Muzaffer İlhan Erdost: Marksizmin editörü

Cemal Süreya, ‘Marksizmin editörü’ olarak adlandırdığı Erdost'un yaratıcı ve ödünsüz oluşunu vurguluyor: Şair mi, öykücü mü, yayımcı mı, düşünce adamı mı, ideolog mu, siyasetçi mi, aile reisi mi, savaşçı mı, ressam mı? Hangisi? En azından şöyle denecek bir gün: Hepsinde iyiydi!

Sanat, düşün ve mücadele adamı Muzaffer İlhan Erdost’u, 25 Şubat 2020 günü kaybettik. Sade, açık sözlü, saygılı bir insandı. “Entel” diye tabir edilen Batıcı aydınlardan değildi. Bu toprağın insanıydı. Yayıncıydı. Yazardı. Şairdi. Resim de yaptı. Fotoğraf da çekti. Sanatçıydı, yaratıcıydı, özgündü, çalışkandı. Kolay beğenmezdi. Daima en mükemmele ulaşmak isterdi. Katı sert görünümünün altında çok hassas hatta alıngan bir yapısı vardı. Politik davranmazdı. Yargısını süslemeden doğrudan ifade ederdi.

Erdost'la, İlhan İlhan kitabevinde 2012-2013 yıllarında birçok kez söyleşi yapmıştım. Birlikte onu anlatan bir kitap yayımlamaya karar vermiştik. Erdost, Önsöz’ü de Vahap Erdoğdu’nun yazmasını istemişti. “Beni en iyi o anlatır.” demişti. Bu kitabın haklı olarak kendi yayınevinden çıkmasını istemiyordu. Yolladığım taslak kitap dosyasını, Kırmızı Kedi Yayınevi basacağını bildirdiğinde ne yazık ki Erdost artık yaşamıyordu.

Değerli aydınlarımızdan İlhan Selçuk, 7 Kasım 2003'te, Cumhuriyet gazetesinin “Pencere” sütununda onu şöyle betimlemişti:

“Muzaffer resim yapar…

Kitapevini yönetir…

Yayıncıdır…

Şairdir…

Dünya ve ülke sorunları üzerine araştırıcı yazılar yazar.

Bu yazıların içinde öyleleri vardır ki Türkiye'nin durumunu kıldan ince kılıçtan keskin bir gözlemle gözler önüne serer.

Muzaffer ‘acıyı bal eyleyen’ soylu insan tohumundan sürgün vermiş bir kişiliktir.”

SOL YAYINLARI

Erdost bir yayıncı ama herhangi bir yayıncı değil. Kardeşi İlhan Erdost'la birlikte, Sol Yayınları'yla; Marx, Engels, Lenin ve Stalin başta olmak üzere Marksizmin temel eserlerini sistemli bir biçimde ilk kez Türk okuruna sunan kişi. Yine iki kardeşin birlikte yürüttükleri Onur Yayınları'yla da bir anlamda Sol Yayınları'nı bütünleyen, güçlendiren bir yayın çizgisi izleniyor.

Cemal Süreya da "Marksizmin editörü" olarak adlandırdığı Erdost'un yaratıcı ve ödünsüz oluşunu vurguluyor:

“Sol Yayınları'nı kurduğu anda sol düşünceye o kadar hazırlıklı değildi. Hatta önce başka türlü düşünüyordu bu yayınevini. Ama kararını verdi ve ülkemizin en ilginç editörlerinden biri oldu. O, arada bilgilerini berkitti. Bir de araştırmacı yanı çıktı ortaya. Bütün o uğraşlar, kavgalar arasında sanatın özgül alanını yitirmeme erdemini gösterdi.

Aşk adamı aynı zamanda…

Sürprizler bir de onda sınanır.

Nedir Muzaffer İlhan Erdost? Şair mi, öykücü mü, yayımcı mı, düşünce adamı mı, ideolog mu, siyasetçi mi, aile reisi mi, savaşçı mı, ressam mı? Hangisi? En azından şöyle denecek bir gün: Hepsinde iyiydi! Evet, bir ‘canlı’ olarak sunuyor kendini. Muzaffer İlhan Erdost diye biri var, orda duruyor. Kurtarıyor. O var ya, daha yürekliyiz. Daha karagözlü, daha gerçekçi, daha ütopyacıyız. Gerçekçi ütopya.” (Cemal Süreya, 99 Yüz/ İzdüşümler - Söz Senaryosu, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1991.)

HERKES SOSYALİZMİ ÖĞRENSİN

Son Havadis, Pazar Postası ve Ulus'taki “gazetecilik" döneminden sonra Erdost'un yayıncılık serüveni, Açık Oturum Yayınlarının ilk kitabıyla başlıyor (1958-60). Fransızların Cezayir'deki işkencelerini anlatan La Question (Sorgu) kitabı, ilgi yaratmakla kalmıyor. Askerlik nedeniyle ayrıldığı Ulus gazetesine geri dönmesine de engel oluyor. Vahap Erdoğdu’nun anlatımıyla: “Ulus yöneticilerinin gözünde, Erdost, artık bir ‘Kemalist’ değil, sokağa bırakılacak, itilip kakılacak bir ‘solcu’ olacaktır! Uğradığı kapılar ya duvar olacak, ya anahtarı tanrıda kalmış kale kapısı.”

Erdost, altı ay işsiz kalıyor. Ulus'ta Demir İşhanı’nda bir oda kiralıyor. Kararını veriyor ve Sol Yayınları'nı kuruyor. İki masa, üç sandalye ile yayına başlıyor. O yıllarda "Sol Yayınları" adını almak bile tehlikeli… Kasım 1965'te ilk altı kitap yayımlanıyor. İlk kitaplar arasında Lenin'in Emperyalizm'i, Marx'ın Ücret Fiyat Kâr'ı var. Böylece Marx ve Lenin ülkemizde ilk kez yayımlanıyor.

Erdost’a neden Marksizm, diye sormuştum. Yanıtı şöyleydi: "Nesnel nedenleri: 1960 Anayasanın sosyalist literatürün yayımlanmasına, tartışmalı da olsa, olanak sağlaması; devrimci devinim dalgasının yükselişi; sosyalizmi öğrenme gereksinimi ve tutkusu.

İç Anadolu'dan, yarı-köylü bir kasabadan yarı-kasabalı bir aileden geliyorum. Dede evinde varlıklı sayılırdık, baba evinde yoksul. Benim sosyalizme yönelmem yoksulluktan, yoksulluğu sona erdirmek düşüncesinden kaynaklanmaz. İlkin, düşünsel bir sistem olarak geçmişten geleceğe toplumsal varlığı kavramama olanak sağladığı için; ardından, insanlığın özgürleşmesinin, kölece boyun eğişten kurtulmasının biricik yaşam biçimi olduğunu kavradığım için, sosyalizmi seçtim.

Ama yayınları tutkumu ve sevgimi paylaşmak için çıkarmadım. Ülkemde, herkesin özgürce okuyabilmesine, kendi özgür iradesiyle sosyalizmi öğrenmesine, kararını kendi özgür iradesiyle vermesine olanak sağlamak amacıyla yayımladım. Bu yayınları Türkçede yayımlamak, yayımlanmasının hukuksal ve yasal olanaklarını, toplumsal ortamını kendi ölçeğimde açmak, pekiştirmek tutkusu, bana sürekli güç verdi.”

SUÇLU: EMPERYALİZM

Erdost, can kardeşi İlhan Erdost'u katleden Amerikancı 12 Eylül'ü şöyle değerlendiriyor: "12 Eylül, 12 Mart 1971'deki yarı-askeri darbenin tamamlanmasıdır. NATO tarafından oluşturulmuş, Türk 'gladyo'su ve CİA tarafından gerçekleştirilmiştir.

Amaç NATO'nun amacıyla örtüşür: NATO ile savunulan sistemi korumak. Bu sistem emperyalist aşamada kapitalist sistemdir. 12 Eylüle gelene değin sokağın kana bulanması, NATO'nun Türkiye'de bir askeri darbe yapılması planının uygulanmasından başka bir şey değildi. 13 Kasım 1979 - 11 Eylül 1980 tarihleri arasında günde ortalama 9 kişi öldürülmüştü.

Darbe ertesinde sokakta kan durmuştu ama kan, bu kez, devletin koruması altına aldığı taş duvarların içinden akacaktı. Filistin askısından, demir parmaklıklardan, hücrelerden, darağaçlarından akacaktı kan. Anayasasıyla, yasalarıyla yeniden yapılandırılacaktı Türkiye."

Erdost’un kardeşi için yazdığı şiirden bir bölüm:

“Ne çok buluştuk seninle

Görüş yerinde

Mahkeme kapısında

Nezaretin parmaklığında

Ne çok koşmuştuk seninle

Düşüncelerin akıp çoğaldığı sayfalarda

Kaygıyla kolkola ve umutla da

Hüzünle kolkola ve sevinçle de

Çarpan bir yürekle ve soluk soluğa”

CUMHURİYET

“Hep Ayağa Kalkınız, Adı Cumhuriyet’tir!” yanılmıyorsam Behçet Kemal Çağlar’ın Atatürk’ün sofrasında doğaçlama olarak, okuduğu güzel bir şiirin son dizesi. Muzaffer İlhan Erdost, bu şiire ilişkin yüreğinin derinlerinde hâlâ canlı, sıcaklığını koruyan bir anısını aktarmıştı. Tabii konuşan Erdost olunca düşünsel derinliğine girmeden Cumhuriyet’imizi irdelemeden sözü bırakması düşünülemez. Erdost, Cumhuriyet’imizin kuruluş sürecindeki halkçı niteliğini özellikle vurgulamıştı. Sözü Erdost’a bırakıyorum:

"Ben bir an boşta kalsam, zihnim kendiliğinden bir şeylerle doluşur, bir yerlerde dolanır, anımsar, çekişir, gülüşür, bir de bakarım ki, ineceğim durağı geçmişim. Bu sabah da öyle oldu. Dolmuşta, anımsayıverdim, ilkokul birinci sınıfta, ‘Hep ayağa kalkınız, adı Cumhuriyet’tir!’ dizesiyle biten şiir okununca, bütün sınıf ayağa kalkardı. Nasıl severdik, nasıl sevinirdik. ‘Hep ayağa kalkınız, adı Cumhuriyet’tir!’ dizesiyle birlikte, hep ayağa kalkmamızın, ‘Cumhuriyet’i kutsamaktan farklı bir amacı da olmalıydı. Çünkü Cumhuriyet dendiği zaman, o yıllarda hepimizin düşüncesi birdi ve aynıydı.

Cumhuriyet'in doğuş tarihini iyi bilmek gerekir. Çanakkale Savaşlarının başarısı, 1917 Ekim Devriminin başarılmasında önemli bir rol oynar. Ekim Devrimi, Cumhuriyet'in temellendirilmesinde bu borcunu faiziyle öder. Cephe, sömürgeci yayılmacılığa ve emperyalist paylaşıma karşı bir cephedir.

Ben Kemalist devrimi, sınıfsal açıdan burjuva demokratik devrim olarak değil, küçük-burjuva demokratik devrim olarak niteledim. Fransa'da gerçekleşen burjuva demokratik modele göre bir cumhuriyet kurulduğu için, bunu, 'burjuva demokratik' olarak nitelemek pek yanlış olmaz. Ama Cumhuriyet'in yol haritasını, kendi somut sınıfsal temeline oturttuğumuz zaman sermayeyi ve emeği kendisinde birleştiren ve özellikle köylülüğü kucaklayan bir küçük-burjuva 'demokratik devrim'den söz etmek daha doğru olur. Bu, Cumhuriyet'in halkçı kimliğini açıklamaya da daha elverişlidir.

Biz Cumhuriyeti 60'lı yıllarda halk cumhuriyeti olarak düşünmüştük, ya da halk cumhuriyetine gidecek yolu açmak istemiştik. Kurtuluş tarihine ve ortamına bakarsanız, aslında Cumhuriyet bir halk cumhuriyetidir. Feodal ve teokrat devlet sistemine karşı uluslaşma sürecinin bağımsızlaşma potasında oluşan bir halk cumhuriyeti. Ama gün yerinde durmuyor…

BAĞIMSIZLAŞARAK ÖZGÜRLEŞME

“Bizim kuşağı etkileyen temel olgu, bağımsızlaşarak özgürleşme ile bağımlılaşarak 'demokratikleşme' arasındaki çelişki ve çatışkı oldu. Bağımsızlaşarak özgürleşme, bir bakıma, 'tek parti' döneminde somutlaşan siyasa ile açıklanabilir. Baskılamanın geleneksel, feodal, teokratik, aristokratik kişi ve kuruluşlara yönelik 'devrimci' bir baskılama olduğu belirtilebilir. 'Çok partili' dönemin ise, bu gerici kurumların diriltilmesi, bunlar üzerindeki baskıların kaldırılması, buna karşılık baskının küçük-burjuva demokrasisine değin genişletilmesi, devrimci düşünce üzerindeki baskının yoğunlaştırılması anlamında bir 'demokratikleşme' olduğunu söylemek yanlış olmaz."

İYİMSER Mİ?

Türk aydınlanmasının köşetaşlarından biri olan Erdost, karınca misali "aklın ve bilimin ulus olarak ve insanlık olarak bizi götürdüğü yere doğru" yürüyor olmaktan, bu yürüyüşün bir parçası olmaktan mutlu. Yalnızca böyle anılmak istiyor:

"İyimser olup olmadığımı sormuştunuz değil mi? Karamsar değilim. Bu ülkeyi ve dolayısıyla bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüzü emperyalist paylaşımın ayakları altına atanların arkasından koşanlarla, bir savaşım sürdürmenin olanaklarına sahip olduğum için, hiç karamsar değilim.

Katı kurallar içinde olmadım. Ne dışardan, ne içerden 'misyon' yüklenmedim, kendime de misyon yüklemedim. Şunu söylesem yeter mi: Ulusal bağımsızlığın, aklın ve bilimin ulus olarak ve insanlık olarak bizi götürdüğü yere doğru bir yürüme benimki.”

SOSYALİZMİ SEVİYORUM

“Nâzım, 'Memleketimi seviyorum!' diyor, dar zamanlarının birinde. Yurt sevgisini, gericiliğin karabasan gibi, çirkinliğin tekeline aldığı, Nâzım'ı bunalttığı bir günde… 'Sosyalizmi seviyorum' diyorum. Hapishanede, nezarette, mahkemede de olsam. Üstten ve alttan sinsi saldırılarla çevrilsem de. Güveler, kurtçuklar oymaya çalışsa da içini. Elveda diyenlere elveda… Onunla kendimi bildim, kendimi buldum, kendimi tanıdım, onunla bütünleştim, toplumsal geçmişimle ve geleceğimle, halkımla, tüm bir insanlıkla. Onunla kavradım özgürlüğü. Birey oldum, kişiliğimi buldum. Durduğum yeri bildim onunla. Yaratan değeri buldum, asalakları bildim, sıkan mengeneyi, ezen silindiri, hileyi, hilenin özünü. Ve bütünleştim tüm bir insanlıkla. Hiçbir şey alamaz bendeki onu. Hiçbir şey veremez bana onun verdiğini. Onunla özgürüm, onunla özgürlük kavgacısıyım, onunla insanım, onunla onurluyum. Sosyalizmi seviyorum."

Milyonlarca insan ve Muzaffer İlhan Erdost gibi biz de sosyalizmi seviyoruz.

Muzaffer İlhan Erdost'a saygılarımla…

Kaynak:

Feyziye Özberk, Muzaffer İlhan Erdost, Kırmızı Kedi Yayınevi, Eylül 2020, İstanbul.

Sonraki Haber