Kimler geldi kimler geçti

Siyasi hayatımızdan çıkmayan fotoğraf... İşin en ilginç noktası şu ki; fotoğrafı veren el aynı kaldı ama tutan eller zamanla değişti. Kimler mi eline almadı bu fotoğrafı, saymakla bitmez... Küçük fotoğraflara bakıp tarihin geride kalmış sayfalarında, susuz çöllerde su arayan politikacı dostlarımıza çağrımız şu: O fotoğraf sizin susuzluğunuzu gidermez. O fotoğrafla beyinlerinizi afyonlarsınız ancak... Hasan Sabbah’ın fedaileri gibi afyonlandığınız için, bir türlü göremediğiniz fotoğrafın arka yüzünü açalım beraberce… Korkmayın hiç endişe etmeyin. Öcü yok canavarlar da yok. Biz dün de vardık, bugün de varız. Varlığına varlığımızı feda ettiğimiz Türk milletine karşı yaptığımız her işin hesabını dün de verdik, bugün de veririz. Yaptığı hiçbir şeyi Türk milleti adına yapmayan, bunun hesabını veremeyen; kendi yol arkadaşlarınızla karıştırmayın bizi.

NE SAM NE SADDAM

Ülkemizde karabasan gibi yaşanan 80’li yılların sonunda, ülkenin başına getirilen Amerikan cuntası görevini tamamlamış, Amerika’dan talimatla kurulan iktidara taşınan partinin el bebek gül bebek yıllarının sonu… Amerikan emperyalizmi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tek kutuplu dünyada egemenliğini ilan ettiği yıllar... Ülkemizin sözde solcularının “Ne Sam ne de Saddam” dediği yılar...

Aslan sosyal demokratların kongre kavgalarından kafalarını kaldıramadığı yıllar, Türkiye’de iktidarı elinde bulunduranların yeni dünya düzenini selamlayıp “Bu cepheye beni de askere alın”, “Bir koyup üç alırız” dendiği yıllar.

Türkiye’de özgürlükçülük adı altında yeni sistemi cilalayan, ona sadakatini her fırsatta sunan milletimizin başının döndüğü günlerde, başımızı daha hızlı döndürmeye çalışan yeni işbirlikçi medyanın doğduğu yıllar…

YÜZ YILLIK PLAN

Yarım kalan, yüz yıl önce bozguna uğratılan kukla devlet hayali gerçekleştirilmeyi bekliyordu. Yüz yıl önce tarihin pususunda nöbet bekleyen Atatürk, hesaplarında yoktu. Bozguna uğramışlardı, onun için önlemler alınmıştı. Amerika dünyanın yeni jandarmalığına soyunurken kendini ispat etmek zorundaydı.

Askeri alanda Amerika’nın Atlantik ötesinden gelip, bir ülkenin kaynaklarına el koyması mümkün değildi; bunun için yardımcılara ihtiyacı vardı. Amerika yardım ister de bizim “yardım severlerimiz” buna ilgisiz kalır mı? Hiç bitmeyen açılım hikâyesi böyle başlar anlayacağınız.

HER ŞEYE KARŞIYIZ

Zorluklarla dolu, cesaretli kararların alınması gerektiği yıllardır, o yıllar. Sözde Türk solu ise kendi kabuğuna çekilmiş yeni dünya düzeninde nasıl asker oluruz, çalışmasını başlatmıştı bile... Vatansız solculuğun yapı taşlarını döşemeye başlamışlardı. Yeni dünya düzeninin medyası göreve başlamış, yeni gazeteler, yeni tv kanalları, radyo kanalları argümanları bile hazırdı: Her şeye karşıyız!

Çok güzel slogandı talk şovları da yapılmaya başlanmış, her şeye karşı olanların aslında karşı oldukları tek şey, vatan ve emek mücadelesiydi. Neoliberalizmin Türk aydınını, Türk vatanseverini, Türk devrimcisinin bilimsel sosyalist düşünce anlayışını hapsetme, yok etme saldırılarını başlatmıştı.

Onlara göre sol ve sosyalizm ölmüştü. Bilimsel sosyalist düşünceyi kılavuz edinenler için sol ve sosyalizm ölmemişti. Devletlerin bağımsızlık, milletlerin kurtuluş, halkların devrim istediği bir yöne girmişti dünya. Ülkemizde bu yeni yönelimi kavrayan, Türkiye’nin bilimsel sosyalist hareketi, ülkenin ihtiyacını gördü, kendini buna göre konumlandırdı; çünkü zindanlara atıldığı yıllardan itibaren Türkiye’de işçi sınıfının öncülüğünde gelişecek yeni dalgayı onlar görmüştü.

Bastırılan emek hareketi kendi yolunu açmış, hedefi Ankara olan büyük madenci yürüyüşünü başlatmıştı. Tekstil, metal, petrol ve kimya iş kollarındaki iş yerleri düğün alayı öncesinin hazırlıklarına başlamıştı. Bu kıpırdanış sendikaları önüne koymuş yürüyordu. O elinde tuttuğunuz içini okumaya cesaret edemediğiniz 2000’e Doğru dergisi işyerlerinin can suyuydu. Emek ve vatan mücadelesinin tam da gözü kulağı olmuştu. Sizler yoktunuz tabi ki, her zamanki gibi derin uykudaydınız.

ÖNCÜNÜN TARİHİ ROLÜ

78’lerin gençlik mücadelesi içerisinde birbirini hırpalayan birbirinden koparılan gençlik aynı iş yerinde, aynı fabrikada birbirlerini aynı kader içerisinde bulduğunda biraz daha olgunlaşmış, biraz daha birbirini anlar olmuştu. Sağcı-solcu yoktu; emek alınteri-vatan ve onun etrafında birleşen sınıf hareketi, bunların önünde her zaman olduğu gibi Vatan Partisi, onun yayın organları ve öncü cesur başkanı Doğu Perinçek vardı.

12 Eylül’ün yıkıma uğrattığı kültürel erozyonun bizim yaşıtlarımızı kendi vatanına ve sınıfına yabancılaştırdığı bir dönemde, Vatan Partisi’nin öncülüğünde kendimi sınıf hareketinin içinde buldum. Sınıf mücadelesi, direnişler ve örgütlü mücadele insanı dönüştüren, değiştiren en önemli etkendir. Lise mezunuydum. Sınıf mücadelesinde üniversiteyi bitirdim. İşyeri baş temsilciliği, sonrasında 7 yıl Birleşik Metal-iş Sendikasının şube başkanlığını yaparak mastırımı tamamladım. Tüm bunlar içinde hayatımıza yön veren bizi bir adım daha ileriye taşıyan Vatan Partisi vardı. O yılları anlatırken biraz uzattığımın farkındayım; ama bir gerçek daha var ki, o yılların verdiği birikimle şimdi daha net görüyorum. Yeni kurulacak dünyada birlikte üretmeyi birlikte paylaşmayı özleyen, yüreklerinde hisseden sessizlerin yavaş yavaş ayağa kalktıklarını görüyorum. Emekçinin, çiftçinin bu ülkenin gerçek sanayicisi ve tüccarının birlikte yürüyecekleri hedefte Ankara’nın olduğu yolu görüyorum.

Birleşen, üreten ve paylaşan Türkiye ve onun taçlandırıldığı milli Meclis milli hükümettir. Bu hükümetin ayak seslerini siz duyamazsınız. Vatan Partisi yine görevinin başındadır. Yaşayacağımız zor günlere giriyoruz. Zorlukları Atlantik ötesine yaslanarak değil, zorlukları paylaştırarak aşacak bir iradeye ihtiyacımız var...

Sonraki Haber