KAYA ÖZSEZGİN/ Bir dönemin Ankara’sı -(TAMAMI)

Ankara’da yaşamış, isimleri bu kentle bütünleşmiş aydınlar, yazarlarla ilgili izlenimleri, anıları derlediği kitabı (Güven Tunç) okurken, epeyce duygulanmış Mustafa Şerif Onaran, eski bir Ankaralı olarak yaşadıklarını sıralamış Cumhuriyet Kitap Eki’nde (25 Nisan 2013). Doğrusu Ankara’dan söz açıldığı yerde, şimdi bir hayli değişmiş ve büyümüş olan başkenti eski dokusu ve yaşam biçimiyle anımsamamak mümkün değil. İstanbullular pek önemsemezler Ankara’da olup bitenleri, oraya özgü yaşam ayrıntılarını; biraz tepeden bakarlar, hatta küçümserler, ama siz, imparatorluk kültürünün merkezini, belki biraz da haklı olarak abartanların, Yahya Kemal’in ünlü sözünü dile getirerek Ankara’ya uzaktan selâm yollamalarını pek ciddiye almayın. Çağdaş kültürümüzün ve sanatımızın ilk filizleri İstanbul’da yeşermiş olsa da Ankara’nın cumhuriyetin ilk yıllarından başlayıp güçlenerek süren yeni Türkiye imajının oluşmasında, bu kentle özdeşleşen yazar ve sanatçıların payını unutamayız. Bir Ankara epopesidir bu olguya imza atanların yaşadıkları ve yaşattıkları.

Doğrusu Onaran’ın yazısı, 1950’li yılların sonuna doğru Diyarbakır’dan kalkarak üniversite öğrenimi için Ankara’ya gelmiş olan beni de duygulandırdı ve bu yazıyı yazmaya itti. O dönem, Ankara’nın kimliğinin net çizgilerle korunduğu ve başkent olmanın ayrıcalığının yaşandığı yılları kapsar. Benimle birlikte Ankara’ya gelen arkadaşların tümü, “seçkin” fakültelere kapağı atmak için sınav kuyruğuna girerken, onların anlamaz görünen bakışları altında arkadaşım Dengiz Toprak’la birlikte Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Sanat Tarihi bölümüne kaydımızı yaptırmış Prof. Otto-Dorn’un öğrencileri olmuştuk. Bu fakülte, haftalık klasik müzik konserlerinin verildiği, önemli toplantıların yapıldığı, yerli ve yabancı uzmanların konuk edildiği benzersiz bir kültür kurumuydu o yıllarda. Şimdilerde o konumunu yitirmiş görünüyor. Fakültenin karşısında, sonradan kapatılan bir dere akıp dururdu 1950’li yıllarda. Onun üzerinden geçip kırtasiye dükkânlarının bulunduğu satış yerlerinden alış veriş yapar, ders bitiminde de her hafta sıraya koyduğumuz filmleri izlemek üzere sinemalara giderdik.

***

Çıkrıkçılar yokuşundaki harap yurt binasından Bahçelievler’deki modern binaya geçiş sürecini yaşadığımız o dönemde, Ulus’taki Hachette’e ve Şehir Çarşısı’na gider, oranın renkli dünyasından etkilenirdim. Orhan Asena, Bilge Karasu, Remzi İnanç, Fahir Aksoy, Salim Amca (Şengil), Eşref Üren, Turgut Zaim, Kayıhan Keskinok, Lütfü Günay, Nuri Abaç ve daha başkaları, saygıyla karışık yakın dostluklar kurduğum kişilerdi. Uzaktan uzağa tanıdığım başka isimler de vardı. Sanatsevenler Kulübü’nde akşamları buluşur, kimi zaman Tavukçu’ya ya da Mehmed Kemal’in Kalem’ine giderdik. Bu iki yer, Ankaralı aydınların, yazarların buluşma mekânlarıydı. 60’lı yıllara doğru açılan ilk galeriler, kente sanat rüzgârını getirmişti ama sanatçı kesiminin büyük bir bölümü, sonraki yıllarda başkentin adıyla bütünleşen Osman Oral’ın yönettiği Zafer Çarşısı’nın altında uzun yıllar hizmet veren Devlet Galerisi’nin müdavimleri olarak dikkat çekerdi.

Uzun yıllar buluşma noktası olarak ağırlığını koruduktan sonra âfaki bir belediye kararıyla sıradan bir alış veriş yerine dönüştü orası, böylece özelliğini yitirmiş oldu. Akşam saatlerinde bulvar üzerindeki Özen pastanesinde Ataç’ı gazete okurken, dostlarıyla söyleşirken görürdüm. Ulus’ta Posta caddesindeki Şükran Lokantası ise daha çok tiyatro oyuncularının buluştuğu yerdi.

***

Ankara’nın havasına ve ortamına ısındıkça, bu kentin çekimine kapılmamak olanaksızdı. Öğrenciliğimin son yıllarına doğru çevrem genişledikçe, Ankara’dan edindiğim deneyim ve birikimin bu kente özgü yaşam tarzından ve insan ilişkilerinden kaynaklandığına dair izlenimlerim daha da pekişmiş oldu. Bir Anadolu kenti olmasına karşın, Ankara’nın öteki Anadolu kentlerinden farklı bir yapısı bulunduğuna çok kişi gene o yıllarda tanıklık etmiş olmalıdır. Bu yapı, cumhuriyet idealine bayrak açmasından kaynaklanıyordu. Fakültedeki ders saatlerimden fırsat buldukça, daha sonraki yıllarda yakın dostluğunu kazandığım Suut Kemal Yetkin’in İlahiyat Fakültesi’ndeki derslerini ya da Faruk Güvenç’in Türk-Amerikan Derneği’ndeki açıklamalı plak konserlerini izlemeye giderdim. Münip Özben’in resim şefliğini yaptığı ufak bir galerisi ve zengin bir koleksiyonu da bulunan Milli Kütüphane, uğrak yerlerim arasındaydı.

Özetlemeye çalıştığım bu notlar, yarım asır önceki Ankara’dan bugüne pek bir şey kalmadığının da göstergesi olsa gerek.

Sonraki Haber