Macron'un Türkiye karşıtı politikası nereye varacak?

Fransa'nın saldırgan ve Türkiye karşıtı politikalarının Macron'un iç cepheedeki sorunları örtme çabası olduğunu belirten Dr. Nurgül Bekar 2022'de yapılacak seçilerde rakibi Le Pen'in anketlerde yüksek çıkmasının Macron'un tutuarsız girişmlerinin temel sebepleri arasında olduğunu söyledi.

,,AA'da yer alan analizin tamamı şöyle:

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un iktidarda üç senesini doldurmasına rağmen iç siyasette hâlâ sağlam bir siyaset zemini bulamamış olması, dış politikada oldukça atak ve hızlı adımlar atmasına neden oluyor. Fakat içeride devam eden ekonomik krizin yeni tip koronavirüs (Kovid-19) kriziyle birleşmesi sonucu işsizliğin ve bütçe açığının giderek artması ve “Sarı Yelekliler” hareketinin protestoları Macron’u daha da zor bir duruma sokmuş görünüyor. Bir yandan ekonomide ve iç politikada uğraştığı sorunları örtme çabası, diğer yandan 2022’de yapılacak seçimler için en önemli rakiplerinden biri olan Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen’in oy oranının anketlerde yüksek çıkması, Macron’un tutarsız girişimlerinin temel sebepleri arasında yer alıyor. Sorun şu ki Macron’un Fransa’nın gerek bölgesel gerekse küresel düzeyde rolünü genişletmek için uygulamaya çalıştığı politikalar, sadece Avrupa’da değil, transatlantik ilişkiler, Orta Doğu ve Afrika’da da yüksek gerilim oluşturmaya devam ediyor. Fransa Cumhurbaşkanı’nın Suriye, Libya, Irak gibi uluslararası güncel sorunların hemen hepsinde boy göstermeye çalışması ve Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan anlaşmazlığı Avrupa Birliği (AB) üyelerini, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni (BAE) dâhil ederek ısrarla uluslararası bir sorun haline getirme gayreti, zaten Kovid-19 kriziyle boğuşan günümüz küresel siyasetinin dengelerini de sarsıyor.

Fransa’nın boy gösterdiği coğrafyalarda Türkiye’nin eskisine göre daha aktif politikalar üretmesi, doğal olarak iki ülke ilişkilerinde bir çıkar çatışmasına yol açmakta. Fakat bu çıkar çatışmalarının her fırsatta hasmane bir tutumla AB’ye aksettirilmeye çalışılması, Türkiye’nin kendi haklarını ve çıkarlarını savunma çabalarının saldırganlık ve “yeni Osmanlıcılık” şeklinde yorumlanması işleri çıkmaza sokuyor. Kuzey Atlantik İttifakı (NATO) çatısı altında müttefik olan iki ülke arasındaki ilişkilerin son zamanlarda bu kadar kolay tırmanmasının nedenleri arasında, yukarda söz edilen iç sorunların etkisi olduğu kadar, dış faktörlerin de rol oynadığını vurgulamak gerek. Bu bağlamda, Fransa Doğu Akdeniz gibi aslında kendisini doğrudan ilgilendirmeyen bir konuda dahi yer alabilmekte ve Türkiye’ye karşı Yunanistan’a askeri imkânlar sunarak kışkırtıcı bir destek verebilmekte. ABD’nin ve NATO’nun bölgeye dair açıklamaları da göz önüne alındığında, bu coğrafyada son derece karmaşık ve tehlikeli bir tablonun teşkil edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Zira Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de, deniz yetki alanları paylaşımı açısından, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde, kendi kıyılarından çıkamayacak hale getirmeye çalışmak ve sürekli gerilimi tırmandırmak, Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) başı çektiği çoklu bir akıl tutulmasına işaret ediyor. Bu kötümser tabloda şimdilik sevinilecek şey ise Doğu Akdeniz sorununda diplomatik çabaların nihayet gündeme gelebilmesi. Tarafların bu müzakere alanını iyi kullanması, Avrupa ve Transatlantik aksındaki barış ve güvenlik açısından büyük bir önem arz ediyor. Bu konuda sarf edilecek gayretler, Fransa ile Türkiye arasında diğer bölgelerdeki gerilimin de azalması ihtimalini taşıyor.

MACRON’UN DIŞ POLİTİKADAKİ TUTUMU AB’Yİ DE NATO’YU DA ZORLUYOR

Donald TRUMP yönetimindeki ABD’nin küresel liderliğinin gerilemesi ve dolayısıyla uluslararası politikada oluşan güç boşluğu, Macron’a daha iddialı ve girişken bir dış politika için alan açmış görünüyor. İngiltere’nin AB üyeliğinden ayrılması ve Angela Merkel’in görev süresinin 2021’de dolacak olmasının getireceği değişim ise bu politik alanın daha da genişleyebileceği umudunu veriyor. 2017’de göreve gelirken içeride yapısal reformlar ve AB içinde de entegrasyonun artırılması vaatlerini sunan Macron, AB’nin kendi güvenliğini ve savunmasını sağlayarak küresel düzeyde daha fazla hareket etme yeteneğine kavuşmasını amaçlarken Fransa’nın AB’yi yönlendirebilmesini hedefliyor. Bu çerçevede, uluslararası politikadaki hemen her soruna AB’nin diğer üyelerinin görüşlerini beklemeden gereğinden hızlı şekilde tepki gösteren Fransa, çoğu zaman hem AB ülkeleriyle hem de NATO içindeki müttefikleriyle farklı pozisyonlarda yer alabilmekte. Fransa’nın geçtiğimiz günlerde AB’nin Akdenizli üyelerini Korsika’da toplayarak bir blok teşkil etme girişiminin de bu durumu değiştirdiği söylenemez. Özetle, Avrupalıların geri kalanının birçok konuda Fransa ile aynı fikirde olmadığı gerçeği AB’nin geleceğine yönelik ayrışmalara neden olurken NATO’nun uluslararası sorunlar karşısında ortak tutum takınma kabiliyetini de tehlikeye düşürmektedir. Nitekim Macron’un The Economist dergisine verdiği mülakatta “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiği” yönündeki ifadesi ittifakın üyeleri arasında şok etkisi meydana getirmişti. AB üyesi ülkeler için temel tehdidin hâlâ Rusya olarak algılandığı göz önünde bulundurulduğunda, NATO’nun ve dolayısıyla ABD’nin neden hâlâ Avrupa güvenliği için gerekli görüldüğü ve Macron’un bu talihsiz açıklamasının AB’nin geri kalanında nasıl karşılandığı daha iyi anlaşılmakta.

ABD ve İngiltere’nin ardından NATO’daki üçüncü nükleer gücü teşkil eden Fransa’nın bu özelliği bile, Avrupa güvenliğinde ve savunmasında yönetici bir rol oynayabilmesini sağlayamayacaktır. Zira Fransa’nın güvenlikle ilgili konularda tek başına karar vermesi, başta Berlin olmak üzere, diğer AB başkentlerinde ciddi bir hoşnutsuzluğa yol açacak ve uzun vadede Birliğin bütünlüğüne zarar verecektir. İlaveten, bir yandan Kırım ve Beyaz Rusya meselelerinin herkesin gözü önünde cereyan etmesi, öte yandan Avrupa’nın –özellikle Almanya’nın– Rus doğal gazına aşırı bağımlılığı söz konusuyken, hiçbir Avrupa ülkesi Rusya’ya karşı NATO’suz ve ABD’siz kalmak istemeyecektir. Bu çerçevede, Kasım 2020’de gerçekleşecek Amerikan başkanlık seçimlerinin sonucu Avrupa siyasetini de doğrudan etkileyecektir. Birlik içindeki genişlemeye yönelik adımları (Kuzey Makedonya ve Arnavutluk’un üyelik süreçlerini verilen sözlere rağmen veto ederek) durduran Macron, AB’nin bölgesel ve küresel düzeyde inandırıcılığına gölge düşüren bir tutum izlemektedir. AB içinde Almanya’nın Merkel sonrasında da aktif bir liderlik sergileyebilmesi, Macron’un uluslararası arenadaki çıkışlarını ve bu çıkışlarını AB’ye mâl etme girişimlerini dengeleyebilecektir.

21. YÜZYILDA DİPLOMASİ EN İYİ ÇÖZÜM ARACI

2017’de Avrupa yanlısı bir söylemle cumhurbaşkanlığını kazanan Macron’un Avrupa’daki liderlik iddiası AB üyesi diğer ülkelerde rahatsızlık oluştururken, birliğin dış politikasında da bölge barışını zora sokacak sorunlara yol açıyor. Macron kimi zaman Afrika’da, kimi zaman Libya’da, diğer AB üyelerini beklemeden hareket ederek esasen ortak çıkarları da tehlikeye sokmaktadır. Bu kapsamda Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin Doğu Akdeniz’deki Yunanistan-Türkiye deniz yetki alanları anlaşmazlığı fırsat bilinerek Fransa tarafından gittikçe gerilmesi, bunun için adeta özel bir mesai yürütülmesi, taraflar arasında iletişimin kurulmasını güçleştirirken bölgedeki sıcak çatışma riskini de artırdı. AB Dönem Başkanı Almanya’nın ve NATO’nun devreye girmesiyle bir diyalog zemini oluşturulan Doğu Akdeniz meselesinde diplomatik girişimler ve yapıcı müzakereler şüphesiz en iyi çözüm yolu olacaktır.

Dünyanın Kovid-19 krizinin yol açtığı yıkıcı sorunlarla uğraştığı bir dönemde, anlaşmazlıkların bir anda istenmeyen noktalara sürüklenmesi, kimsenin arzu edeceği bir şey değil. Bu kapsamda, başta Türkiye ve Fransa cumhurbaşkanları arasında gerçekleştirilen görüşme olmak üzere, her düzeydeki iletişimin, sorunların çözümüne katkı sağlayacağı ve bölgeyi bir yangın yerine çevirmekten uzaklaştıracağı açıktır. Diplomasi yolunun açılması ve tarafların buna uygun hareket etmesi, Doğu Akdeniz’deki mevcut gerginliğin sıcak bir çatışmaya dönüşme ihtimalini şimdilik ortadan kaldırmıştır. Ancak ertelenen AB zirvesinden Türkiye’ye karşı herhangi bir yaptırım kararının çıkması, çifte standartları nedeniyle Türk kamuoyu nezdinde AB’nin azalan güvenilirliğini ve inandırıcılığını tamamen yok edecektir. Böyle bir durum, AB’nin Türk muhatapları üzerinde etki doğurabilme gücünü de ortadan kaldırarak olası diplomatik girişimleri en baştan sabote edecektir. Böyle bir durumda ise Türkiye’nin de aynı şekilde karşılık vermekten başka çaresi kalmayacaktır.

[Dr. Nurgül Bekar Ufuk Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]
Sonraki Haber