Küreselci virüsü ne olacak?

Kovid-19’a da aşı bulundu ve kısa bir süre sonra adını bile anmayacağız belki de. Ama bu ‘küreselci’ virüs, daha şimdiden gelecek yüzyıllara taşınacak zararlar vermiş durumda. İki bin yıllık gelenek ve kültürümüzü bu emperyalist ‘küreselci’ kültürün eline kurban vermemeliyiz

Koronavirüse karşı yeni bulunan aşı haberleri, artık haftalık olaylar haline geldi. Hemen her ülke kendi kaynakları ile de olsa bir Kovid-19 aşısı üretmenin yolunu buluyor gibi. Biraz daha sabredilirse, bu koronavirüsü belirli hasarlarla dünya atlatmış olacak yakında. Zaten, tarihte ortaya çıkıp da, dünya nüfusunun önemli bir kısmını yok eden virüslerin adını bile hatırlamamaktayız bugün. Eğer tarih ile aranız iyi değilse, 14. yüzyıldaki “Kara Ölüm (veba)” salgınını hatırlamanız gerekmiyor artık. Ya da 20. yüzyılın başındaki “İspanyol Gribi” hastalığını da ancak koronadan dolayı hatırlar hale geldik. Daha hâlâ çaresi tam anlamı ile bulunamayan AIDS hastalığının adını bile hatırlayan bulunmuyor bugünlerde. Halbuki 1980’lerin başında, yani sadece 40 sene önce, dünyanın başına gelmiş en büyük felaket olarak nitelendirilmiyor muydu AIDS! Yani, bu tür virüsler tarih boyunca insanlığı ziyaret ederler ve bir süre sonra bir şekilde kaybolup giderler. Bunu tekrar tekrar yazmakta tarihimiz.

ASIL KORKULACAK VİRÜS: KÜRESELLEŞMECİLİK

Ama insanlığın başına gelen veya getirilen bir virüs var ki, daha uzun çağlar başımızdan atamayacağımız ve giderek daha da çok zehirlenmemize yol açacak türden. Bunun adına, bir genelleme yapmak riskiyle bile olsa, “küreselleşmeci yabancılaşma” diyelim şimdilik ve açıklamaya çalışalım.

Elbette tarihin tekerinin her zaman ileriye doğru dönmekte olduğunu bilen ve insanlığın ilerlemesine elinden geldiği kadar katkıda bulunmaya çalışanlardanız. O nedenle de “o eski güzel günler” diye eskiye özlem duyulmasına da gerek duymayanlardanız. Ama dünya halkları üzerine son 30 senedir, kelimenin tam anlamıyla dayatılan “küresel kültürün” ne derecede belalı bir şey olduğunu, her gün kendi hayat tecrübemizle gördüğümüz için, bu “küreselleşme virüsüne” dikkat çekmek istiyoruz.

SOVYETLER BİRLİĞİ GİTTİ, KÜRESELLEŞMECİLİK GETİRİLDİ

Emperyalist odakların, özellikle de ABD’nin milyon dolarlık “think-tanklarının” uzun çalışmalar sonucunda ürettikleri “küreselleşme” teorilerinin ve buna uygun pratiklerinin dünya halkları üzerine nasıl baskı yaparak uygulandığının şahitleriyiz hepimiz. Sovyetler Birliğinin yıkılmasını tarihi bir fırsat olarak gören bu “düşünce kuruluşları”, ve onların paralı modern şövalyeleri olan profesörleri, milli düzeyde belirli ölçülerde de olsa korunmuş olan dünya pazarlarını, “tek bir dünya pazarı” haline getirip, önlerinde hiçbir engel olmadan at koşturabilecekleri bir evrensel “mutluluk dünyası” yaratmanın teorilerini ve felsefelerini yarattılar. Bu fikirler için milyonlarca dolar “burslar ve fonlar” aldılar. Her önemli Amerikan ve Avrupa üniversitesi, bunlar için fikir üretme merkezi halindedir bugün de.

Dünya halklarına bu “küreselleşme” fikirini satabilmek için, çok iyi hatırlıyoruz, “tek bir çocuğu yetiştirmek için tüm bir köye ihtiyaç vardır” diyen Afrika özdeyişini de kullandılar, 1990 başlarında. Amerika’nın ve özellikle de Kaliforniya’nın tüm sözde solcuları, bu tür “popülist” deyimlerden o kadar etkilenmişlerdi ki, bir gece içinde herkes “küreselleşmeci” haline geliverdi bu propagandalar sayesinde. Amerikan teknolojisinin kaynağı sayılan Silikon Vadisinde çalıştığımız o günlerde, Berkeley, Stanford, UCLA Üniversitelerinden mezun arkadaşlarımızla bu konuda hep tartışırdık. Ve onların ne kadar kolaylıkla bu “emperyalist küreselci” söylemlere satıldıklarını daha o zamandan görmüştük zaten.

‘GÜMRÜKSÜZ-SINIRSIZ MUTLU BİR DÜNYA’

Amerikan ve Avrupa sermayesi dünya pazarlarında “milli sınırlar, milli gümrükler ve dahası, milli kültürler” istemediler. Böylelikle, kolayca ürünlerini Endonezya’dan Filipinlere, Uruguay’dan Romanya’ya istedikleri gibi, mahalli rakipleri de olmadan satabileceklerdi. Ama bunun önündeki en büyük engel bu yasal kısıtlamalar değildi. Bu engelleri, işbirlikçi hükümetler aracılığı ile kolaylıkla halledebiliyorlardı. En büyük sorun, bu parçalanmış dünya pazarındaki halkların “milli karakterleriydi”. İlk önce bu halkları yola getirip, “küreselci ve evrenselci” bir dünya nüfusu yaratmak gerekirdi. Bunun yanı sıra, bu ülkelerin zayıf ve işbirlikçi iktidarları aracılığı ile yasal düzenlemeler de yapılınca, bu uluslararası emperyalist şirketler ve devletlerin önünde “olağanüstü açık, korunmasız ve baldan tatlı” bir dünya pazarı açılmış oldu.

Bu bakımdan “küreselleşmeci” teorilerin oluşturulduğu aynı yıllarda, birdenbire Internet, Facebook, Google, Instagram tarzındaki “sosyal medya” araçlarının mantar biter gibi ortaya çıkmaları tesadüf olamazdı zaten. Dünya insanlarının beynini yıkamanın en mükemmel araçlarını piyasaya sürüp, halkların kafalarını tertemiz etmekti amaç. Bu beyinlerde milli karakterler, milli tercihler, milli çıkarlar, milli tatlar olmayacaktı. Demokrasi, insan hakları, liberalleşme, özgürlük adı altında, Türkiye’den Guatemala’ya dünyanın hemen her yerinde “aynı küreselleşme reçetesi” piyasaya sunuldu ve maalesef çok da sorgulanmadan hemen her kesim bu reçetedeki ilaçları hem de büyük bir iştahla yuttular. Çünkü bu reçeteyi “modernleşmenin” bir zorunlu gerekliliği olarak sunma başarısını gösterdiler.

GELDİĞİMİZ NOKTADAKİ HALLERİMİZ

Eğer Türkiye dışında gözlemler yapacak kadar uzun süre kalamamışsanız, bu ülkelerdeki değişimlerin boyutunu anlamanız da zor olacaktır. Yani bu kültürlere “alıcı bir gözle” bakmanız gerekecektir, derinlerde yatan sonuçları görmek için. Yine de garip bir şekilde Londra’nın sokaklarında, Roma’nın caddelerinde veya Buenos Aires’in kafelerinde zaman harcadığınızda, garip bir benzerlik dikkatinizi çekecektir. Çünkü son 30 senenin yorulmaz “küreselleşme” savaşçıları, ellerinden gelen bütün araçları kullanarak 7 milyarlık dünya nüfusunu “aynılaştırarak”, tercihlerinin “benzeşmesine” çalıştılar ve bunda da muazzam başarılar elde ettiler.

Mesela, insanların saç şekillerinden, giydikleri düşük belli pantolonlara; kuaförlerdeki saç modellerinden yürüyüş tarzlarına, pizza dükkanlarından McDonald’s şubelerine varan garip bir benzeşme olduğunu görmek mümkündür. Bu nedenle, Arjantinli bir genç kadın veya erkek ile Kadıköy’den birinin adeta kardeş olduğunu düşünebilirsiniz, aradaki 10 bin kilometreye rağmen!

Bizi bu benzeşme denizinde en fazla etkileyen şeyin, konuşma tarzları olduğunu söylersek şaşırmayınız: 16 yaşındaki bir Amerikan gencinin İngilizce konuşma tarzı ile aynı yaştaki bir Türk’ün Türkçe konuşma tarzının ne denli benzeştiğini görünce hayrete düşmüştük. Ama her gün saatlerce Facebook, Instagram, Twitter, TikTok ile uğraşan birinin milliyeti ve taşıdığı pasaport ne olursa olsun “aynılaşmaması” mümkün müdür ki?

ELON MUSK VE JEFF BEZOS’TAN ROL MODELİ YARATMAK!

Hayatın hemen her konusunda böylesine aynılaşan ve benzeşen bir dünya “tüketici topluluğuna” Apple’ın, Amazon’un, Loreal’ın, Gap’ın, Audi’nin, Zara’nın, Samsung’un ve daha nicelerinin mallarını peynir-ekmek gibi satabilmesinin hiçbir zorluğu olabilir mi artık? Nitekim, bu şirketlerin hisse senetleri rekor üstüne rekor kırarken, bunların başındaki para babaları, bu “iyice benzeşen ve aynılaşan” dünya nüfusuna bakıp ne kadar gülüyorlar, bunu da gazetelerdeki fotoğraflarından görebilirsiniz.

Bu yazdıklarımızı bizzat defalarca ziyaret ettiğimiz 50 kadar dünya ülkesinde test etmiş ve gözlemlemiş olduğumuzu da belirtelim ki, bunları masa başında oturup uydurduğumuz zannedilmesin. Dünyadaki altı kıtanın hepsinde yer alan bu ülkelerde, aylar boyu süren gezilerimizde, neden oluyor da kendimizi hiç yabancı hissetmedik sorusuna cevap ararken farkına vardık, bu anlattıklarımızın ve küreselleşmenin korkunç boyutlarını. Çünkü her köşebaşındaki Starbucks Kafe’den, Samsung mağazasına, genç kadınların kalemle çizilmiş gibi duran kaş tarzlarından, az önce Zara’dan aldıkları pantolonun modeli, tüm dünyada “tıpkısının aynısı” değil mi ki!

‘EY DÜNYA MİLLETLERİ, TİTRE VE KENDİNE DÖN!’

Bugünün küreselleşmeciliği ve yaratılan küresel kültür, sadece bir başlangıç bizce. 30 sene gibi kısacık bir sürede bu kadar yol alan bir sisteme, eğer topyekun karşı çıkılmazsa, gelecek 30 senenin neler getireceğini kestirmek hiç de zor olmayacaktır. Her kültür, her ülke, bir yolunu bulup, milli değerlerini ve milli kültürünü korumak, bu kültür temelinde modernleşmenin bir çözümünü bulmak zorundadır. Bu, gerek kanunlar ve millileştirmeler yolu ile, gerekse kültürdeki yabancılaşmayı önleyici ve hatta tersine çevirici yöntemler bularak olacaktır. Yoksa toplumlarımızdaki en dinamik ve ilerici unsur olan “sol” çevrelerin bile Amerikancı ve Batıcı “küreselleşmecilik” deryasında nasıl boğulduklarını anlamak mümkün olmayacaktır. Bunu sadece Türkiye’deki değil, daha bir sene önceki ziyaretimde incelediğim sevgili Pablo Neruda’nın Şili’sinin “soluculuğunda” da gözlemlemiştim. Küreselleşme kültürü, “en emperyalist ve en sömürücü” icadıdır, Batı emperyalizminin. Onların “think-tankları” kadar, bizim “düşünce kuruluşlarımız” da kafa yormalıdır bu konuda. Zaman giderek daralıyor çünkü. İki bin yıllık gelenek, görenek ve kültürümüz, bize atalarımızın yadigârıdır. Bunu hem de böylesine “gönüllü olarak” bu emperyalist “küreselci” kültürün eline kurban olarak vermemeliyiz. “Koronavirüs”e aşı bulundu ve kısa bir süre sonra adını bile anmayacağız belki de. Ama bu “küreselci” virüs, daha şimdiden gelecek yüzyıllara taşınacak zararlar vermiş durumda bizlere. Mutlaka mücadele yollarını bulup, “Ey Türk titre ve kendine dön” diyen atalarımızı takip etmeliyiz. Tüm mazlum milletlere söylenmiş bir tavsiyedir bu aynı zamanda.

Sonraki Haber