Kanla yazılan günlük

Art arda şehit oldular. Teğmen Naci’nin komutanının onun hakkındaki son satırları: ‘Naci! Sen ve emsalin ölmediniz, bir iki kazma darbesiyle oyulmuş bir çukura gömülmediniz; siz büyük Türklüğün, Müslümanlığın sinesinde hürmet ve saygıyla yaşayacaksınız!’

Hep söylenir; Çanakkale Savaşı’nda genç neslimizi kaybettik, diye… Evet, çok doğru... Başkentin burnunun dibinde 9 ay süren savaşta en iyi birliklerimiz savaştı ve 88 bin şehit verdik. (56 bini bizzat cephede.) 162 bine yakın askerimiz ise yaralandı ya da sakat kaldı… Cehennemi savaşta Mehmetçiğin azim, kararlılık ve sebatı sayesinde en büyük emperyalist gücün ülkemizi istilası önlendi. Tarihin en büyük direnişiyle çok önemli kazanımlar elde edildi. “Büyük vatan savunması” diyebileceğimiz savaşta genç kuşağımızın en seçkin evlatlarını toprağa verdik. İşte bunlardan birisi de Teğmen İbrahim Naci idi.

Naci, 21 Haziran 1915 günü Çanakkale Cephesi’nde henüz 21 yaşında iken şehit oldu. Geride ise hüzün dolu bir günlük bıraktı. Kanıyla canıyla yazdığı ve kaybolmasını istemediği günlüğü günümüze ulaştı. Onun satırlarında genç bir Türk subayının duygu ve düşüncelerini öğreniyoruz.

İSTANBULLU TEĞMEN

Aslen Makedonya’nın Ohri şehrinden olan İbrahim Naci, İstanbul Beşiktaş’ta oturan bir ailenin evladıydı. Üç erkek ve bir kız kardeşe sahipti. Ağabeyi Fehmi Bey Sakarya Savaşı’nda şehit oldu. Yine ağabeylerinden Mehmet Rasim ise Çanakkale’de aynı günlerde subay olarak görev yapar. Mehmet Rasim savaştan sağ çıkar ve yıllar sonra Binbaşı rütbesinden emekli olur.

Genç Teğmenin günlüğü vasiyeti üzerine ailesine verilir. Aile onu gözü gibi korur ve kız kardeşi Fatma Hanım’ın torunu Pelin Örnek’in de korumasıyla günümüze gelir. O da yıllar sonra koleksiyoner Seyit Ahmet Sılay’a ulaşır ve Osmanlıca günlüğün günümüz diline aktarılmasını ister. Onu da Dr. Lokman Erdemir yapar. Günlük 2013 yılında “Allahaısmarladık” ismiyle Yeditepe Yayınları tarafından kitaplaştırılır. Kitaba isim olan söz, onun günlüğüne yazdığı son satırdır…

Teğmen İbrahim Naci’nin birliği 26 Mayıs günü İstanbul’dan trenle yola çıkarak Uzunköprü’ye varır. Buradan da cepheye… Cephe’de 19 Mayıs günü Fransızlara karşı başlatılan Kerevizdere Muharebelerinde mevcudunu kaybeden Türk birliklerine takviye amacıyla gönderilir. İşte bu günlerde günlüğüne duygu ve düşüncelerini yazmaya başlar. En kanlı muharebeler burada gerçekleşir. Teğmen Naci de ilk kez muharebeye katılır ve o gün şehit olur.

‘ŞEHİT HÜRMETİNE’

Teğmen İbrahim Naci, küçük not defterinin girişine şu önemli notu düşer: “Ailemin adresi: İstanbul’da Beşiktaş’ta, Yeni Mahalle’de Bostanüstü’nde, 62 numaralı hane Musa Efendi. Bu defter kimin eline geçerse bir şehit hürmetine yukarıdaki adrese göndersin…”

Günlük 24 Mayıs 1915 Pazartesi günüyle başlar ve ölümüne kadar sürer. Bu süre içinde duygu ve düşünceler uzun uzun sayfalara aktarılır. Yazılanlarda güzel bir üslup ve edebi bir dil dikkat çeker. İbrahim Naci’nin İstanbul’da bir de E.N. rumuzuyla belirttiği sevdiği bir kız vardır. Zaman zaman ondan bahseder ve kavuşup kavuşamayacağını sorar: “Oh, bu ne ıstırap, ya Rabbi, ne azap!.. Şimdi bu satırları yazdıkça heyecandan bütün vücudumun titrediğini hissediyorum. Neden bu kadar duyguluyum. Artık yazmak istemiyorum. Çünkü yazdıkça içimde baygın bir selin her tarafı istila ettiğini görüyorum. İşte nefesim daralmaya başladı. Ah! “E. N.” Bu ıssız, meçhul dağ başlarında seni ne kadar düşündüğümü senin için neler çektiğimi bilsen. Acaba bunu anlayacak mısın? Yoksa benim sizi unuttuğum fikrine mi kapılacaksın. Bu kadar kâfi. Boğuluyorum, boğuluyorum. Artık yazamıyorum. Sana selam “E.N.” Saat gece 8.30.”

SON HÜCUM ÖLÜM!

İbrahim Naci’nin günlüğünün çok özel yanı, son hücumda öleceğini bilmesi ve bunu veda satırları gibi günlüğe aktarmasıdır: “21 Haziran 1915, Pazartesi. Saat: 07.00. Geceden beri düşman taarruz ediyor. Şimdi gidiyoruz. Allah hayreylesin… Saat: 11.00. Muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patlıyor… Şimdi birinci onbaşım yaralandı. Allah’a ısmarladık. 11.15… İmza: İ. Naci.”

Günlük, komutanı Yüzbaşı Bedri Bey’in eline geçer. Komutanı da yarım kalan satırlara duygu ve düşüncelerini yazar. Teğmenin nasıl bir asker olduğunu tarihe not düşer. Acı kadere bakın ki, Komutan da bu satırları yazarken şehit olur ve son satırdaki kelimesi bir virgülle yarım kalır:

“Zavallı Naci! Evladım gibi sevdiğim yavrum. Defterine emanet ettiğin gizli duygularını bir peder, bir ağabey yakınlığıyla okudum. Bundan dolayı bana darılmaz ve hatalı bulmazsın değil mi?

Senin o cevval zekân, mini mini, fakat hareketli ve zinde vücudun, susmak bilmeyen, her konuşanı susturmak gayretiyle mitralyöz gibi daima işleyen konuşkanlığın, bölük askerlerine öğrettiğin vatan şarkıların… Hâsılı sevimli varlığının taburumuz içinde unutulacağını mı sanıyorsun?

Hayır, hayır! Bir sene zarfında burada bıraktığın hatıralar, bütün tabur erleri ve subaylarında sana karşı bir cazibe, bir muhabbet meydana getirmişti.

Naci’m, pek genç ve körpe iken kara topraklara verdiğim o sevimli varlığından ayrı düşmek hem benim, hem de bölük neferlerinin –telafisi imkânsız- büyük bir kaybıydı. Yalnız benim ve bölüğün mü ya?..

Ordumuzun, vatanımızın istikbalini, geleceğini bu körpe çocukların malı olarak tasavvur ediyorum. Her ümidim Türk gençliğine bağlı idi. Naci de bu gençliğin içinde istisna teşkil edecek derecede kıymetli bir kişi idi.

Askerlik bilgisini büyük bir vukuf, sebatkâr bir itina ile öğretmiş, istikbâli hakkında nurlu, feyizli ümitlerle yetişmiş olan bu Türk askerinin kaybı nasıl telafi edilecek?!..

Hayatın baharı sayılan 21 seneyi henüz tamamlamamıştı. Bu müddet zarfında bir Türk gencinin vefatı pek erkendi. Bu kaybı telafi etmek için ise yirmi bir sene beklemek pek uzun bir bekleyiş değil mi idi?

Türk gençliğinin akıttığı, sel gibi döktüğü kanı, şüphesiz vatanın kuru topraklarını sulayacak ve büyük bir feyz ve bereketle bu muazzez vücutların yerine daha faydalı, daha intikam alıcı, daha gayretli, daha bilgili… Hâsılı Türklüğü, Türk vatanını, Turanı, eski haşmet ve azametinden daha yüksek ikballere, şevketlere çıkaracak, filizler fışkıracak.

İşte o zaman o şevket ve azametin ortaya çıkardığı bu kahraman, mütefekkir gençlerin, büyük atalarının namıyla kutsanıp yüceltilecek kahramanlık hikâyeleri destan olacak ve kendi gelecek ve saadetlerini bu şehit ve fedailere borçlu olduklarını iftiharla itiraf edecek.

Naci!.. Sen ve emsalin ölmediniz, bir iki kazma darbesiyle oyulmuş bir çukura gömülmediniz; siz büyük Türklüğün, Müslümanlığın sinesinde hürmet ve saygıyla yaşayacaksınız!

Hayatın aşk ve şiirle dolu hoş sayfalarını tatmış, tanımış ve bunun aşk, şiir ve saadetten başka birçok acılıkları, yorgunlukları olduğunu da biliyordu. Ve kendisini, bunu göğüsleyecek bir dayanıklılığa hazırlamaya gayret ediyordu.

Bazen hayat felsefesine dair kendisiyle yaptığım sohbetleri büyük bir dikkat ile dinler, …”

Yüzbaşı Bedri Bey de 28 Haziran-5 Temmuz 1915 tarihleri arasında çok kanlı şekilde süren Zığındere Muharebelerinde şehit olmuştur…

GÜNLÜĞE DÜŞÜLEN SON NOT

Günlüğe bu satırlar da son vermez. Günlük bu sefer 1. Tümen 71. Alay 3. Tabur imamı Mustafa Memduh ve kâkip M. Atıf’ın eline geçer ve onlar da şu notu ekler: “Bölüğün yüzbaşısı Bedri Efendi yukarıdaki hamişi (eki) buraya kadar yazarak, 1 Temmuz 1915 tarihinde istirahat mahallinden sağ cenaha taburla gittiği sırada, 2 Temmuz 1915’te onun da şahadeti maalesef vuku bulmuştur. 7 Temmuz 1915.”


KANLI GÜNLÜKTEN SON SATIRLAR

18 Haziran 1915: Sabahleyin saat 7.00’de top sesleriyle uyandım. Dışarıda biraz bakındıktan sonra tekrar yattım. Bu sefer saat 9.30’da kalktım ve çayımı içtim. Kitabımı okumaya koyuldum. (…)

Şimdi ben yüksek tepenin kenarında koca bir kaya üzerinde oturup defterimi karalarken içimde, benden birkaç tepe ötede kahramanca canını verenlerin hayal-i manevisi beni çekiyor. Ve bütün bu güzel yeşilliklerde bir ölüm soğukluğu, insanı titreten bir yılan hainliği görüyorum. Artık defterimi kapatıyorum.

19 Haziran 1915: Bu sesler pek yakıcı ve ilâhi idi. Fakat ben bu seslerde insanları ahrete yaklaştırmak isteyen bir şey gördüm ve sıkıldım. Ahiret… İyi, neticede herkesin müracaat edeceği bir kapı idi. Fakat bizim için pek erken değil mi?.. (…) Narin ellerinin yumuşak temasları içinde, aşk ateşi ile yanan ve tutuşan başımı o billuri ve bakir göğsüne dayayıp bahari aşkımızın sevda şiirlerini dinlemeden o meçhul ve karanlık diyara gitmek… Of… Bunlar, ne kadar acı…

Başımın yanan ateşlerine çare olmak, kalbimin matemli iniltilerini yine benliğimin kimsesizliğine gömmek için, gece saat 11.00’e kadar dışarıda soğuk yapraklı bir koca yemiş fidanının dibinde oturdum, Bu soğuk yapraklar, yanan alnıma dokundukça ne kadar iyi geliyordu. Sonra yattım.

Gece yarısı saat: 12.00. Üzerimizden aşan mermilerin müthiş uğultularıyla uyandım. Düşman kruvazörü ateş ediyordu. Çadırın önüne çıktım. Keskin bir soğuğun tesiriyle titrerken orada hain ve azgın bir savletle semamızda uçuşan bu mermilere baktım, baktım.

Önümüzde vadiye, sağımızdaki toplanma hattına düşüyor. Bazen bizi ağıyor. Sonra kesildi. On dakika devam etmişti. Geçen geceki beş dakika idi.

Bizden başka diğer bölükler daha geçen gün önümüzdeki sırta geçmişlerdi. Bunun için bu gece telaş olmadı.

Bütün gece kesik kesik top ve piyade ateşi devam etti. Hatta bir aralık piyade ateşi pek ziyade sıklaştı. Fakat sonra yine eski halini aldı.

20 Haziran 1915: Sabah saat: 5.30’da; “Silah al” kumandasıyla uyandım. Meğer bizim yüzbaşı tayyarenin geldiğini görmüş, ateş ettirecek. Tayyare biraz yaklaştıktan sonra bir kavis çizerek sağa doğru uzaklaştı. Saatlerce bu hareket devam etti. Ben ise hiç aldırmadım, çayımı içtim.

Ve dünkü düşüncelerin verdiği hüzünle defterimi açtım. Acı hatıralarımı kaydediyordum. Fakat bilmem bu satırları ailem okuyabilecek mi?.. Defterim oraya kadar gidecek mi?..”

Ruhu şad olsun…

Sonraki Haber