Küreselciliğin, milli olan her şeye, her yerde saldırısı: Neruda’nın burnunu kıran kim?

Pinoşe’nin Amerikancı faşist cuntasına karşı yurdunu ve memleketinin insanlarını savunan bir büyük Şili’li şair idi Neruda. Ama kendi memleketinde, küreselciliğin pompaladığı yabancılaşma ve erkek düşmanı bir tür feminizmin elinde sıradan bir 'kadın avcısı' seviyesine düşürülmeye çalışılmaktaydı.

Şili’nin coğrafyası çok ilginçtir. Ülke binlerce kilometre uzunluğunda ama daracık bir toprak parçasına sıkışmış gibi sanki. Bir tarafta muhteşem And dağları, bir tarafta ise Pasifik Okyanusu. İkisinin arasında kuzeydeki Peru sınırından Güney Kutbu’na kadar uzanan incecik bir ülke. Ondan dolayı da her türlü iklime rastlıyorsunuz bu binlerce kilometre boyunca.

Biz de en güneydeki Patagonya’dan en kuzeydeki Iquique şehrine birçok aktarmadan sonra vardık nihayet. Güneyin muhteşem ormanları, gölleri ve nehirleri yerini kahverengi bir çöle bıraktı Iquique’de. Şili madenciliğinin en önemli merkezlerinden burası. Zaten iki saat uzaktaki bir bakır madeninde çalışan bir işçi arkadaşın mütevazı evinde kalmaktaydık.

BİR HEYKEL VE DEĞİŞEN ŞİLİ’NİN YENİ YÜZÜ

Akşam üzeri yürüyüşe çıktığımızda, yakındaki üniversitenin hemen önünde bir heykel dikkatimizi çekti. Çünkü heykele kırmızı boya ile saldırılmış, ağzı burnu kırılmış ve her tarafı boyanmıştı. Merakla heykele doğru yürüyüp kime ait olduğuna baktık. O da nesi? Heykel bizim Pablo Neruda’nın değil mi? Nâzım Hikmet’in kadim dostu, Nâzım öldüğünde “Nereye gittin kardeşim, şimdi biz kimden ışık alacağız” diye ağlamaklı şiirler yazan Neruda? Şili halkının 1970’lerdeki anti-faşist direnişinin ve hatta Türk solunun da o senelerde en çok okunan şairleri arasında olan Neruda! Hayretler içinde kaldık ve hemen birlikte bir fotoğraf çektirdik.

Birkaç gün sonra ise, Şili’nin Bodrum’u sayılabilecek Vina Del Mar şehrindeydik. Burası iki sene önceki hükümet karşıtı gösterilerin merkezi halinde olan bir şehirdi. Zaten hemen her yerde o gösterilerden kalma duvar yazıları, protesto sırasında kırılıp dökülen binalar birer şahit gibi durmaktaydılar. Başkent Santiago, Vina Del Mar, Iquique ve Valparaiso şehirlerinde dolaştığımız her yerde, yazı yazılabilecek hemen her duvar, her pencere ve her kapı, grafiti ve afişlerle doluydu. Bizler de Türkiyeden alışıktık bu tür protesto yazılarına, ama bu derecesini hiç gömemiştik, 1970’li senelerde bile. Protestolar, bir bakıma protesto edenlerin kendi şehirlerinde yaşanacak hal bırakmamıştı iki sene sonra bile!

NERUDA BİR 'KADIN AVCISI' Mİ?

Akşam bir yoga merkezindeki toplantıda, bu protestolarda oldukça aktif olarak yer almış genç kadın ve erkeklerin olduğu bir gruplaydık. Orada Türklerin Neruda’yı ne denli sevdiklerini, 1970 ve 80’lerde onun kitapları ile politik direnişimizi güçlendirdiğimizi anlatmaya çalıştım. Ama bir de gördük ki Neruda’nın statüsünde, o günlerden bu yana tam tersine bir değişim olmuş! Şimdiki yeni nesil solcular, Pablo Neruda’nın “machizmo” olduğunu, yani “erkek egemen” biri olduğunu ve o nedenle gözden düştüğünü söyledi laf arasında. Üstelik Neruda artık egemen sınıflara aitti, onlara göre. İlginç bir şekilde, orada toplanmış olan Şili’li solculara, onbin kilometre uzaktaki Türkiye’den biri olarak Neruda’yı savunmak durumunda kalmıştım. Neruda’nın erkek egemenliğinin sembolü olduğuna nasıl karar verdiklerini sorunca, onun 3 kez evlilik yaptığını, bir şiirini yazmak için, bir otel odasında hizmetçiye tecavüz ettiğini ve şiirine ilham olarak onu kullandığını da eklediler! Hem Neruda’yı savunuyorduk, hem de aklımızın bir köşesinde Nâzım Hikmet’in de Türkiye’de bu tür bir “kadın avcılığı” ile suçlanıp suçlanmadığını merak etmekteydik. Öyle görünmekteydi ki, Batı kültürü, küreselleşmenin teorileri içinde, halkların kendilerine örnek alacakları “tehlikeli” kişilikleri de sulandırıp, “hiç” haline getirmeyi de yapmaktaydılar. Neruda’ya “macho” diyen Şili’li arkadaşlarımızın, Nâzım Hikmet’in hayat tarzına ne diyeceklerini merak etmekteydik işin açıkçası.

PABLO’YA NÂZIM’DAN SELAM GÖTÜRMÜŞTÜK

Halbuki daha iki gün önce, Vina Del Mar’dan uzun bir yolculuk ile Pablo Neruda’nın evinin olduğu İsla Negra’ya gitmiş ve bu ilham verici müzeleştirilmiş evde, adeta ruhani bir ziyarette bulunmuştuk Pablo’ya. Ve evin girişindeki anı defterine, Türkiye’den selam getirdiğimizi belirtip şunları karalamıştık:

“Sevgili Pablo, sana Türkiye’den arkadaşın Nâzım Hikmet’in selamlarını getirdim. Zor günlerimizde senin şiirlerin, Nâzım’ınkilerle birlikte bizlere umut oldu. Bu güzellikler için teşekkürler sana. Buradan memleketimize ve Nâzım arkadaşına okyanus rüzgarlarını ve senin gülen yüzünü götüreceğiz. Hoşçakal, buenas tardes!”

Pinoşe’nin Amerikancı faşist cuntasına karşı, yurdunu ve memleketinin insanlarını savunan, tüm dünyadaki anti- faşist direnişçilere ilham veren bir büyük Şili’li şair idi Neruda. Ama, kendi memleketinde, küreselciliğin pompaladığı yabancılaşma ve erkek düşmanı bir tür feminizmin elinde sıradan bir “kadın avcısı” seviyesine düşürülmeye çalışılmaktaydı. Özellikle de genç nesil solcuların arasında, gerçekten de böyle bir düşüncenin oldukça yaygın olduğunu da gözlemleyince kendimizi kötü hissettik. Şili’nin belki de en büyük devrimcisini gözden düşürürseniz, Pinoşe tarzı faşist iktidarlara karşı, kiminle beraber olup direnebilirsiniz tarzındaki savunmamızı hiç dinlemediler bile bu arkadaşlar.

'KÜRESELCİ' HAYAT TARZININ YANSIMALARI

Bu tartışmayı sadece Neruda adına yapmıyorduk elbette. Ne de olsa onlar da Pablo gibi Şili’liydiler ve kendi iç işlerinde istedikleri gibi düşünme özgürlükleri vardı. Ama bizim aklımızda daha çok “küreselleşmeci” kültürün Türkiye’mizden Şili’ye nasıl olup ta bu denli etkili olabildiği sorusu vardı. Özellikle de Nâzım Hikmet gözümüzün önüne geldi. Onun tüm aşk hikayeleri, yurt içinde ve dışındaki ilişkileri, Piraye, Vera ve diğerlerine yazdığı ölümsüz aşk şiirlerini ezbere bilmekteydik. Şili’deki bu “küreselleşen” solcu arkadaşlarımızın benzerleri çıkacak mıydı Türkiye’mizde de acaba?

Elbette, geleneksel Latin Amerikan kültüründe erkek egemen bir tarihi yapı vardı. Ve küreselleşmeciler bunu çok iyi bahane edip, LGBT tarzındaki sözde özgürleştirici hayat tarzını pompalamışlardı senelerdir. Ve bunda da oldukça başarılı olduklarını, daha geçen yıl harcadığımız 2 ayda, Bolivya, Şili, Arjantin ve Uruguay’da bizzat görmüştük. Gerek şahsen tanıştığımız çevrelerde, gerekse duvarlara yansıyan afiş-grafitilerde oldukça ağırlıklı bir sözde-feminizm ve LGBT sloganları hakimdi. İstanbul Sözleşmesinin iptal edildiği ve çok tartışıldığı bugünlerde, dünyanın öte tarafından, Latin Amerika’dan benzeri bir konuyu Türk okurunun önüne getirmenin yararlı olabileceğini düşündük. Böylece “küreselci” kültür saldırısının boyutlarını görmek te daha kolaylaşacaktır. Yani İstanbul Sözleşmesi sadece Türkiyeye değil, tüm ülkelerin halklarına, Batı’da iflas ettiğini bu son bir yılda apaçık gördüğümüz Batı hayat tarzını ve bireyciliğini pompalamanın teorisidir. Belli ki aynı kaynaklardan üretilmiş ve tüm cihana zorla kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Yoksa birbirinden iki kocaman okyanusla ve binlerce kilometre ile ayrılmış olan, herşeyi ile çok farklı toplumlarda aynı şekilde ortaya çıkması mümkün olamazdı.

Sonraki Haber