Mehmet Bayhan, fotoğrafımızın ilk profesörü

Doğa-insan köşemde zaman zaman bu ülkenin değerlerini, fotoğrafın önemli sanatçılarını ve bilim adamlarını da anlatacağım. Bugün fotoğrafımızın ilk profesörünü, çok önemsediğim bilim kültür ve sanat adamı Prof. Mehmet Bayhan’ı anlatacağım.

Ben sordum o yanıtladı:

-Değerli Bayhan, çok değer verdiğim bir sanat adımı ve fotoğrafımızın ilk profesörüsünüz. Malatya’daki çocukluk günlerinizi anlatır mısınız?

Malatya’da doğdum (20 Aralık 1940). Babam subay, annem öğretmen olduğu için dolaştık… Bebeklik Zonguldak-Ereğli civarı. İlkokul bir Devrek, iki-üç Kırıkkale, dört-beş Bitlis, orta bir-iki Ankara, sonrası Malatya. Yazları Malatya’ya dedemin köyüne giderdik (Tecde). Yeşillik, bol su, meyve ağaçları, gece dışarıda yer yatağına yatınca yıldızlara doğru uzayıp giden kavaklar. Kaysı kurutulması, islimlenmesi. Dut toplanması, bastuk(pestil)-sucuk-kesmece yapılması… Bir şölendi hepsi. Evin yanındaki küçük bahçede kaybolurdum (ikiyüz metre…). Taa neden sonra babaannemin sesi gelirdi, “çağam gelesin yemek hazır” … Dışı toprak kaplı büyük bakır tencerelerde ve çalı-çırpı ateşinde ne güzel yemekler yapardı, çok hoş kadındı köyün Fatma bacısı… Dama çıkıp pestil dökerdik. Reçel de damda güneşte yapılırdı. Kış boyu yemeklerde kullanılan erik ekşisi, kızılcık ekşisi…

Kızılcık ağacının altına girip dökülen olmuşları yerdik ama sabaha kadar da kaşınırdık. Komşu bahçeden Uzun Ömer’in türküsünü duyardık. Anlatmakla bitmez.

-Estetiği ne zaman önemsediniz, neden mimarlık ve fotoğraf?

Ben ressam olacaktım. Ama çevremizde resim işten sayılmıyordu, önce adam olunacaktı. Orta ikide Malatya’ya geldiğimizde anam-babam banka kredisiyle bir ev yaptırdılar. Küçük bir bahçesi, meyve ağaçları. Girdiğimiz günlerde eve mimar geldi. İşte buydu… Ben mimar olacaktım… Hem adam olunurdu hem de sanata yakındı.

-Fotoğraf adına çok önemli işler yaptınız. Okullaşması ve eğitimi için verdiğiniz çabalar unutulmaz. Biraz anlatır mısınız?

Mimarlık başladı, İstanbul’da. Malatya’ya nasıl dönebilirdim; sergi-gösteri-sinema-tiyatro-kitapevi-etkinlikler burada idi… Anacığım darıldı. Yarısı toprağa gömülü yer, salon çizim odası ve mutfak karanlık oda. Yalnızlıktan çok sıkıldığım bir gün o zamanki tek derneğe gittim, İFSAK. Bir yıl sonra başkanlık sorumluluğu bende kaldı (1976). Hani mimarlık malzemeyi bir araya getirip işe yarar kılmaktı ya… “İnsan” da bir malzeme idi. Dernek tırmanmaya başladı; ulusal-uluslararası etkinlikler ve bugünlere gelindi… Çalışmalarımız, ilişkilerimiz ilgi çekmiş olmalı ki Uluslararası Federasyon yönetimi (FIAP) rahmetli Baha Gelenbevi ve bana HonEFIAP unvanı verdi. Bugün, bu unvana sahip yaşayan tek Türküm.

-Kültür ve sanat için yaptıklarının unutulmaz. O günler nasıldı?

1978’de Güzel Sanatlar Akademisi Başkanlığı bir yazı ile davet etti; “fotoğraf eğitimi başlatmak istiyoruz gelir yardım eder misin”? Aklım fikrim böyle işlerde. “Eğitim başlayacaksa elemana da gerek olacak ben adayım” dedim. Işıklar içinde yatsın, başkan “senden iyisini mi bulacağız, gel” dedi. Ve böylece akademisyenlik başladı. Akademi Mimar Sinan’a dönüştü. En alt basamaktaki ben yukarılardakilerle anlaşamadığım için 1984’de kovuldum. Yıldız Teknik’in rektörü (o da ışıklar içinde uyusun) “bize gel” dedi… Fotoğraf dalında ülkemizin ilk profesörü oldum.


'826 KİŞİYE BİR DERNEK DÜŞÜYOR'

-Toplumsal gelişmemizde derneklerin önemini hep vurguladınız. Bunun dışında toplum nasıl geliştirilir. Bu süreci nasıl yorumlarsınız?

Dernekteki yoğun süreçte “bir ülkenin gelişmişliği dernek sayısıyla ölçülür” derdim. Bugün Avrupa ülkelerinden 40 kişiye bir dernek düşmekte. Güzel ülkemizde 826 kişiye bir dernek… Müze-galeri-tiyatro-orkestra-yayın-etkinlik sayılarını sıralarsanız neden AB’ye almakta çekimser davrandıkları anlaşılır. Yoğun yıllarımda ülkemizi yöneten kişi ve kurumlara çok yazardım; ülkenin sorunları ancak bilim-sanat-kültür çalışmaları yaygınlaştırılarak çözülür.

Bakınız ATATÜRK… Hey yüce adam, bu ülke seni zor buldu ama çabuk kaybetti.

Batı bu sorunu ortaçağdan sonra çözdü, Rönesans’ta pekiştirdi. Kral veya imparator vardı ama her kentin prensi vardı ve onlar bir şeyler yapanları etrafına topluyor, koruyordu. Luther nasıl çıkabildi ortaya? Osmanlı’da sadece saray vardı, gerisi yasaktı. Hezarfen Ahmet Çelebi kanat takıp uçtuğu için Cezayir’e sürgün edilmedi mi? Günümüz eğitiminde, uluslararası sıralamalarda 20-30‘unculuktan 60-70’inciliğe düştük. Kimin umurunda.
Anamın babamın işi-uğraşı nedeniyle bilime-sanata ve toplumculuğa-eğitime yakın yetiştik. Dernekçilikte piştik. Günümüzde de derneklerle işbirliğim sürmekte. Üniversite ortamında bir sorun yaşadım hep; istediğin kadar ulusal-uluslararası etkinlik yap, kitleleri kımıldat, sosyal kültürel olay yarat önemli değil. Tek bir makale yazan daha önemsenir… Yıldız’dakiler Fransa bir nişan verdiğinde “haaa” dediler… Bir dolu ülke böylesi etkinlikleri ve yapanları ciddiye alır. Sevgili ülkemde umursanmaz.

HÜSNÜ AGA

-Sizin bir Karakol köyünüz var ve hep oraya gidersiniz? Yakında bir albüm de yayımlayacaksınız. Yel değirmenleri ile tanınan köyü ve Hüsnü Aga’yı anlatır mısınız?

Balıkesir Karakol köyüne yeldeğirmenleri var diye gitmiştim. Rahmetli Hüsnü Aga ile tanıştık. Ne kadar hoş, ne kadar üstün bir insandı… Avlusunun ucuna bana bir oda yaptı ve üstüne yılı yazdı, 1985. Fırsat buldukça giderim. Aileden biri oldum, köylülerle iyi anlaştık. Herkes ağır sakin yürür; kahve elli metre ötede, cami orda, ev işte arkada. Hiç kavga-tartışma görmedim. Köy devamlı göç verir büyük kentlere. Genç nüfus gidince işler aksar. Her evin sürüleri vardı şimdi yok. Tarım aksadı, ürün para etmiyor. İl merkezinde valilikte uzmanlar oturur, ticaret-sanayi odası da vardır; deney biriktirmesi ve paylaşması gereken. Burada köy her geçen yıl geriler, üretim-verim düşer. Kimin umurunda…

Balıkesir’in Karakol Köyü... Bütün fotoğrafçılar gittiler Hüsnü Aga’nın fotoğrafını çektiler. Bayhan yıllarca yaz aylarında o köye gitti.

Hüsnü Aga’dan söz edince anlatmadan edemeyeceğim; traktörüne bindik, dereyi geçtik, ötelerde ağaçların altına uzandık. Öyle bir sohbete daldık ki, kaç yıl geçti sıcaklığı hala sürmekte. Baktık güneş alçalıyor, yenge bekler dedik. Tekrar traktöre bindik. Sürücü koltuğunda Hüsnü Aga, kenarında ben. Dereyi geçtik. Gölgelerimiz sürülmüş tarlaların üzerinde. Sağ yönde uzakta bir köy daha var ve arkasındaki tepelerin üstünden ay çıkmakta. Manzaraya dalmış gitmişken Hüsnü Aga traktörü sertçe durdurdu. N’oldu Aga… Eliyle manzarayı gösterdi, “çekmicen mi” … Çektim Hüsnü Agam, bir albümcük yapabilirsem orada da anlatacağım.

-Fotoğraf ve toplumsal gelişme için öneriniz?

Teknolojinin hızlı gelişmesi ve sıçraması fotoğrafı aşındırdı. Eski saygınlığı pek yok günümüzde. Fotoğraf okullarına gelen sayısı azaldı. Ama dernek sayısı da çoğaldı, hemen her ilimizde var artık.
Sonuç olarak, Türkiye’miz uluslararası ortamda saygın bir konum edinsin istiyorsak bireyin ve toplumun çok boyutlu gelişmesini örgütlememiz, desteklememiz gerekmektedir. Hükümetlerin ana görevi-işlevi bu yönde olmalıdır. Bireyleri nitelik kazanmış toplum tüm sorunlarını-konularını daha çabuk ve doğru çözer.

GELECEK HAFTA, KUŞADASI'NI ANLATACAĞIM.

Sonraki Haber