Müstafi Tümamiral Cihat Yaycı: Türkiye bir an önce Doğu Akdeniz'de MEB ilan etmeli

Müstafi Tümamiral Cihat Yaycı, Sputnik International ile özel söyleşisinde 'Mavi Vatan' kavramından Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de sondaj faaliyetleri ve Yunanistan ile yaşanan gerilimlere ve Kanal İstanbul'a uzanan bir dizi konuda görüşlerini dile getirdi.

Müstafi Tümamiral Cihat Yaycı, Sputnik'e yaptığı açıklamalarda Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de bir an önce Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilan etmesi gerektiğini söyledi.

Yaycı, 'Mavi Vatan' konseptinin bir 'Yarımada doktrini' olduğunu söyledi ve "MEB temelde, bir kıyı devletinin doğal kaynaklar ile coğrafi, jeolojik ve biyolojik varlıklar üzerinde deniz araştırmaları yapmak, korumak ve kullanmak üzere, kıyılarına bitişik sularda, deniz dibinde, toprak altında ve kıta sahanlığında egemen haklara sahip olması demektir. Bu nedenle MEB, vatanın bir parçası olarak da kabul edilebilir" ifadelerini kullandı.

Sputnik'in Emekli Tümamiral Cihat Yaycı ile gerçekleştirdiği röportaj şu şekilde:

‘Mavi Vatan’ konsepti ile tanınıyorsunuz. Bu konsepti açıklayabilir misiniz? Mavi Vatan nedir? Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS), Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) konseptine dayalı olarak ülkelere denizlerde sınırlı egemenlik hakkı verirken, Türkiye ‘Mavi Vatan’ı nasıl işlevsel hale getirecek?

1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, kıyı devletlerine MEB ile ilgili sınırlı haklar veriyor lakin MEB temelde, bir kıyı devletinin doğal kaynaklar ile coğrafi, jeolojik ve biyolojik varlıklar üzerinde deniz araştırmaları yapmak, korumak ve kullanmak üzere, kıyılarına bitişik sularda, deniz dibinde, toprak altında ve kıta sahanlığında egemen haklara sahip olması demektir. Bu nedenle MEB, vatanın bir parçası olarak da kabul edilebilir. Dolayısıyla Türkiye, kendi Münhasır Ekonomik Bölgesine düşen tüm kaynakların sahibidir. Deniz yetki alanlarımızdan, 1982 sözleşmesiyle tanınan ve uluslararası teamül hukuku ve uluslararası deniz hukuku ilkeleriyle verilen yetkiler çerçevesinde yararlanıyoruz ve haklarımızı daima koruyacağız. Mavi Vatan, bir yarımada devleti doktrinidir. Türkiye, Anadolu ve Rumeli ile birlikte 8.333 kilometre kıyı şeridine sahiptir ve ülkenin Doğu Akdeniz, Ege (Adalar), Marmara ve Karadeniz bölgelerinin tamamında yaklaşık 462 bin kilometrekarelik bir deniz yetki alanı bulunmaktadır.

Mavi Vatan haritası genel hatlarıyla şu şekilde belirlenmiştir. Karadeniz'de 1986’da ilan edilen MEB, Ege Denizinde Yunanistan ve Türkiye ana karalarını esasa alan ve ortay hat esasına dayalı deniz yetki alanı, Doğu Akdeniz’de ise; Libya ile yapılan MEB anlaşması batı sınırı olan, Mısır, Lübnan, İsrail ile de anlaşma yapılmışcasına belirlenen sınırlar içinde kalan deniz alanı ‘Mavi Vatan’ın bu denizlerdeki kısmını oluşturmuştur. Aşağıdaki haritada oluşan tüm bu deniz alanı mavi renkli olarak görüyorsunuz.

Mavi Vatan haritası

Karadeniz'in deniz yetki alanları ise, aşağıdaki haritada görüldüğü gibi 1986 yılında belirlendi.

Karadeniz'de Türkiye'nin Deniz yetki alanları

Aşağıda gördüğünüz Marmara Denizi haritası 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin 8. maddesinde de belirtildiği üzere bir iç denizdir. Böylelikle Türkiye'nin Mavi Vatan’ının bir parçasıdır.

Marmara Denizi haritası

Doğal uzantılar, kıta sahanlığı alanının belirlenmesi için kritik bir ölçüttür. Çok sayıda ada ve kayalığın bulunduğu ‘yarı kapalı’ bir deniz olan Ege Denizi ise özel bir duruma sahiptir. Ege Denizi kıta sahanlığı sınırları, aşağıdaki gibi Lozan Antlaşması temelinde düzenlenmelidir.

Ege'de Türk kıta sahanlığını gösteren harita.

Türkiye, 2019 yılında Libya ile imzaladığı Türkiye-Libya Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası ile Doğu Akdeniz'deki deniz yetki alanının batı sınırını belirlemiştir (Aşağıdaki haritaya bakınız).

Türk Münhasır Ekonomik Bölgesi

Bu nedenle, her zaman söylediğimiz gibi, Türkiye'nin vazgeçecek ne bir karış toprağı ne de bir damla karasuyu vardır ve vazgeçmeyecektir keza. Mavi Vatan’ı işlevsel hale getirmek için temel adımlardan biri; 27 Kasım’da Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile imzalanan “Doğu Akdeniz'de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” ile atıldı ve bu kapsamda diğer komşu ülkeler Mısır, İsrail, Lübnan ve Suriye ile bu tür ikili deniz yetki alanları sınırlandırma antlaşmaları yapmaya devam etmeliyiz. “Mavi Vatan” olarak belirlediğimiz ve tüm dünyaya sunduğumuz bu bölge Türkiye’nin Münhasır Ekonomik Bölgesi’dir. Bu nedenle, Türkiye’nin Münhasır Ekonomik Bölgesi’ne ilişkin hak ve çıkarlarını yasal olarak ve uluslararası hukuk çerçevesinde barışçıl bir şekilde koruyoruz.

Türkiye Doğu Akdeniz'de eyleme geçmekte neden geç kaldı? Bu tür adımlara hangi kurumlar karşı çıktı?

Türkiye, yıllar içerisinde bölgedeki komşu ülkelerin deniz yetki alanlarının tartışılmasından yana bir tutum aldı ama bu konuda tek veya çift taraflı olarak herhangi bir karar almayı reddetti. Ancak, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin tek taraflı MEB bildirisi ve Lübnan, İsrail, Mısır gibi ülkelerle imzaladığı müteakip ikili antlaşmalar sonucunda Türkiye, Yunanistan'ın tek taraflı girişimlerinin farkına vardı ve bölgedeki hak ve çıkarlarını uluslararası hukuk kapsamında korumak için harekete geçme kararı aldı. Buna istinaden Türkiye de 2011 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve 2019 yılında Libya ile deniz yetki alanları sınırlandırma antlaşmaları imzaladı. Türkiye bu konuda bir hükümet politikası izliyor, bildiğim kadarıyla da herhangi bir kurum veya kuruluşun konuya ilişkin bir muhalefeti yok.

Konuya ilişkin haklı siyasi tezlere dayanan Türkiye, bugüne değin Yunanistan’ın maksimalist talepleri nedeniyle BM Deniz Hukuku Sözleşmesi'ni imzalamadı. Ancak son dönemde Ankara'yı sürekli olarak uluslararası hukuka atıfta bulunurken gördük. Hangi uluslararası hukuka atıfta bulunuluyor?

Türkiye'nin antlaşmada imzasının bulunmaması, bu konuyu gündeme getirmesini engellemez. Aslında, sözleşmenin koşulları teamül hukukuna dönüşmüş durumdadır. Türkiye'nin bu antlaşmada sürekli olarak karşı çıktığı hükümler ortadadır ve Türkiye'nin Sürekli İtirazcı olduğuna dair hükümler açıktır. Türkiye bu hükümler dışında başka herhangi bir çekinceye sahip değildir. Oysa Yunanistan söz konusu antlaşmanın hükümlerini değiştiriyor, sanki hiç komşu ülkesi yokmuş gibi davranıyor ve ihlal ettiği antlaşmayı kendi tezleri için delil olarak kullanıyor. Türkiye ise yalnızca 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'ni (UNCLOS) referans göstermekte, Uluslararası Adalet Divanı (UAD) ve Uluslararası Tahkim Mahkemesi'nin (ICA) kararlarına atıfta bulunmaktadır.

1979 yılından beri hâkim olan görüşe göre MEB, 3. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Konferansı'nda ‘pozitif hukuk kuralı’ olarak ortaya çıkmıştır ve bu görüş; MEB'in özel statüsüne ilişkin farklı görüşlerine rağmen çeşitli yazar grupları tarafından kabul görmüştür. MEB üzerine çalışan yazarların çoğuna göre, uluslararası teamül hukuku, tek başına kıyı devletlerinin 200 millik bir MEB ilan etmesine izin vermektedir. Türkiye ise, 1958 Cenevre Sözleşmeleri’ne ve özellikle 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraf olmamasına rağmen, zaman içerisinde bu sözleşmelerin hükümlerinin teamül hukuku haline gelmesi üzerine sözleşme hükümlerine saygıyla yaklaşmış, 1982 antlaşmasının teamül hukukuna dönüşen bazı uygulamalarını benimsemiş ve sözleşmeden doğan hak ve yetkilerini kullanmaktadır. Bu nedenle taraf devlet olmamak, Türkiye'nin sözleşmeye atıfta bulunmasına engel değildir.

Türkiye, 1982 sözleşmesinin hüküm ve koşullarından kaynaklanan hak ve yetkileri, kendi hak ve çıkarlarını korumak için uluslararası teamül hukuku olarak kullanmaktadır. Öte yandan Türkiye, Sözleşme’nin hazırlık çalışmalarına aktif olarak katılmıştır, ancak karasularının genişliğini düzenleyen 3. madde, “Bitişik Bölgeyi” düzenleyen 33. Madde ve “Adalar Rejimini” düzenleyen 121. madde nedeniyle 1982 sözleşmesinde karşı oy kullanmıştır. Türkiye'nin sözleşmeyi imzalamamasının diğer nedenleri de kapalı veya yarı kapalı denizlere ilişkin hükümlerle 74. ve 83. maddelerde belirlenen “Karşıt ve Bitişik Kıyılar Bulunan Devletler Arasında MEB ve Kıta Sahasının Sınırlandırılması” kapsamında alınan bağlayıcı kararlar ve zorunlu prosedürlerdi. Ancak, üç tarafı sularla çevrili olan Türkiye, ABD ve İsrail gibi Sözleşmeye taraf olmasa da denizcilik haklarını ve çıkarlarını korumak için sözleşme ile deniz hukuku alanında getirilen yeni yönetmelik ve yönergelerin önemini dikkate almaktadır. Yine de Türkiye, 1982 Sözleşmesi’nde teamül hukukuna dönüşen bazı uygulamaları benimsiyor ve Sözleşmeyle birlikte Uluslararası Adalet Divanı (UAD) ve Uluslararası Tahkim Mahkemesi'nin (ICA) kararlarından kaynaklanan hak ve yetkilerini kullanmaktadır.

Türkiye'nin bir an önce Doğu Akdeniz'de MEB ilan etmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Ancak BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, çıkar çatışmasının olduğu zamanlarda MEB ilan etmeden önce devletler arasında antlaşma yapılmasını tavsiye ediyor. Peki Türkiye ne yapmalı?

1982 antlaşması, Sözleşme’nin taraf devletlerine, kıyıları 400 deniz milinden az olan komşu ülkeler arasındaki sorunları ikili antlaşmalar ve diplomasi yoluyla çözmelerini öneriyor. Ancak yine sözleşmede, MEB'in tek taraflı ilan edilemeyeceğine dair herhangi bir düzenleme de bulunmuyor. 1982 antlaşmasının 75. maddesine göre, söz konusu kıyı devleti, ilan edilen MEB’i gösteren bir harita veya coğrafi koordinat listelerini yayınlamalı ve bunların birer kopyasını BM Genel Sekreteri’ne göndermelidir.

Güney Kıbrıs da 2004 yılında 200 deniz miline kadar uzanan kendi MEB'ini ilan etti ve aşağıdaki haritada gösterilen sınırlarla Birleşmiş Milletler’e bildirdi. Dolayısıyla, Yunanistan Doğu Akdeniz'in çoğunu gasp ederken Türkiye'den yalnızca izlemesini beklemek mantıksız.

4 Mayıs 2019 tarihinde BM'ye bildirilen sınırlar

ünyada birçok ülke MEB ilan etti. Akdeniz ile ilgili olarak ülkelerin verdikleri beyanlar şu şekildedir; 19 Kasım 2003'te 200 deniz miline kadar uzanan bir sınırla Suriye, 27 Mayıs 2009'da MEB’ini 200 deniz miline çıkaran Libya, 17 Ağustos 2010'da petrol ve doğalgaz rezervlerinin araştırılmasına ilişkin çıkardığı bir kanunla Lübnan. Bunun yanında, Güney Kıbrıs ile Lübnan arasında 17 Ocak 2007’de imzalanarak en güneydeki başlangıç noktalarını ‘Lübnan-Kıbrıs batı medyan şeridinin güneyi’ ile ‘Lübnan-Filistin güney medyan şeridi” olarak belirleyen MEB antlaşmasının ardından, Lübnan'ın Birleşmiş Milletler Daimî Temsilcisi, 19 Ekim 2010 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'ne deniz yetki alanları sınırlandırma beyannamesi sunmuştur. Bu bağlamda, deniz yetki alanlarının aşağıdaki haritada gösterildiği gibi sınırlandırılmasına ihtiyaç duyulması halinde Türkiye, bölgedeki menfaatlerini korumak için Lübnan, İsrail ve Mısır ile antlaşma yapmışçasına bir an önce Doğu Akdeniz'de MEB ilan etmelidir.

Türkiye'nin Doğu Akdeniz haritası

Yunanistan, deniz yetki alanlarının paylaşımı da dahil olmak üzere Ege veya Akdeniz'deki sorunları çözmede tıpkı Mısır gibi Türkiye’nin muhatabı değil mi?

Yunanistan, karasuları sınırını Girit ve Rodos adaları arasında düz bir çizgi çekerek oluşturmakta ve MEB alanını adalar arasında deniz yokmuş gibi belirlemiştir. Sonuç olarak bu durum, Türkiye'nin denizcilik hakları ve çıkarları açısından kabul edilemez ve uluslararası deniz hukukuna aykırıdır. Doğu Akdeniz'deki muhatabımız Yunanistan değildir. Doğu Akdeniz ile ilgili olarak bizimle alakalı bir sorun yoktur. Hakkımız olan deniz yetki alanıyla ilgili olarak ise sadece Yunanistan'ın talebi vardır. Yunanistan, deniz yetki alanlarının paylaşımı konusunda Doğu Akdeniz'deki muhatabımız değildir. Ancak, Ege Denizi'nde (Adalar Denizi) bazı problemleri Yunanistan’la görüşebiliriz. Yunanistan, Ege Denizi'ndeki kıta sahanlığı konusu dışında herhangi bir konuyu tartışmaya istekli değildir. Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan'a devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıklar (EGAYDAAK) ve askerden arındırılması gerektiği halde silahlandırılmış ve asker konuşlandırılmış adalar da dahil olmak üzere, Yunanistan'ın bölgedeki tüm ihlalleri tartışılmalıdır. Lozan Antlaşması'nın dengesine dönmemiz gerekmektedir. Lozan Antlaşması'nın 3 mil karasu kuralını düzenleyen madde Yunanistan tarafından ihlal edilmiştir.

200 deniz mili içindeki adaların kendi MEB'lerini bunun ötesine uzatma hakkı olmayabilir. Çünkü MEB anakaradan hesaplanmaktadır. Karşı kıyılardaki ülkeleri bölen orta çizginin karşı tarafında yer alan adalar, kıyıya yakın devletin doğal uzantıları olarak kabul edilmektedir. Bu kabul, coğrafyanın değişmezliği ile ilgilidir. Uluslararası Adalet Divanı ve Daimî Tahkim Mahkemelerinin içtihatları incelendiğinde, adil ve hakkaniyetli paylaşım ilkeleri kapsamında uygulanan ‘orantılılık ilkesi’ ile ‘başka bir devletin topraklarına tecavüz edilmeme’ ilkesine göre, sınır hattının karşı tarafındaki adaların deniz yetki alanları yalnızca karasuları kadar hesaplanmalıdır. Kısaca ifade etmek gerekirse, ‘karanın deniz üzerindeki hakimiyeti’, deniz yetki alanlarının belirlenmesinde anakaranın esas alınması ve orta hattın karşı tarafındaki adaların karasuları kadar deniz yetki alanına sahip olması gerektiğini varsayan uluslararası bir deniz hukuku ilkesi anlamına geliyor. Basitçe, adalar iki ana ülkenin karşılıklı deniz yetki alanlarına müdahale edemez veya engelleyemez.

Dünyada hiç kimse Yunanistan'ın Meis Adası konusunda ileri sürdüğü maksimalist tezleri ciddiye almıyor. Mısır bile kabul etmedi. Türkiye'nin bu durumu biraz fazla ciddiye aldığını düşünmüyor musunuz?

Bahsettiğiniz gibi Mısır, Yunanistan'ın Meis / Kızılhisar Adası'na MEB veya kıta sahanlığı yetkisi veren tezini kabul etmedi ve bu sınırlandırma anlaşmasında Meis'i yasal olarak geçerli bir kıyı olarak görmedi. Bu gelişmeyle birlikte, Yunanistan kendi iddialarını yalanlamıştır. Orta hattın karşı tarafında bir Yunan adası olan Meis / Kızılhisar adası ile Yunanistan, Türkiye'den yaklaşık 50 bin kilometrekarelik deniz yetki sahasını gasp etme çabası içindedir.

Ayrıca Doğu Akdeniz'e bakan Yunan adalarının toplam kıyı şeridi 167 kilometre uzunluğunda ve 1870 kilometrelik Anadolu kıyılarına karşı deniz yetki alanı talep etmek yasa dışıdır. Bu, Meis adasının hemen arkasında, kıta sahanlığına oturduğu Anadolu kıyılarını hiçe sayan bir MEB ilanıdır. Dolayısıyla Yunanistan'ın Meis ve diğer adaların MEB'i olduğu iddiası hukuki değil, gerçeklerle örtüşmüyor ve uluslararası hukuk açısından kabul edilebilir bir durum değildir. Türkiye bu hukuksuz girişimlere karşı her zaman hak ve menfaatlerini korumaktadır.

Ayrıca Avrupa Birliği Meis Adası'nı ciddiye almıyormuş gibi görünse de bazı kurumlar hala 2003 tarihli Sevilla Haritası'nı kullanmaya devam ediyor. Türkiye, NAVTEX'e bağlı olarak gerilimin arttığı 22 Temmuz'da hak ve menfaatlerini korumuştur. Oruç Reis sismik arama gemisi Türkiye'nin NAVTEX bölgesinde olduğu halde, Yunanistan Oruç Reis’in faaliyetlerine karşı çıkmış ve AB'ye Türkiye'ye yaptırım uygulaması çağrısında bulunmuştur.

Yunanistan, Meis'in deniz yetki bölgesinin ada anakarasının üç katı olmasını talep etmektedir. Büyük Britanya, Fransa ve İspanya örneklerinde ise orta çizginin karşı tarafında olan adalar kabul edilmemekte ve MEB kazanmamaktadır. Ancak, Meis Adası üzerinden Türkiye aleyhine ileri sürülen iddialar dikkate alınmaktadır. Bu Türkiye'nin bir halüsinasyonu değildir. AB'nin kullandığı haritaları aşağıda görebilirsiniz. Hem AB hem de Yunanistan Türkiye’nin ilan ettiği NAVTEX alanına tepki göstermektedir.

Doğu Akdeniz'de ilan edilen NAVTEX'ler

Bu, daha önce Güney Kıbrıs'ın MEB sınırındaki Meis Adası'na denizcilik yetkisi vermiş olan Sevilla Haritası ve türevlerinin bir parçasıdır. Türkiye, Yunanistan ve Güney Kıbrıs'a ait alanlarda Türkiye tarafından üstlenilen her türlü çalışma nedeniyle Avrupa Komisyonu'nun İlerleme Raporlarında eleştirilmektedir. Dolayısıyla, Yunanistan’ın Meis Adası’nın deniz yetki alanı üzerindeki hukuksuz iddialarına karşı Türkiye’nin sessiz kalması, bu iddiaları hayata geçirmek konusunda Yunanistan’ın önünü açacaktır. Türkiye'ye bu konuda sessiz kalmasını tavsiye edenler, Türkiye’yi felç halinde bırakmak isteyenlerdir.

Öncelikle, bu haritaya atıfta bulunan AB kurumlarının belgelerinde düzeltmeler yapmaları gerekiyor:

Yaycı: Öncelikle, bu haritaya atıfta bulunan AB kurumlarının belgelerinde düzeltmeler yapmaları gerekiyor

TÜRKİYE EN SON NAVTEX'İ YANLIŞ YERDE Mİ İLAN ETTİ?

2011 ve 2012 yıllarında Türkiye 28 derece doğu boylamını Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'na (TPAO) NAVTEX olarak lisanslamıştır. Burada bir yanlışlık yoktur.

Akdeniz sorunlarını yasal çerçeve içerisinde ele almak, Türkiye’nin kıta sahanlığı konusundaki haklı politik tezlerine ve uluslararası zorunlu yargı merciine başvurulmasına itiraz eden tutumuna zarar vermiyor mu, özellikle de Yunanistan’a karşı?

Türkiye bir anayasal ülkedir. Türkiye, konuyla ilgili tüm girişimlerini UAD ve DTM kararlarına dayandırır. Türkiye hak ve menfaatlerini, uluslararası hukukta aramaktadır. Türkiye’nin uluslararası hukuku kullanma ve anlaşmalar imzalama kararı ise düşmanlarını üzmüştür. Türkiye'yi uluslararası hukuku kullandığı için eleştirmek tamamıyla saçmalıktır. Bu tamamıyla yanlıştır ve yanlış bir sorunun doğru bir cevabı olamaz.

Türkiye'nin parselleri Kıbrıs Rum Yönetimi ile çatışırken, Brexit, adadaki İngiliz üslerini de yeniden gündeme getirdi. Üsler aynı zamanda ‘egemen topraklar’ anlamına da geliyor ve bu zeminde sözde kıta sahanlığı ve deniz alanları talep edebilecekler. İlerleyen zamanda, Türkiye'nin ilan ettiği parsellerde bir sorun olacak mı?

Uluslararası hukuka göre, İngiltere’nin, Kıbrıs Adasında Birleşik Krallık toprağı olarak kabul edilen, biri Limasol'da, diğeri ise Larnaka'da bulunan ‘Ağrotur’ ve ‘Dikelya’ adlı iki askeri üssü var. Bu nedenle İngiltere, üsler çevresinde deniz yetki alanı talep ederse, sorunların muhatabı Türkiye değil Güney Kıbrıs Rum Yönetimi olacaktır. Bu durum Türkiye'yi endişelendirmemektedir. Hatta ironik olarak, Kıbrıslı Rumlar Meis Adası ile ilgili sorunlar yaşayacaklardır.

Günümüzde uluslararası bir enerji şirketi olmadan birden fazla aktörün dahil olduğu bir bölgede faaliyet göstermek mümkün mü? Son derece pahalı olan derin su sondajının mevcut maliyetleri, devletlerin mali imkanlarının ötesinde değil mi?

Bölgede birden fazla aktörün bulunması, Türkiye'nin uluslararası hukuk kapsamında hak ve çıkarlarının korunmasının önünde bir engel değildir. Türkiye’nin bölgede biri 9 Eylül Üniversitesi’ne ait ‘Piri Reis’ adlı olmak üzere 3 sismik araştırma gemisi ve 3 sondaj gemisi olduğu için Türkiye bu dönemde büyük bir şansa sahiptir. Bu gemiler, Türkiye’ye bağımsızlık sağlamaktadır. Ancak, ilgili devlet kurumları, enerji şirketleri ile iş birliği yaparak sismik araştırma faaliyetlerini daha az maliyetli hale getirebilirler.

Kanal İstanbul projesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Proje, modern Türkiye Cumhuriyeti'nin tapu senetleri olarak kabul edilen Lozan ve Montrö Antlaşmaları açısından Türkiye için ne ifade ediyor?

Montrö Antlaşması; Boğaziçi, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı'nın kullanımını düzenlemektedir. Bölgeye bir gemi girecekse, o geminin Montrö Antlaşması'na uyması zorunludur. Kanal İstanbul Projesi yapılırsa Karadeniz'e girecek veya çıkacak her gemi Marmara Denizi'ne girdiğinde Montrö Antlaşması'na uymak zorunda kalacaktır. Öte yandan, uluslararası hukuk açısından yapay kanallar doğal su yolları olarak değerlendirilemezler. Dolayısıyla bu alanlar ada veya su yolu olarak tanımlanamazlar. Bunların Deniz Hukuku açısından anakara olarak tanınması gerekmektedir.

İstifa ettikten sonra akademik hayata odaklandınız, Bahçeşehir Üniversitesi Denizcilik ve Global Stratejiler Merkezi'nde çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Hedefleriniz neler?

BAU Denizcilik ve Global Stratejiler Merkezi'nin (BAUDEGS) hedefi, uluslararası gelişmeleri, ilişkileri, özellikle denizler/okyanuslardaki (denizcilik konuları, denizcilik hukuku ilgili denizlerin paylaşımı vb.) tüm faaliyetleri yakından takip eden, dünya çapında lider bir araştırma merkezi, düşünce kuruluşu ve okul olarak hareket etmektir. Bu bağlamda vizyonumuz, Türkiye'nin hak ve menfaatlerini uluslararası hukuk kapsamında belirlemek, savunmak ve geliştirmektir. BAUDEGS, uluslararası gelişmeleri, ilişkileri, denizler ve okyanuslarla ilgili tüm faaliyetleri takip etmekte ve değerlendirmektedir. Bunun yanında ise, hukuk, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler gibi önemli alanlarda analiz ve değerlendirmeler yapmaktadır. BAU DEGS bünyesinde ulusal ve küresel birçok kaynağı kullanarak en yüksek akademik değere sahip çalışmalar sunmayı hedefliyoruz. Çok dilli bir merkez olarak çalışmalarımızı Türkçe, İngilizce, Yunanca, Rusça, Arapça ve Fransızca olmak üzere şimdilik altı dilde yayınlıyoruz. Merkezin bir diğer önemli rolü de Denizcilik ve Global Strateji Okulu bünyesinde düzenlenecek programlar ile bu alana ilgi ve ihtiyaç duyan katılımcılara eğitim vermektir. Bu bağlamda kongre, sempozyum, panel, seminer ve çalıştaylar düzenleyeceğiz. Ayrıca, think-thank tarzı oturumlar ve oluşturulacak ortak platformlar sayesinde hassas ve zor konuları profesyonelce ve objektif olarak ele alacağız. Öte yandan, tüm öğrenci adaylarına gerek teorik gerekse uygulamalı olarak ihtiyaç duydukları tüm profesyonel donanımı sağlayacak, yüksek lisans ve doktora programları ile genç akademisyen ve uzmanlar yetiştireceğiz.

Sonraki Haber