Meserret Taşkın'dan mektup var: Sevgili ölülerimiz
Yaşarken çok sevdiklerimiz, öldüklerinde unutulabilir mi? Sizi bilmem hanımlar, benim için hayat, sevdiklerim öldükten sonra da, onlarla devam ediyor.
Yani, hayatın içinde ölülerimiz de var. Örneğin, ben annem öldükten 20 yıl sonra hala O’nun diktiği bulaşık ve el bezlerini, işlediği nakışları, diktiklerini özenle kullanıyorum. Hemen her gün, herhangi bir olay karşısında rahmetli babamın patlattığı bir espri ağzımdan dökülüveriyor.
Sevdiğim sanatçıların resimlerini, filmlerini, oyunlarını izlerken veya kitaplarını okurken, şarkılarını dinlerken birçoğunun ölmüş olduklarını unutuyorum. İçimden onlarla konuşurken buluyorum kendimi. Öldüklerini hatırlayınca, sanki yeni kaybetmişim gibi hüzünleniyorum.
Hele de arkadaşlarım, can arkadaşlarım. Onları her hatırladıkça, ciğerim sızlasa da sık sık anıyorum. Bu, bir vazife değil; kendiliğinden öyle oluyor. Örneğin, Bindallı’mız yayımlanıyor. Sevgili Feyza Perinçek’i, Işık Soner’i hatırlamamak mümkün mü? Son dönemde kadınlarımızın ve çocuklarımızın geleceğine ipotek koymaya çalışan ideolojik istismar çabalarına karşı güçlü bir mücadele yürütürken, onları ve kaybettiğimiz diğer arkadaşlarımızı, her birimiz, bulunduğumuz yerlerde, yaptığımız işlerle, düşünürken, konuşurken mutlaka anıyoruz.
“Yaşlanıyorsun Meserret” diyorum kendi kendime. Hayatımızda, sevgili ölülerimizle olan bağımızın kapladığı alan arttıkça, kendimizi giderek ölüme daha yakın hissediyoruz. Korkmayın efendim, ölmeye hiç niyetim yok; kapıya gelirse de ne diyelim, hoş geldi, safa geldi, değil mi?