Kozanlı sokaklarından Stokholm’ün sahne ışıklarına

Başarılı tiyatro oyuncusu ve müzisyen Fikret Çeşmeli ile Aydınlık Avrupa için keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Babasının ardından 14 yaşında İsveç’in başkenti Stokholm’e gelen Çeşmeli, bugün sanat hayatındaki başarılarıyla İsveç Devlet Tiyatrosu, Uppsala Şehir Tiyatrosu ve Gävleborg Halk Tiyatrosu gibi İsveç’in önde gelen tiyatrolarında adından söz ettiriyor. Başka bir ülkede yabancı olmanın, göçmen kökenli bir sanatçı olarak kabul edilmenin çok daha zor olduğunu söyleyen Çeşmeli, tiyatro ve müziğin yaşamındaki yerini şu sözlerle anlatıyor: “Oynadığım rollerde güldüm, ağladım, öfke dışındaki duygularla tanıştım, yüzleştim. Bu anlamda tiyatro ve müzik benim kurtuluşum oldu.”

Kozanlı, Konya’nın Kulu ilçesine bağlı bir belde. Sonradan Kulu’nun mahallesi yapılır. Fikret Çeşmeli, kalabalık bir ailenin ferdi olarak Kozanlı’da doğar. 1966 yılında, henüz beş yaşındayken, babası işçi olarak çalışmak üzere Stokholm’e gider. Annesiyle birlikte babasının yanına göçtüklerinde Fikret on dört yaşındadır. Artık Kozanlı’nın kavgacı Fikret’i, Stokholm’ün yeni köylerinden Alby’lü Fikret olmuştur. Kozanlı’da kavga eden Fikret, Alby’de de kavga eder. Kolay mı tam ergenlik çağında henüz kendi ülkesinde büyükşehir görmemişken bir başka ülkenin başkentine göçmek? Kolay mı yıllardır ayrı yaşadığı babasının yanında kendi varlığını kanıtlamak, yepyeni bir çevrede gençlik isyanlarını yaşamak? Fikret, göçmen gençlerin yaşadığı birçok sorunu yaşar, iki kültür arasında kaybolmamaya çalışır.

İlk kez yedi yaşındayken bir sünnet düğününde gördüğü bağlama ve o gövdeden çıkan büyülü sesler kurtarıcısı olur. Köyleri ziyaret eden abdallardan duyduğu bozlaklar ruhuna işlemiştir. Ne yapıp edecek, kendisi de bağlamasından duymak istediği o sesleri çıkaracaktır. Başka gençler haylazlıkla zaman geçirirken o inatla bağlamasıyla uğraşır. Bir de başka çocukları gizlice takip ederek varlığından haberdar olduğu tiyatro çalışmaları ilgisini çeker. Hiç tanımadığı bambaşka bir dünyanın kapıları açılır önünde. Rol yapmak, kendisi olmayan birisini canlandırmak ve oradaki eğitmenlerin yanından ayrılmamak, bıkmadan usanmadan öğrenmeye çalışmak Fikret’i büyütür, olgunlaştırır ama evde babasıyla arasındaki uçurum giderek artar. “Sürüden ayrılanı kurt kapar.” diyen babasına “sürüde koyun gibi yaşamak istemediğini” söyler. Fikret hayatının aşkını kaçırarak evlenir, genç yaşta çocuk sahibi olur. Kızının bezini babasının önünde değiştirdiğinde artık babasının gözünde iflah olmaz bir Fikret Çeşmeli vardır. Fikret ne müziği ne de tiyatroyu bırakır ama İsveç’te bir göçmenin müzik yapması, tiyatrocu olması hiç de kolay olmaz.

Fikret Çeşmeli İsveç Devlet Tiyatrosu’nda, Uppsala Şehir Tiyatrosu’nda ve Gävleborg Halk Tiyatrosu’nda sahneye çıktığı gibi İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda da misafir sanatçı olarak rol alır. İsveç ve Avrupa’da turnelere katılır. Çeşitli film ve radyo tiyatrolarında görev alır. İsveçlilere Keloğlan’ı, Nasreddin Hoca’yı, Hacivat ve Karagöz’ü tanıtır. Birlikte grup kurduğu müzisyen Anders Hammarlund, 1992 yılında Fikret Çeşmeli’nin yaptığı müzikle ilgili doktora tezi yazar.

Daha önce İsveççe yazdığı hayat öyküsünü ekim ayında Türkçe olarak “Alev Alev Kar ve Kupkuru Yağmur” adıyla yayımlayan çok yönlü sanatçımız, dostumuz Fikret Çeşmeli’yle Aydınlık okurları için bir söyleşi yapmak üzere Stokholm’ün ünlü Sergelstorg meydanındaki Kulturhuset’de buluştuk.

Fikret, Kozanlı’dan gelip İsveç’te sahne ışıkları altında gösteri yapan bir sanatçı olmayı nasıl başardın?

Hiç dışarıdan göründüğü gibi kolay olmadı. Yabancı olmak, göçmen kökenli bir sanatçı olarak kabul edilmek çok daha zor. Özellikle Türkiye’den gelen bir sanatçı olarak ön yargılarla karşılaşmak ve haksızlığa uğramak çok kolay. “Nereden geliyorsun?” sorusuna verdiğim “Türkiye.” cevabının yarattığı şaşkınlıkları ve hafiften kalkan kaşları gördüm, bir anlamda dışlandığımı hissettim. Acaba bütün Türklerin pizzacı, kebapçı ya da temizlikçi mi olduğunu sanıyorlar diye düşündüğüm çok oldu. Bazen de kışkırtmak için “Alby’den geliyorum.” diye cevap veriyorum. Öyle ya İsveçli sanatçılar Boden’den, Klippan’dan geliyorsa ben de Alby’den geliyorum, değil mi? Eğer konu sanat ve sanatçı olmaksa, benim etnik kökenimin ne önemi var?

'AYRIŞTIRICI SORULARI

SEVMİYORUM'

İsveç’te kültür eliti arasında da Türkiye ve Türkler hakkında ön yargılar var mı?

Olmaz mı? Ben bu ön yargıları Türkiye’de olanların, yaşanan gerginliklerin İsveç’e ulaşması, yansıması olarak düşünüyorum. Sıkça “Kürt müsün, Türk müsün?” sorusuyla karşılaşıyorum. Benim dedem Kürt. I. Dünya Savaşı sonrasında Sarıkamış’tan Kozanlı’ya göçmüş. Hiçbir şeyi yokmuş. Hem iç güveyisi girdiği ailenin hem de tüm köyün saygısını kazanmış. Dedemi severdim. Bize çocukken geldiği topraklardaki ağalık düzenini ve köylülerin hiçbir şeyinin olmadığını, hep ağa için çalıştıklarını anlatırdı. Dedemin kardeşleri de gelip Kozanlı’ya yakın bir Kürt köyü olan Yeşilyurt’a yerleşmişler. Ama bana sorulan “Kürt müsün, Türk müsün?” sorusunu ayrıştırıcı olduğu için sevmiyorum.

n İsveç’te yükselen bir ırkçılıktan bahsediyoruz. Meclisteki en büyük üçüncü parti göçmenlere karşı ve ırkçı bir parti. Sence bu durum senin gibi burada sanatıyla var olan göçmenleri nasıl etkileyebilir?

Bu durum iş hayatında da sanat hayatında da herkesi olumsuz etkileyecek. Ben sanatçılar arasındayım ve sanatçılar arasında ırkçılık hemen görünmüyor. Gizli. Ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağı belli olmuyor ama var. Bir de sanatçılar arasında sürekli yaşanan bir rekabet var. Bir rolün ille de bir göçmene verilmesi ya da Türk bir göçmene verilmesi gerekmiyor. Üstelik şimdilerde Türkiye ile ilgili yapımlar da gündemde değil. Daha çok Orta Doğu ile ilgili yapımlar var. Arapça bilmek önem kazandı. Ayrıca örneğin İran’dan, oralarda ünlenmiş sanatçılar geliyor. Hepimiz aynı yapımlarda rol almaya çalışıyoruz. Bu çok da kolay olmuyor.

‘TİYATRO VE MÜZİK,

ÖFKEMİ TÖRPÜLEDİ’

İsveç’te özellikle kendini ifade edemeyen göçmen gençlerin sorunlarını hep kavga ederek çözmeye çalıştığını biliyoruz. Peki, çocukluğundan beri kavgacı olan Fikret nasıl vazgeçti kavgacılığından?

Ben haksızlığa hiç dayanamam. Çabucak öfkelenirim, kavga ederim. Çocukken de ederdim ama tiyatro ve müzik çalışmalarım beni törpüledi. Öfkemi kontrol etmeyi öğrendim. Oynadığım rollerde güldüm, ağladım, öfke dışındaki duygularla tanıştım, yüzleştim. Bu anlamda tiyatro ve müzik benim kurtuluşum oldu. Doğru eğitmenlerle karşılaştım. Kendimi hep şanslı hissediyorum. Şimdiki gibi sosyal medya yoktu, internet yoktu, fiziksel yakınlık ve belediyelerin imkânlarıyla yapılan etkinlikler vardı. Evet, kahve dernekleri diye bilinen dernekler de vardı ama ben hiçbir zaman o derneklerde boş vakit geçirmedim, onlara üye olmadım.

Kendi yaşadığın dönemlerle karşılaştırdığında şimdi İsveç’i kana bulayan, korku saçan ve neredeyse gündemi belirleyen gençlik çetelerini nasıl değerlendiriyorsun?

Sanıyorum şimdi gençlere önderlik yapacak yeterince kişi yok, belediyeler gençlerin boş zamanlarını değerlendirebileceği alanlara yatırım yapmayı bıraktı. Maalesef gençler suça bulaşınca, iş çığırından çıkınca para harcamak istiyorlar ama o zaman da bir işe yaramıyor. Erken dönemlerde önleyici çalışmalar yapılmalı. Kültür etkinliklerine önem verilmeli. Dışlanmış, kendini yaşadığı toplumla özdeşleştiremeyen çocuklardan bahsediyoruz. Bu çocuklar gettolarda yaşıyor, gettolar varken entegrasyon nasıl başarılacak? İsveç toplumuna ayak uyduramıyorlarsa, bu onların sorunu olamaz.

‘ÇOCUKLARIMA, EŞİME TÜM DUYGULARIMI SÖYLÜYORUM’

Babanın istediği yoldan gitmediğin gibi sıkça çatışma da yaşamışsınız. Baban senin babalığını ne kadar etkiledi?

Babam gibi olmayacağıma çok önceden karar vermiştim. Hep beni anlamasını istedim ama kendim baba olduktan sonra onun endişelerini çok iyi anladım. Benim için hep “kötü yola düşecek, komünist olacak, elimden alacaklar” diye endişelendi. Babam tipik bir Anadolu babasıydı. Duygularını söyleyemeyen, çocuğunu uyurken seven bir baba. Çocuklarını da kendisi gibi yetiştirmek istedi. Benden bir yaş büyük ağabeyim, babamın yanında karısının adını dahi söyleyemedi. Ben bunu kabul etmedim. Çocuklarıma, eşime tüm duygularımı söylüyorum. Üç kız çocuğu büyüttük, kolay değildi, biz de endişelendik, kimlerle görüşüyorlar bilmek istedik ama yasaklamadık. Yanlarında olduk. Babam benim yaşam tarzıma karıştı. Ben de eşim de kızlarımızın yaşam tarzına karışmadık. İstedikleri okullara gittiler, istedikleri kişilerle evlendiler. Ben baskıcı bir baba olmadım.

Fikret, daha ne çok konuşacak konularımız var, yeniden buluşmak üzere bu keyifli söyleşi için teşekkür ediyorum.

Ben de teşekkür ederim, bence de çok keyifli bir söyleşi oldu.

Sonraki Haber