi’nden sonra eski tip subaylara yönelik tasfiye işlemi başladı. 10 bine yakın subay ordudan ihraç edildi. Bunlar askerliği bilmeyen ve Padişah el eteği öperek yükselmiş subaylardı. Çağın askerlik tekniğini de bilmiyorlardı. Çoğu okullardan yetişme değil, alaylıydı. Bu dönemde İttihatçılar tam iktidar değildiler. 1908’de Bosna Hersek’in Avusturya tarafından ilhakı, Bulgaristan’ın özerkliğini ilanı, 1911’de Libya’da İtalyan işgali, 1912-13’de Balkan Harbi ile yüz yüze kaldık. Erken yakalandık ve pek bir şey de yapamadık. Balkan Harbi ağır yenilgiyle sonlandı. Öyle feci sahneler yaşandı ki subaylar askerlerden önce kaçıyordu… Buna İttihatçılar müdahale etti. Edirne’nin verilmesi üzerine 23 Ocak 1913’de Sadrazam Kâmil Paşa istifaya zorlandı ve Mahmut Şevket Paşa Sadrazam oldu. İttihatçılar gidişe tam hakim oldu… Bu hareketle birlikte orduda ikinci tasfiye ve köklü düzenleme dönemi başladı. Ordu baştan sona yenilendi. Yeniden organize edildi. Balkan Harbi’nin beceriksiz ve basiretsiz komutanları tasfiye edildi. Bunun sayısı da bin 300 civarındadır. İşte tarihi dokunuş bununla başlar.
ORDU ORDUYA BENZEDİ
Enver Paşa, 5 Ocak 1914 tarihinde Harbiye Nazırı oldu. Alman heyeti işbaşı yaptı. Disiplinli Alman ekolü esas alındı. Genç subayların önü açıldı ve onlara rütbelerinin üstünde görevler verildi. Çoğu Harp Okulları ve Akademi’den mezundu. Yeni tekniği biliyorlardı. Cihan Harbi’nin de ayak sesleri duyuluyordu. İttihatçıların omuzlarında en önemli vazife ekmekten önce vatanın korunmasıydı. Çünkü kendi deyimleriyle “300 yıllık geriliği ortadan kaldırmak için” devrim yapmışlardı. Sloganları “Ya vatan ya ölüm” idi. Bunun için dağa çıkmışlar ve Meclisin açılmasını ve askıya alınan Anayasa’nın yürürlüğe girmesini istemişlerdi. Bunları da yine dağılmayı önlemek ve vatanın yükselmesi için yapmışlardı. Onlar bu iki kurumu “kadere halkın el koyması” olarak görüyorlardı. Padişahın kayıtsızlığı ve teslimiyetçiliği ancak “vatanın gerçek sahipleri” tarafından önlenebilirdi. Çoğu Balkan dağlarında vuruşarak İttihatçı olmuştu. En ön cephedeydiler. Enver Paşa’nın 50’ye yakın büyük çatışmada yara almadan kurtulduğunu hatırlatalım. Feleğin çemberinden geçmişlerdi. Gözü karaydılar. Fedaiydiler. Her şeyleri vatan içindi.
Cihan Harbi öncesi bu bir yıllık kısa dönemde ordu baştan sona düzenlendi, kendine geldi ve şahsiyet buldu. Bunu dönemi yaşamış olan ünlü yazar Şevket Süreyya Aydemir çok güzel özetler: “Ordu dahilinde disiplin, harbin sonuna kadar, hiçbir suretle sarsılmadı. Hatta öyle sanıyorum ki, Birinci Dünya Harbi'nde Türk ordusu, tarihimizin belki de en disiplinli ordusuydu. Bu neticede, Enver Paşa olmak üzere, kumanda kadrosunun gençliğinin büyük etkisi olmuştur.” (Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan Ortaasya'ya Enver Paşa, C.3, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1972, s.273.)
Aydemir, Enver Paşa'nın teşkilatçılığı konusunda da şu değerlendirmeyi yapar: "Şunu da açık olarak belirtmeliyiz. Birinci Dünya Harbi boyunca, hatta Sarıkamış felaketine rağmen Enver Paşa'nın Orduda prestiji hiçbir zaman sarsılmadı. Harp boyunca Orduda, ona karşı aktif bir çıkış ve kıpırdanışın misali yoktur. Enver Paşa Ordu mensuplarının eser ve hatıralarında büyük tenkitlere uğramamıştır. Bu neticede onun, evvelâ 1908 ihtilalinden gelen efsanevi şöhretinin, kazandığı insan üstü saygının, sonra da Harbiye Nazırlığını ele aldıktan sonra, çok kısa bir zamanda başardığı Orduyu gençleştirme ve yeniden düzenleme başarısının etkili olduğunu kabul edebiliriz. Bu gençleştirme ve düzenleme başarısı, Enver Paşa 1 Ocak 1914'te Harbiye Nazırı olduğuna, Osmanlı Devleti de 2 Ağustos 1914'te Almanlarla ittifak bağlayıp, 29 Ekim 1914'te Harbi başlattığına göre, bir yıldan daha az bir zamanda elde edilebilmiştir. Başarının, yalnız bir kadro ve eğitim güçlendirilmesi değil, Ordu mensuplarının ruhunda yeni bir emniyet ve heyecan uyanışı ile beraber yürüdüğünü önemle belirtmek yerinde olur." (Aydemir, Age, c.3, s.75-76.)
İSMET PAŞA’NIN DEĞERLENDİRMESİ
Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın Hareket Şubesi Müdürü İsmet Paşa, anılarında o dönem için şunları söyler: “1908 İnkılâbı bir fedakârlık, samimiyet ve vatanperverlik hareketidir. (...) Enver Bey’in genç yaşında Harbiye Nazırı olması, orduda yadırganmadı, gayet iyi karşılandı. Büyük bir tasfiye hareketiyle, derhal ordunun ıslahına girişti. Teşebbüs gerçekten başarılı oldu. Enver Paşa, bu tasfiyeyi yaptıktan sonra, bütün gücünü orduyu siyasetten ayırmaya hasretti. (...) Enver Paşa, İmparatorluğun kaderinde birinci derecede rol oynamış olan insandır. Memleketin Cihan Harbi’ne girmesini sağlayan odur. Bütün harp esnasında onun stratejik fikirleri birinci derecede rol oynamış, harbin sevk ve idaresine hâkim olmuştur. Enver Paşa, şahsi meziyetleriyle, iyi bir asker, iyi bir subay, iyi bir insan olarak, cemiyetin kusur olarak bildiği unsurlardan, insanın tasavvur edemeyeceği kadar nasibi olmayan bir tiptir.
Asker vasıfları bakımından, vazife sever, çalışkan ve korku nedir bilmez müstesna bir kahraman olarak, askerliğin aradığı ölçülerin en yukarı seviyesinde yer almıştır.” “Alman askeri heyetiyle münasebetlerinde Almanlara tamamıyla tabi olduğu söylenemez. Bilakis Almanlar, ondan daima çekinir ve onu memnun etmeye çalışırlardı. Ancak, sevk ve idaresinde askeri kabiliyetlerinin ve vasıtalarının sınırlı olduğunu anlamaya, öğrenmeye başladıktan sonra, nihayet Alman sevk ve idaresinin bir vasıtası haline gelmesi zaruri olmuştur.” (İsmet İnönü, Hatıralar, (Birinci Dünya Harbi), Yeni Gün Aş., İstanbul, 1999, s.88-93.)
ATATÜRK’ÜN GÖRÜŞÜ
Atatürk, 30 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu'da askerlere hitaben yaptığı konuşmada İttihatçıların ordunun yenileşmesindeki rolünü şöyle anlatır: "Ordumuz, milletin ilerleme ve yükselme adımlarında öncü olmuştur. Milletimizin bütün inkılaplarında birinci adımı işgal etmiştir. Milleti sevk ve idare edenlerin en büyük dayanağı ordu olmuştur. Diğer milletlerde ordu ile millet daima yekdiğeriyle karşı karşıyadır. Halbuki bizde tamamıyla iş tersinedir. Meşrutiyeti kahraman subaylarımız ilan ettirdiği gibi, bu inkılabı da yine onların fedakârlığına borçluyuz. Bundan sonraki yükselme ve ilerleme de sizin şuurlu kuvvetinizle olacaktır." (ATABE, c.17, Kaynak Yayınları, s.290.)
TÜRK ORDUSUNUN DİRENİŞİ
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu toplamda 2 milyon 850 bin asker sevk etti. 20 bin de subay… Genç ve mücadeleci ordu ilk sınavını Sarıkamış’ta verdi. Çok zor şartlarda büyük bir hamle yaptı ve zafere ramak kala başarılı olamadı. Ağır kayıp verdi. Bu onu yıldırmadı. Bundan sonra Süveyş Kanalı Harekâtlarını yaptı. Amaç düşmanın Mısır’ı yığınak üssü yapmasını engellemekti. Bunda da başarısız oldu. Ancak düşmanı her iki harekât da tedirgin etti. Bu harekâtlar Çanakkale Savaşını tetikledi. Asıl yığınak başkentin etrafına yapılmıştı ve en büyük kapışma buradaydı. Burada hem denizde hem de karada muazzam direniş oldu. Her iki taraf da 500’er bin asker sevk etti. 10 ay süren bu direniş, 2 yıl sürer denilen savaşı uzattı. İngiltere ve Fransa’nın müttefiki Rusya’yı zora soktu. Yardım gönderilemedi. Çünkü Rusya’nın hem gıdaya hem de silaha ihtiyacı vardı. En önemlisi silaha! Rusya savaşın daha ilk üç ayında mühimmatının yüzde 70’ini harcamıştı. Çanakkale direnişi uzun vadede Rusya’yı çökertti. Buna Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının Avrupa’nın Doğu Cephesi’nde Rusya ile yaptığı savaşların büyük katkısı oldu.
Savaşın kaderi asıl Batı Cephesi’nde belirlenecek deniliyordu. Bizim savaş planlarımız da buna göre yapılmıştı. Buna göre cephe tutmuştuk. Batı Cephesi Fransa ile Almanya arasındaydı. Almanya çok güçlüydü ve bunu başaracak gözüyle bakılıyordu. Almanya ve Avusturya, bir yandan da Doğu’da Rusya ile savaşmak zorunda kaldı. Yani iki cephede. İlginçtir, savaşın kaderi Batı Cephesi’nde değil, Doğu Cephesi’nde belirlendi. Ve en önemli stratejik sonuca neden oldu. Baltık’tan Kafkaslara kadar bir hilal halinde müttefiklerimizle birlikte Rusya’yı kuşattık. Nefes aldırmadık. Bunu tek başımıza yapamazdık. Tarihi düşmanımız Çarlık Rusyası idi. 1917’de Rusya dış etkiyle içten çöktü. Sonuçları muazzam oldu. Dünya tarihini değiştirecek boyutta. İşte bunun için savaşa girilirdi ve girmenin meyvesini de aldık. Rusya’da rejim değişti. Dünyada ilk kez yeni bir sosyalist rejim kuruldu ve hem kapitalizme hem de emperyalizme karşı savaşan… Bu adım, bizim de Kurtuluş Savaşımızı hızlandırdı ve zafere dönüştürdü.
SAĞLAM CUMHURİYET KURDUK
Rusya’nın çökertilmesi İttihatçıların kurduğu o muazzam ordusun sayesindedir. Ordumuz Arap Cephelerinden Çanakkale’ye, Makedonya’dan Galiçya’ya kadar geniş bir cephede muazzam savaştı ve girdiği her savaşta emperyalizme büyük darbeler vurdu. İmparatorluğun son büyük unsunu Araplar’dı. Arap diyarlarını kaybettik. Ancak onları tutmamız zordu. Oralardan destek de alamadık. Geniş bir alanda süren savaşta büyük kayıplar verdik. Onun yerine Anadolu’yu savunmayı esas alsaydık sonrası için daha iyi olurdu. Ancak, Türkler vuruşmadan toprak terk etmediğini unutmayalım… Bütün bu süreçler savaşı 2 yıl daha uzattı. Olmadı 4 yıl daha. Sonunda Mareşal Fevzi Çakmak’ın deyimiyle “çok kuvvetli bir Cumhuriyet kurduk.” Kendi sınırlarımızı Mehmetçiğin kanıyla belirledik.
İşte bu büyük başarı Meşrutiyet Devrimi sayesinde oldu. Bu zaferi Abdülhamid’in çağ dışı ordusuyla yapılamazdı. Hele Çanakkale hiç savunulamazdı. Daha ilk günden o perişan ordu arkasına bakmadan kaçardı… Bu manada Cihan Harbi bizim için yenilgi, hezimet değil, kazanım ve başarıdır. Bugüne kadar hep Osmanlı’nın içinden bakıldığı için “yenilgi” olarak değerlendirildi. Bu son derece yanlıştır. Asıl büyük stratejik sonuç görülmüyor. Unutmayalım, o dönem müttefikimiz olan Alman ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları dağıldı. Almanya’ya ağır bir anlaşma dayatıldı. Bunu yırtmak için 21 yıl sonra İkinci Dünya Savaşı’nı çakardı. Burada da başarılı olamadı. Bölündü ve bugünlere geldi. Biz ise 1923 yılında Lozan Antlaşmasıyla sağlam bir barışa kavuştuk. Sevr’i yırttık.