Mario Levi’den Neyzen Tevfik’e: Ölmeden ölmenin ölümsüzlüğü

Levi’nin hayat felsefesi; ‘Onca kötülüğün hakimiyet kurduğu bir dünyada, iyi olmayı seçmek bir isyandır, birçok insanın sandığı gibi ahmaklık değil!’ Neyzen ise iyi olmanın sırlarını anlatır

Daha geçen hafta önce kaybettiğimiz, hakiki bir İstanbul efendisi ve değerli bir Türk insanı olan yazar Mario Levi’nin, “hayat felsefemin özeti” diye söylediği şu kısacık cümle üzerine, onun vefat haberini okuduğumdan bu yana, gece ve gündüz düşünmekteydim: “Onca kötülüğün hakimiyet kurduğu bir dünyada, iyi olmayı seçmek bir isyandır, birçok insanın sandığı gibi ahmaklık değil!”

Değerli üstadımız Levi’nin, bize televizyon ekranlarında İstanbul’un gizli köşelerini gezdiren davudi sesini de hatırlayarak, onun bu belirttiği hayat felsefesi üzerine, bazı düşünceleri toparlamak gerekiyor. Aslında Levi, bu felsefi düşüncesinde hiç te yalnız değil ve hiç yalnız olmadı geçmişten beri. Daha bugün, evde otururken ilham gelip, naçizane bestesini yaptığımız, Neyzen Tevfik’in şu şiirindeki duygular da “iyi olmanın” sırlarını bize açıklar ve kendi iyiliğimiz-kötülüğümüz konusundaki sınavımız için, bazı ipuçları da verir sanırım.

YETMİŞİKİ BUÇUK MİLLETİN SORUNU

Sevgili Neyzen Tevfik, bugün çok rahatsızca oturduğu Bodrum’un o meydanından, etrafından aceleyle gelip geçen Türk, Rus ve yetmiş iki buçuk milletten insanlara, “iyi olmak” konusunda şunları hatırlatır:
“Hicran kucağında tuttuğum sırdaş / Çağlamış, bulanmış, durulmuş olsun.
Sözüne, sazına, güven de yanaş, / Kulağı ezelden burulmuş olsun.
Burulmuş olsun burulmuş olsun. / Ölmeden hesabı görülmüş olsun.”

“Ölmeden hesap görülmesi” de ne demek oluyor ki? Yani insan ölmeden önce ölerek, daha bu fani alemdeyken, hayat ile hesabını görmeli mi acaba? Gerçekten bu hesabı daha buralardayken görebilir mi?

Bu soru, bizim milletin dünyadaki mistik hayat felsefesine ve dolayısı ile dünya tasavvufuna yaptığı en büyük katkılardan biri olarak, yüzlerce senedir ortalıkta zaten. Yani daha Anadolu’ya geldiğimiz ilk senelerde, Yunus Emre atamız, kendi yaşadığı toplumdaki çarpıklıklara, insanların mala-mülke tapınmalarına, kötülüklerin egemen olduğu ortama bakıp, Neyzen Tevfik’ten tam 700 sene önce şöyle seslenmişti bizlere:

BAHADIR OLAN KİMDİR Kİ?

“Aşk bezirganı, sermaye canı. / Bahadır gördüm, cana kıyanı.
Bahadır olan, can terkin urur, / Kılıç mı keser, himmet giyeni?”

Bu alemde, henüz dipdiri iken canına kıyan, yani Azrail’in kapkara ölümü daha gelmeden, ben’ini yok edip öldürendir asıl bahadır olan. Kötü olmanın ana kaynağının “bencillik” olduğunu, insanoğlu daha ilk günden, yani o mağaradan dışarı adım attığı günden beri bilir. O bencillik, hiç ara vermeden, toplumların her gelişme aşamasında, medeniyetlerin adına bakmadan, giderek artan bir halde gelişmiştir hep. Materyalizmin yarattığı en zalim sistem olan kapitalizm günlerinde ise, “bencillik” ve “benmerkezcilik”, insanoğlunun iliklerine kadar sinmek imkânı bulmuştur. İşte, bizim içinde yaşama talihsizliğinde bulunduğumuz bugünün dünyası, bu bencilliğin her değere hâkim olduğu bir zamandır.

Kapitalizm ve tüketim toplumu, belki de hayatının ve varlığının en mutlu günlerini yaşamaktadır, dünyanın hemen her köşesinde. Tüm insanlığı ve sekiz milyarlık bu alemi, elinde ne varsa tüketmeye teşvik edip, bunu kutsayan bir düzen içinde yüzdürüp durmakta, bu kahrolası düzen. Herkes, en kutsalları da dahil ne satabilirse onu satıp ne alabilirse ve hatta daha fazlasını tüketmekle, sanki görevlendirilmiştir. Ve bu görevi, büyük bir uysallıkla yerine getirmektedir.

‘BİZ’ OLMAKTAN ‘BEN’ OLMAYA DOĞRU

Bu tür bir eğilim elbette Darwin’in teorisine göre, daha ilk günden itibaren vardı insanoğlunda. Ama medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın pençesinde, her medeniyet aşamasında biraz daha fazla “bireyselleştik” ve “bencilleştik” te aynı zamanda. Hele de uluslararası tüketim toplumunu daha yeni keşfeden memleketimizde, bu “ben”, iki bin senedir “biz” olan bizleri bile, narsist seviyelere varan bir bireyciliğe hapsetti.

On bin senelik güneş tanrısı, ay tanrısı, gök tengrisi, Zeuslar, Artemisler, Afroditler, Musa’lar, İsa’lar ve ondan sonraki tüm dinler ve kutsal kitaplar bile, bu “ben”in azmasını engelleyemedi. Tanrısal imparatorlar, dehşetli sultanlar, dokunulamaz krallar, anayasa mahkemeleri, medeni kanunlar, ceza yasaları, kutsal değerler, ayıplar, günahlar, yazıklar bile, bu bir türlü engellenemeyen “ben” yaratığının önüne geçip, sakinleştiremedi.

ÖLMEDEN GÖRÜLEN HESABINIZ VAR MI?

Yunus ta, Neyzen de aynı insani probleme parmak basmak zorunda kaldılar. Çünkü, aralarındaki yedi yüzyıl bile, bu konuda zerre kadar bir ilerleme sağlamadı. Ve hatta, Neyzen’den bu yana daha da hızlanarak, yüce dağların tepesinden yuvarlanan kayalar gibi, üzerimize doğru son sürat gelen bir “bencillik”, “benmerkezcilik” canavarı haline dönüşmüş oldu.

“İyi olmanın” faziletlerinden girip, “ölmeden ölmenin” gerekliliğine uğradığımız bugünü, Neyzen Tevfik’in bahsettiği “ölmeden hesabının görülmesi” konusuna bağlayalım. Hem de Neyzen’in kendi sesiyle:
“Duysun aşkın elindeki rebabı, / Okusun alnında çile kitabı.
Neyzen gibi günahının hesabı, / Mezara girmeden sorulmuş olsun.
Sorulmuş olsun, sorulmuş olsun, / Ölmeden hesabı görülmüş olsun.”

Sonraki Haber