Kurtuluş Savaşı’na omuz veren İranlı subay

İzmir’den İstanbul’a, İstanbul’dan Ankara’ya… Tekrar İzmir’in kurtuluşunda 9 Eylül günü İzmir’de… İranlı bir subayın bilinmeyen öyküsü… Kurtuluş Savaşı’mıza 80 İranlı subay katılarak omuz verdi. İşte onlardan biri olan Seyit Ahmet Canpolat’ın anlattıkları…

İran ve Türkiye’nin ortak tarihinde çok az bilinen sayfalardan biri de Türk ordusunda eğitim almış İranlı askerlerdir. II. Abdulhamit dönemi ve sonrası Türk ordusunda eğitim alan onlarca İranlı asker daha sonraları Osmanlıyı kuşatan çeşitli savaşlara katılmıştır. Özellikle Kurtuluş Savaşı’nda görev almış bu askerler şehit ya da gazi olmuştur. Bu askerlere dair ilk ve belki de en önemli kaynaklardan biri de Seyit Ahmet Canpolat’ın “İranlı Bir Subayın Macerası” adıyla yayımlanmış hatıralarıdır.

20 Mart 1998’de 98 yaşında hayatını kaybeden Seyit Ahmet Canpolat’ın hatıraları; onun doğduğu İzmir ve eğitim aldığı Mektebi Harbiye’den 1940’ların sonuna kadar, kendi iddiasıyla haksızca emekli edilişine değin bir süreyi kapsar. Bu hatıralar Osmanlı’da yaşayan İranlıların durumu, Osmanlı ordusunda eğitim alan İranlı askerlerin eğitim süreci, Kurtuluş Savaşı ve savaşın bir yabancının gözünden bazı detayları, Şah Rıza Pehlevi’nin İkinci Dünya Savaşı’nda yüksek maliyetlerle oluşturduğu modern ordunun nasıl işe yaramadığını, askerlerin psikolojik durumu, orduda yaşanan yolsuzluklar ve güç çekişmeleri hakkında önemli bilgiler vermektedir.

Canpolat, İstiklâl Madalyası ile. (1932)

İRAN’DAN İZMİR’E

1900’de İzmir’de doğan Seyit Ahmed’in ailesi, Nasıreddin Şah Kaçar döneminde birçok İranlı tüccar ve işçinin yaşadığı tecrübe gibi 1850’lerde Türkiye’ye gelip bir müddet İstanbul’da ticaret yaptıktan sonra İzmir’e geçer. Seyit Ahmed’in babası, genç yaşında İzmir’de başarılı iş hayatına atılır ve İranlı bir ailenin Bursa doğumlu kızıyla evlenerek aile kurar. Seyit Ahmet babası Seyit Muhemmed’den söz ederken “Babam Seyitlere özel giysi giyinir, yeşil sarık sarardı” diyor. Babasının bu evliliğinden Seyit Ahmet’in yanı sıra bir ablası (1898) ve İstanbul’da dünyaya gelen bir erkek kardeşi (1907) olur.

Aile 1905’te, İzmir’den, o dönemde Osmanlı’da yaşayan 40 bin İranlı’ya en çok ev sahipliği yapan İstanbul’a gelir. Seyit Ahmet 7 yaşına geldiğinde iki sene Tavşantaşı Mektebinde okur. Sonra İstanbul’da yaşayan İranlılar tarafından idare olunan İranlılar okuluna giderek 6 yıllık bir eğitim alır.

Seyit Ahmet İranlılar okulunu şöyle aktarır: “Öğretmenlerimizin yarıdan fazlası İranlı hocalardı. Rızazade Şafak, Abdulhüseyin Borucerdi ve Mir Ebulfutuh Alevi gibi Türkiye’ye göç etmiş Meşrutiyet taraftarı mücahitler bize İran sevgisini aşılıyorlardı. Öğrencilerin daimî sloganı “Allah, Şah, Vatan, Bayrak”tı ve her zaman İran bayrağı altında ders alırdık.”

1914’te İranlılar okulundan mezun olan Seyit Ahmet, “okul yıllarında asker olmaya gönül kaptırdım, Osmanlı askerlerini gördüğümde yüreğim çarpar, bir şekilde askerî okula girmeye bir yol bulmayı düşünürdüm” der. Ahmet’in İstanbul’da geçirdiği gençlik dönemine özellikle Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşları etki bırakmıştır. Hatıralarında Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşları’nı özet olarak İranlı okurlarına anlattıktan sonra o dönem gördüklerini şöyle nakleder: “Bulgarların işgal ettiği bölgelerden binlerce Türk perişan hâlde İstanbul’a göç etmişti. Onları camilere ve hanlara yerleştiriyorlardı. O göçmenlerin sefil hâli hala gözümün önünde duruyor. O zamanlar 12-13 yaşlarındaydım...”

Canpolat, Batı cephesinde askerlerle

KULELİ ASKERİ LİSESİ’NDE OKUDU

Seyit Ahmed Canpolat’ın aktardıklarına göre Osmanlı’da, Meşrutiyet’den sonra İttihad-i İslam çalışmaları kapsamında ordu için Müslüman halkların çocuklarından birkaçı askerî okula alınıyordu. Bu nedenle her sene İran Büyükelçiliği tarafından bu işe gönüllü olan bir kaç İranlı genç de Türk ordusuna takdim edilirdi. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle orduya alınan gençlerin sayısında artış yaşanır ve bu durumdan faydalanan Seyit Ahmet de genellikle Tebriz ve Azerbaycan Türklerinden olan 10’dan fazla okul arkadaşıyla birlikte 1915’te Kuleli Askerî Lisesine kabul edilir. “Boğaz kenarında Çengelköy’de bulunan Kuleli okuluna dâhil olup askeri üniforma giyindik. Elbette bizim İran uyruklu olmamız mahfuzdu ve Osmanlı Devleti de bizi İran tebaası olarak biliyordu. Büyükelçilikle irtibatımız da hep devam ediyordu. Küçük yaşlarda olan bazı İranlıları Bursa Askerî Rüştiyesine gönderdiler. Büyük yaşlılardan bir kaçı da Jandarma Yüksek Okuluna gönderildi. Onların eğitim süreci -bizimle mukayese edilirse- iki sene daha azdı.”

1 Ağustos 1918’de mezun olan Seyit Ahmet, okulunu şöyle betimler: “Kuleli Askerî Lisesi yatılı okuldu. Sadece perşembe günleri eve gitmemize izni veriliyordu. Okulda tam bir disiplin hüküm sürüyor, hocalarımızın hepsi bir baba gibi şefkatli ve çok deneyimli subaylardı. Giyinme ve barınma gibi ihtiyaçların hepsini okul karşılıyordu. Okulun yöneticisi ve komutanı ilk başta bir Türk albaydı. Daha sonraları Alman albaylar bu görevi üstlendiler.”

Öğrenciler, mezun olduktan sonra Göztepe, Maltepe, Bostancı, Erenköy, Pendik ve farklı bir kaç kışlaya gönderilerek kıta eğitimine tabi tutuluyordu. Seyit Ahmet ise ilk başta Pendik’te Teğmen Osman Nuri’nin komutası altında 4. Taburda görevlendirilir. Sonraları ise 8. Tabura geçerek Ali Rıza Bey isimli subayın komutanlığı altında Kartal’da pratik eğitimlerini devam ettirir.

İŞGALE ŞAHİT OLDU

Seyit Ahmet o günlerinin ruh hâlini “Tek arzum bu eğitim ve manevralar sürecinin bir an önce bitmesi, teğmen derecesiyle savaş meydanına gitmek” olarak anlatsa da eğitiminin sona ermesi tam Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesine denk gelir ve Ahmet, savaş meydanını tecrübe etmeden İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilişine şahit olur. “Boğaz ve Şile’de olan bazı yerli ve silahla donatılmış İngilizlerin askerî kışlalara saldırıp buradaki silahları ele geçirmesi ihtimaline karşı eğitim alan birimler önceden belirlenmiş, bir kaç mevkii zapt ettiler. Mütareke gereği eğitimler durdurulup tüm subaylar izine ayrıldılar. Biz öğrenciler ise bir müddet Pendik’de kaldıktan sonra Bostancı’ya gidip Mekteb-i Harbiye’nin 1. Taburunun boş binalarına yerleştik. Yakınımıza İngiliz-Hindistanlı bir alayın yerleştilmesi dolayısıyla hep teyakkuz durumunda idik. Her an onlarla çatışma riski vardı. Sonunda Harbiye Nezaretinden tabur komutanı Halim Bey’e, Bostancı’yı tahliye ederek tüm teçhizatla beraber Haliç’teki Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’a gitmeğe dair emir geldi.”

Yeni kışlada eğitim süreci devam etse de mütareke yıllarının durgun havasından dolayı subayların birçoğu görevden ayrılır. Bu nedenle de askerî birimlerin büyük kısmı boş kalır. 10 Ağustos 1919’da 3. Teğmen rütbesi alan Seyit Ahmet, 24 Mayıs 1920’de ise 2. Teğmen rütbesine terfi edilir.

5 Temmuz 1920’de Osmanlı Devleti Bakanlar Heyetinin kararıyla Osmanlı ordusunda görev yapan tüm subayların görevine son verilir. Kararın ilanı sonrası İran kökenli bazı subaylar İran’a dönerken, bazı subaylar ise Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı harekete katılma amacı ile Anadolu’ya geçer. Bu dönemde Seyit Ahmet ise İran’a geri dönmek için İstanbul’da yol masraflarını karşılamak amacıyla Tahran’dan gönderilecek parayı bekler: “İstanbul’da olduğum bu müddette çok önemli bir olay yaşadım. 1338 Kameri yılının Aşura akşamı İranlıların tören gerçekleştirdikleri Valide Han’a gitmiştim. Valide Han’da bir kenarda durup törenleri izliyordum. Yanımda Sirkeci Polis Amiri İbrahim Bey ve bir sivil polis duruyordu. Meydanın çevresinde ise polisler, jandarmalar ve bazı İngiliz askerleri bulunuyordu. Ezadarların bizim karşımızdan geçtiği anda İbrahim Bey, sivil polise ‘Hüseyin’i İranlılar kendileri katletti ve şimdi yas tutarak pişmanlıklarını gösteriyorlar’ dedi. Ben bu sözü duyunca itiraz ettim. Onlar ise askerî üniforma giymediğim için bana kızdılar ve olay kavgayla sonuçlandı. Ben onların ikisini de dövüp darp ederek orada bulunan İranlıların yardımıyla kaçtım. Bu olaydan sonra bölgedeki polisler beni aramaya başladı. Aşura’dan bir gün sonra kendim Büyükelçiliğe giderek olup bitenleri anlattım. İstememe rağmen Büyükelçiliğin çevirmeniyle İbrahim Bey’in yanına gidip özür dileyerek meseleyi bitirmemi istediler. Ama işin sonunda ben derdest edilip İstanbul adliyesine sevk edilerek soruşturmaya tabi tutuldum. Soruşturmada kendimi savunarak söz konusu iki kişinin biz İranlıların kutsallarına hakarette bulundukları, Hazreti İmam Hüseyin’in yas töreniyle alay ettikleri ve Müslümanlar arasında nifak çıkardıklarından dolayı böylesi bir işe kalkıştığımı söyledim. Soruşturma sonrası Kâtip Sinan Camii müezzini ve mahalle muhtarı Gafur Hoca’nın kefaletiyle serbest bırakıldım.”

Bu olay sonucu İstanbul Mahkemesi Seyit Ahmet’e altı ay hapis cezası verir. Ama o bu hükme itiraz ederek istinaf mahkemesine başvurur: “İstinaf mahkemesinin de ilk mahkemenin hükmünü onaylayacağını bildiğim için ya İran’a ya da Anadolu’ya firar etme kararı aldım.”

YARIN DEVAM EDECEK

Sonraki Haber