Marx yaşıyor!
Felsefenin gerçekleşmesinin emekçi sınıfların kurtuluşu, emekçi sınıfların kurtuluşunun felsefenin gerçekleşmesi zemininde kurulan ilişki, hep geleceğin bir sorunu gibi algılanır, ama bugünün sorunudur.
Karl Marx’ın ölümünün üzerinden 137 sene geçmiş. Ancak biz bu yazının başlığını “Marx yaşıyor” diye attık. Çünkü Marksizm’i bir dogma değil, dünyanın en yaygın devrimci pratiği, yani bir eylem kılavuzu, dünyayı değiştirme yöntemi olarak ele alıyoruz.
Sadece bir düşünce sistemi ya da bir doktrin olarak ele alınan Marksizm ise, birçok disiplinin ortak ve yeni ve onlardan farklı bir kümesi olarak “akademiye” sıkışıyor ve pratikten kaçmanın bir yöntemi haline geliyor. Marksizm’in bir kuram olarak ancak gelecekte hayata geçeceği varsayımından da aynı sonuç çıkıyor. Böylece Marx’ın teorisi ancak gelecekteki işlerliği ölçüsünde geçmişe ve bugüne ışık tutabilmektedir. Marksizm’i pratikten koparan her yaklaşım onu bir merasim aracına dönüştürüyor.
DOĞRU SORU
Alfred North Whitehead, felsefenin, Platon’a düşülmüş bir dipnotlar dizisi olduğunu söylemişti. Bu tanım, Platon’un felsefeyi ilk sistemleştiren filozof olmasından hareketle yapılmıştır. Ancak tek neden bu olmamalı. Platon, aynı zamanda, felsefenin doğru sorusunu ilk soran filozof. Soru, kimin yöneteceği, bir başka açıdan; felsefenin nasıl gerçekleşeceği sorusudur. Whitehead’ın tanımından hareketle, felsefe, Platon’un sorusuna verilen cevaplar dizisi. Zaten felsefe tarihi, felsefe nasıl gerçekleşir sorusuna, gerçeğe yaklaşan ya da yaklaşmayan cevapların toplamı değil midir?
Whitehead’in formülü bir hareket noktası sunması açısından önemli ama eksiktir. Çünkü felsefenin gerçekle olan ilişkisinin bir doğruyu izlemesi için felsefe nasıl gerçekleşir sorusuna verilen yanıt, mülkiyet ilişkilerine dönük bir yaklaşım da taşımalı. Ancak bu düzlemde, felsefe insanın sınıfsız bir dünya özlemine getirdiği yaklaşım üzerinden kendisini sınayabilir. Marx’ın, felsefenin gerçekleşme olanağına tanıdığı alan, Platon’un sorusunu da geçmişten geleceğe taşıyan bir köprü niteliği taşıyor:
“Bütün ülkelerde insanlığı kurtaracak olan proleter devrim, proletarya felsefede kendi tinsel silahını ve hümanizma, yani insanlığın bütünsel kurtuluş ilkesini koymuş bulunan felsefe de proletaryada kendi özdeksel silahını bulacağı zaman patlak verecekti. Proletarya kurtulmadan felsefe gerçekleşemiyor ve felsefe gerçekleşmeden, yani felsefe olarak ortadan kaldırılmadan da proletarya kurtarılamıyordu.” (Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara: 2009, s.264.)
Felsefenin gerçekleşmesinin emekçi sınıfların kurtuluşu, emekçi sınıfların kurtuluşunun felsefenin gerçekleşmesi zemininde kurulan ilişki hep geleceğin bir sorunu gibi algılanır ama bugünün sorunudur. Marx’ı geleceğe taşıyan dünden bugüne “Bilimin devrimler çağındaki büyük sıçraması ile emekçilerin büyük düşleri arasında” gelişen çarpıcı değişimlerdir.
AYDINLANMA VE DOGMA
18. yüzyılda gelişen aydınlanma ile dogmanın esaretinden kurtulan düşüncenin, 19. yüzyılda dünyayı değiştirecek paradigmalar önerdiği, bilimin sıçradığı, teknolojinin geliştiği, devrimlerin sanayi üretiminin önünü açtığı ve modern sınıfların kentlerde emek-sermaye temelinde yoğunlaştığı koşullarda ortaya çıkan Marksizm, kapitalist üretim ilişkilerinde egemen olan sınıf çelişmesinin özünü çözümleyerek kendisini dünden bugüne ve bu çözümlemeyi nihaî sonuca ulaştıracak gücü ve yöntemi tespit ederek de bugünden yarına taşımıştır.
2008 ekonomik krizinin ardından, “Marx’ın geri döndüğü” yargısı, özellikle Batı’da oldukça yaygın olarak paylaşılmıştı. Bu fikirlere göre Marx, “ideolojilerin öldüğü” bir siyasî iklimde geçmişte kalan bir hatıra idi; kriz o hatırayı hatırlatmıştı. Yine Batı’dan gelişen “Marksizm yükselebilir” korkusu ve uyarısı, Marx’ı gelecekte arayanlara ve Marksizm’i sadece geleceğin bir “düşünce sistemi, öğretisi” sananlara (Marksizm pratiğin bilimidir) fikirlerini yeniden yaymak için fırsat sundu. Çünkü onların kafasındaki Marx, Robin Hood’tan daha ideal, Don Quijote’tan daha hayalciydi.
Oysa Marx’ın ekonomi politiği, bugün dünyanın en büyük ikinci ekonomisini yönetiyor, bilimden sanata, siyasetten inovatif gelişmeye kadar birçok ideolojik alanda ilerlemeyi temsil ediyor ve hatta Koronavirüse karşı başarıyı ilk o kazanıyor; insanlığın ortak özlemlerini dünya çapında temsil ediyor ve bu özlemlerin hayata geçmesinde en büyük sorumluluğu üstleniyor.
Marx geçmişte ve gelecekte değil. Marx bugün yaşıyor. Bugün yaşadığı için geçmişi doğru kavrıyor ve geleceğe ışık tutuyor.
ULUSAL VE EVRENSEL MARX
Kapitalizm öncesinde hiçbir toplumsal formasyon küresel hegemonya potansiyeli taşımıyordu, dolayısıyla hiçbirinin evrensellik iddiası yoktu. Kapitalizm, küresel hegemonya potansiyeli ve evrensellik iddiası olan ilk sosyo-ekonomik formasyondur. Bunun temel nedenleri, kapitalizmin, kendinden önceki emeğin varoluş biçimini, mülkiyetin varoluş biçimini ve emeğin ürününün hâkim sınıflar tarafından sömürüsünü değil, sömürüsünün varoluş biçimini değiştirmesidir (bütün insanlığa yaymasıdır). Böylece kapitalizmin küresel hegemonya potansiyeli oluşmuştur.
Örneğin, kapitalizmin temelini oluşturan üretim araçlarının özel mülkiyeti ve ücretli emeğin sömürüsü evrenseldir. Kapitalist formasyon içerisinde, dünyanın her yerinde, meta sömürüsü geçerlidir. Sermayeler arası rekabet, malî kararlar üzerindeki tekelci denetim, emek süreci üzerindeki sermaye denetimi gibi “sömürü tarzları” da evrenseldir. Ayrıca kapitalizmin karakteristik özellikleri olan üretim anarşisi, krizlerin sürekliliği, önlenemez işsizlik, yoksulluk, terör ve savaş da evrenseldir. Kapitalizmin yaşadığı bütün krizler ulusal boyutlarda kalmamış, uluslararası boyutlara yansımıştır. Bu değerlendirme krize önlemler açısından da geçerlidir. Emperyalizm ise kapitalizmin hegemonyasını bütün dünyaya uyguladığı aşamadır.
Ancak, örneğin, feodalizme adını vermiş olan fief (tımar) sistemi hiçbir zaman evrensel olamamıştır. Bırakalım evrensel olmasını, İngiltere’nin doğusunda ve güneyinde feodal toprak sahiplerinin mutlak mülkiyet biçimi söz konusuyken, Norman İngiltere’sinde fief sistemi uygulanıyordu. Asya feodalizmi ve Batı feodalizmi arasındaki yapısal farklar da oldukça fazladır.
Bunları şu yüzden söylüyorum: Evrensellik iddiası taşıyan her bir bilimsel disiplin kapitalizmle birlikte kurumsallaştı; fakat disiplinlerden her birinin evrensellik oranı kapitalizme göre sınırlıydı. Yani kapitalizmin evrensellik potansiyeli ile disiplinlerin evrensellik iddiası (potansiyeli değil) arasında ters orantı vardı. Kapitalizm kısa sürede küresel hegemonya kurarken, kapitalizmle birlikte var olan bilimsel disiplinler için aynısını söylemek mümkün değildir.
Örneğin,felsefe Almanya sınırlarının, klasik iktisat İngiltere sınırlarının, materyalist tarihçilik Fransa sınırlarının ötesine uzun süre geçememiştir. Kapitalizm, ulusal sınırların ötesine geçmişken, kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte kurumsallaşan bu disiplinler ulusal sınırların içinde sıkışmış durumdaydı. Kapitalizmin hızla dünyayı saran hâkimiyeti bu disiplinleri ulusallıktan çıkaramamıştı.
YENİDEN ÜRETEN VE EVRENSELLEŞTİREN
Örneğin Fiche, “Kendi bütünlüğünü kendi içinde taşıyan felsefe, özü itibariyle Alman’dır...” demiştir. Hegel de benzer bir şey söylemiştir: “Başka uluslarda bu disiplin durumu ve bu sözcüğün anlamı gösteriyor ki, bu uluslarda felsefe ismi hâlâ mutlaka korunmuş olsa bile anlamı değişti; geriye ancak bir ön duygu ve anı kalacak şekilde yozlaştı ve yok oldu. Bu bilim Almalara sığındı ve artık sadece orada yaşıyor.” Heidegger de felsefenin sadece Alman ve Yunan dilinde yapılabileceğini ileri sürmüştü. (Taner Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, Yordam Kitap, İstanbul, 2014, s.129-60.)
Bu üç örnekte de görüldüğü gibi felsefe Alman ulusuna aittir; Almanya sınırlarının içindedir, ulusaldır.
Felsefe gibi klasik iktisat da, materyalist tarih kuramı da Kant’ın “aydınlanmış uluslar” dediği uluslara aitti. Kapitalizmle birlikte kurumsallaşan bu disiplinleri, kapitalizme karşı yeniden üreten ve evrenselleştiren Marx oldu.
Lenin, Marksizm’in, “İnsanlığın 19. yüzyılda Alman felsefesi, İngiliz politik ekonomisi ve Fransız sosyalizminin şahsında yaratmış olduğu en iyi şeylerin meşru mirasçısı” olduğunu söylemiştir. (V. I. Lenin, “Marksizm’in Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni”, Marksizmin Başyapıtları 19. Yüzyıl içinde, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul, 2013, s. 15.)
19. yüzyılın ulusal sınırları içine hapsolmuş bu disiplinler, Marksizm’in getirdiği köktenci eleştiriyle, bilimsel sosyalizmin potasında özgün bir teori haline geldi. Bir başka ifadeyle, Alman felsefesinin diyalektiğini, İngiliz iktisadının emek-değer kuramını, Fransız tarihçiliğinin sınıf perspektifini Marksizm, bilim haline getirerek evrenselleştirdi.
Marksizm’i dünyayı anlama ve değiştirme yöntemi olarak 19. yüzyıldan içinde yaşadığımız yüzyıla taşıyan bu evrensellik olgusudur. Onu geleceğe taşıyacak olan da budur. Marksizm dünyalılaştığı için, günümüzde millî devletlerin kendilerini emperyalizme karşı savunma mevzisini de doğru bir düzleme yöneltebilmektedir. Emperyalizmin, azamî sömürüsünün önünde engel olan ulus devletlere saldırısını yoğunlaştırması sonucunda, saldırıya karşı koyabilmek için üretilen ulusal siyasetler, Marksizm’in kuramsal çerçevesi içindedir. Kuşkusuz emperyalizme karşı verilen tepkiler ve yükselen öfke, her zaman Marksizm’le bağlantılı değil. Ancak bu tepkilerin nihaî amaca ulaşması, yalnızca Marx’ın öğretisi üzerinden mümkün.
DEVRİMCİ YÖNTEM
İnsanlık “kapitalizmin sonu”na inanıyor. Bu inancı ayakta tutan Marx’ın kuramıdır. Bugünkü toplumsal sistemin en küçük kalıntılarının bile temizlenmesi, “yeni bir dünya”nın kurulması nesnelliği ve iradesine bağlı. Marx’ın yöntemi, insanlığa, kapitalizmin sonunu getirmek için gerekli olan mücadele araçlarını ve yöntemini öğretmeye devam ediyor. Bugün Marksizm dışında kapitalizmi her boyutuyla (özü, hareket yasaları, bir toplumsal formasyon olarak aldığı biçim vs.) çözümleyebilecek ve bu çözümlemeden bir devrim yöntemi geliştirebilecek bir kuram daha üretilemiyor.
Özetle Marx’ın yaşadığını bugün kavrayamayanların, Marksizm’i gelecekte bir devrimci yöntem olarak kullanmaları da mümkün görünmüyor.