Nazım Hikmet’in kalem kavgaları
Öğretmeni Yahya Kemal’le, edebiyatçılar Peyami Safa, Necip Fazıl Kısakürek’le neden kavgaya tutuştular? Çok iyi dostu olan Yakup Kadri ile araları neden bozuldu?
Nazım Hikmet’in ilk ve en çok bilinen kavgası Yahya Kemal’ledir. Yahya Kemal, Bahriye’de okuyan genç Nazım Hikmet’in şiir hocası olarak evlerine gelip gitmeye başlar. Nazım’ın annesi Celile Hanım, resimleri ile olduğu kadar güzelliği ile de tüm İstanbul’un diline destan bir kadındır... İstanbul sosyetesinin en çok konuşulan kadınları arasındadır...
Nazım’a verdiği derslerden arta kalan zamanlarda Celile Hanım ile Yahya Kemal sanat ve edebiyatla başlayan uzun sohbetlere yaparlar...
Bir süre sonra bu ilişki Nazım’ın ve Necip Fazıl’ın öğrencisi olduğu Bahriye mektebinde duyulur.
Nazım Hikmet bir gün ders için eve gelen hocasının cebine; "Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz!" notunu koyar.
Celile Hanım eşi ile ayrılır, ama Yahya Kemal onunla evlenmez. Milletvekili olur. Nazım Hikmet içerdeyken, onun için Galata Köprüsü’nde açlık grevine oturur. Yahya oradan geçerken onu görür, ama görmemezlikten gelir.
‘SÜTÇÜ NARASI GİBİ’
En bilinen edebi kavgalardan biri de Nâzım Hikmet ile Peyami Safa arasında geçer. Nâzım, 1935’te bu kavgayı güreşe benzeterek işin usulünü şöyle açıklar: “Bu güreşte gerçekten sırtın yere geldi mi diye bakmazlar; en çok cakalı peşrev yapana, gürültü koparana hak verirler.”
İkilinin dostluğu, Nazım’ın şiirini çalıştığı gazetede yayımlayan Peyami Safa’nın bu yüzden işinden kovulmasıyla başlar. Nazım Hikmet, cezaevinden çıktıktan sonra Peyami Safa ile çok yakın dost olur. Önemli toplantılarda Nazım Hikmet, Peyami Safa’ya övgüler yağdırır. Ancak Peyami Safa’nın, Nazım Hikmet’in ‘Jokond ile Sİ-YA-U’sunu eleştirdiği yazısı ikili arasındaki dostluğuna ilk darbeyi vurur.
Birbirlerine yaptıkları eleştirilerin ardı arkası kesilmez. Aynı gazetede köşe yazarlığı yapan şairler bu mecrayı bir arenaya çevirirler. Peyami Safa, Nazım’ın yazdıklarına “sütçü narası gibi” diyerek onu küçümser. Aynı şekilde Nazım Hikmet de Peyami Safa’yı yerle bir eden sözleriyle adeta tozu dumana katar.
İki şair arasındaki tartışma şiirlerle devam eder. Peyami Safa’nın Nazım Hikmet’i hırsızlıkla suçlaması yaşananların tuzu biberi olur ve Nazım Hikmet şöyle yazar;
Bir düşün oğlum,
Bir düşün ey yetimi Safa
Bir düşün ki, son defa
Anlayabilesin:
Sen bu kavgada
Bir nokta bile değil,
Bir küçük, eğri virgül,
Bir zavallı vesilesin!..
Ben kızabilir miyim sana?
Sen de bilirsin ki, benim âdetim değildir
Bir posta tatarına
Bir emir kuluna sövmek,
Efendisine kızıp
Uşağını dövmek!
Peyami Safa da Nazım Hikmet’e cevap olarak aşağıdaki şiiri kaleme alır:
Gel bakayım,
Lüle lüle kıvrım kıvrım samur saçlı,
Pamuk tenli, al yanaklı sarı papam
…
Gel bakayım yetimlikle maytap eden paşa zadem,
Bre toprak altında yatan
Büyük Türk ölülerine çatan
…
Bre kaltaban
Bre Türk düşmanı,
Bre vatan haini şarlatan
‘PUTLARI YIKIYORUZ’
Resimli Ay Sabiha-Zekeriya Sertellerin çıkardıkları, dergidir. Mütareke döneminde çıkan ve İngilizlerce sansürlenen dergi, 1928’de yayın hayatına yeniden başlar ve kadrosuna birçok önemli ismi katar. Nâzım Hikmet de onlar arasındadır.
Nazım Hikmet’in; “Putları yıkıyoruz” başlığıyla önemli yazar ve eserleri eleştirir. Yakup Kadri’nin “Saman ekmeği” yazısı da eleştirilerden nasibini alır.
Bunun üzerine Yakup Kadri; Nazım Hikmet’i kast ederek, “Anadolu harbi sırasında düşmana karşı çıkmaktan ürkerek Maarif Vekaleti’ni dolandıran ve çaldıkları para ile Karadeniz’i aşıp Bolşeviklere iltihak eden iki vatansızdan biri” diye yazar.
Bu ağır eleştiri ötesindeki suçlama üzerine Nazım Hikmet şöyle yazar;
Behey!
Kara maça bey!
Halka ahmak diyen sendin.
Halkın soyulmuş derisinden
Sırtına fırak giyen sendin.
Yala bal tutan beş parmağını
Beş çürük muz gibi,
Homurdanarak dolaş besili bir domuz gibi.
Meydan senin…
Yakup Kadri, Nâzım Hikmet’i topa tuttuğu yazısında Peyami Safa’ya da saydırmayı ihmal etmez: “Hele bunlar arasında bir tanesi var ki, büyük bir edibimizin isabetli tarifine göre bir çekirge vücudu üzerinde bir katır kafası taşır!”
Tartışma o kadar büyür ki sınırları aşar. Avrupa medyasına da konu olur. Halktan tepki görmeye başlar. Sonra ciddiyetini kaybederek alaya alınır.
‘CEBİN PARA PARA OLACAK DİYE RUHUN PARE PARE OLMASIN’
Necip Fazıl ve Nazım Hikmet de düşmanlıklarına ilk önce dost olarak başlıyorlar. Dünya görüşlerinden kaynaklanan ayrılıklar, edebiyat hayatlarına balta gibi iniyor. Karşılıklı birbirlerini eleştiriyor, kalemlerini birbirlerine kılıç gibi kullanırlar.
Necip Fazıl gibi söz ustası biri geri durur mu? Karşılık vermek için o da uzunca bir mektup yazar. Artık bu iki şair yazılarını bir er meydanına çevirirler. Ve bundan sonra hiçbir zaman barışmazlar, araları hiçbir zaman düzelmez. Nazım Hikmet, Varlık dergisinde yayınlanan mektubunda Necip Fazıl'a şöyle seslenir;
"Sevgili Necip, ismin temiz demek, necîb temiz demektir benden iyi bilirsin. Necip'i necis yapma. Sen en cihanşumül eserlerini beş parasız Paris sokaklarında dolanırken vermiş bir şairsin, cebin para para olacak diye ruhun pare pare olmasın. Bilirim kalemin kıvraktır lisanın çeviktir, bilirim üç satırda ruh üflersin kâğıda, bilirim bir yazsan parçalarsın edebiyatın Çin Seddi'ni, o lisan-i mücerret dilinle Bâbâli yokuşunun yollarını yalaman beni kahrediyor Necip.
Sevgili Necip, inandığın Allah'ın aşkına, o kudretli kalemini iktidara payanda yapacağım diye cami direğine çevirme, o kudretli kelimelerini üç kuruşa parselleme üç tanesi üç kuruş etmeyecek ciğersizlere. Sevgili Necip, elinde sur-u israfil var, onu borazana çevirme.
Eski dostun
Nazım."
Necip Fazıl, bu hakaretlerden sonra Nazım Hikmet’e cevaben bir mektup yazar;
"Nâzım Hikmet!
Nafile çabalıyorsun.
Sana kızmıyorum. Kızmayacağım.
Hiçbir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklayan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.
(…) Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başıyla fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır. Sen mazursun.
Çünkü iflâs nedir, onu bütün hacmiyle idrak ettin.
(…) İşte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir?
Çektiğin yokluk ıstırabına hürmeten, sana vaktiyle vermediğim şerefi veriyorum. Seninle ilk ve son defa olarak konuşuyorum. Fakat hepsi bu kadar. Dediğim gibi sen, bence artık mazursun. Seni affediyorum ve ne yapsan affedeceğim. Bu vaade güvenerek istediğini yap! Sakın bu fırsatı kullanmamazlık etme!
Yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemiyeceğim. Ölü diriltmek ve müflis kurtarmaktan âcizim.
Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman…
Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor.
İşte görüp göreceğin rahmet!"
Necip Fazıl, Bâbıâli’de bir lokantada, Nazım Hikmet’in yüzüne; “Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?” der. Bu soru Nazım Hikmet’in çok ağırına gider.