Nâzım’ın şiirlerini cezaevinden kaçıran çocuk
Nâzım, yazısına ‘Evlatlar, ülkemde emekçilerin çocuklarının nasıl yaşadığını sizlere anlatmak istiyorum’ sözleriyle başlar. Nâzım’ın ifadesiyle Türkiye’de kapitalistlerin, toprak ağalarının ve üst düzey bürokratların şımarık, tembel çocuklarıyla halk çocukları arasında ortak hiçbir şey yoktur
Mehmet Perinçek
mp@mehmetperincek.com
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutladığımız bugün sizlere Nâzım Hikmet’in cezaevinde yazdığı şiirlerini sayesinde okuduğumuz küçük İbrahim’in öyküsünü aktaracağız. Bununla birlikte büyük şairin Türkiye’deki çocuklar üzerine kaleme aldığı Türkiye’de yayımlanmamış bir yazısını da sizlerle paylaşacağız.
Nâzım’ın “Deti Moyey Stranı” (Ülkemin Çocukları) başlıklı yazısı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP)’nin gençlik örgütlenmesi Komsomol Merkez Komitesi ve izci örgütlenmesiyle benzerlikler taşıyan Komsomol’un bünyesindeki çocuklara yönelik Piyoniyer teşkilatının ayda bir çıkardığı “Pioner” dergisinde (No.1, Ocak 1952) yayımlanmıştır. 1924 yılında yayın hayatına başlayan, Piyoniyerlere ve okul çocuklarına hitap eden edebiyat-sanat ve toplumsal-siyaset dergisinin tirajı, 1975 yılında 1,5 milyonu aşmıştır. Nâzım’ın yazısında köy ve şehir hayatından çocukların ve ailelerinin yoksulluklarını anlatan fotoğraflar da kullanılmıştır.
İŞÇİ HÜSEYİN
Nâzım, Türkiye’de ilk kez yayımlanan yazısına “Evlatlar, ülkemde emekçilerin çocuklarının nasıl yaşadığını sizlere anlatmak istiyorum” sözleriyle başlar. Nâzım’ın ifadesiyle Türkiye’de kapitalistlerin, toprak ağalarının ve üst düzey bürokratların şımarık, tembel çocuklarıyla halk çocukları arasında ortak hiçbir şey yoktur. Oyuncaklar, spor, okullar, temiz kıyafet, besleyici yiyecekler, doktorlar, bunların hepsi sadece zengin çocukları içindir, Türkiye’deki çocukların büyük çoğunluğu olan halk çocukları ise bunların hepsinden mahrumdur. Nâzım, sözlerine şöyle devam eder:
“Mesela bir işçi çocuğunu örnek alalım. Diyelim ki ismi Hüseyin olsun. Hüseyin, sene boyunca güneş görmeyen, yazın tozdan boğulunan, kışın ise çamurdan yürümenin mümkün olmadığı fakir mahallelerden birinde yaşamaktadır. Hüseyin, on bir yaşındadır, günde on saat mekanik fabrikasında çalışmaktadır. Fabrikada işlenen demir parçalar, o kadar ağırdır ki, Hüseyin, onları zayıf kollarıyla zorlukla kaldırabilmektedir. Öyle yorulmaktadır ki, iş zamanında gözleri kendiliğinden kapanmaktadır ve o an ustasından iyi bir dayak yer. Hüseyin’in hiçbir zaman oyuncağı olmamıştır, tek bir kitabı yoktur. İlkokul ikinci sınıfı bitirmeden ailesini geçindirmek için fabrikaya çalışmaya gitmiştir. Tüm hayatı boyunca iki-üç kilodan fazla et yememiştir. Bütün çocuklar gibi Hüseyin de şekeri çok sever, ama bir tek büyük bayramlar da yiyebilir. On saat çalışmanın karşılığında Hüseyin, kırk beş kuruş kazanmaktadır, ancak yarım kilo ekmek otuz kuruştur. Çalıştığı tüm günün sonunda Hüseyin, eve sadece yaklaşık bir kilo ekmek götürebilmektedir.”
ÇIRAK VE KÖYLÜ ÇOCUKLAR
Nâzım, bir işçi çocuğunun hayatını tasvir ettikten sonra kunduracının on iki yaşındaki çırağını ele alır. Çırak, ustasından para bile almamakta, günde on dört-on beş saat karın tokluğuna çalışmaktadır. On iki yaşını doldurunca kalfa olacak ve günde yüz kuruş kazanacaktır. Eski, neredeyse yıkık, taş bir evin rutubetli ve karanlık bodrum katındaki küçük bir atölyede çalışmaktadır. Nâzım, doktora görünmesi durumunda çocuğa verem teşhisi konulacağından emindir.
Nâzım, köylü çocukların da hayatının zor ve mutsuz olduğunu belirtir. Fakir bir köylünün oğlu olan Ahmet, dokuz yaşındadır. Çok sayıda erkek ve kız kardeşi vardır, ancak sadece ikisi hayatta kalabilmiştir. O ve abisi. Ahmet’in ne çorabı vardır ne de çarığı. Tüm sene yalınayak dolaşmaktadır. Altı yaşından beri dağlarda çobanlık yapmaktadır. Yazın yakıcı güneşin alnında, kışın ise yağmurun ve karın altında. Nâzım, Ahmet’in okuma bilmediğinin ve öğrenmeyeceğinin de altını çizer. Nâzım’ın anlatımıyla Ahmet, bütün yaşıtları gibi yakında tarlada çalışmaya başlayacaktır. Ahmet’in tek bildiği üç yemek çeşidi ise çorba, haşlanmış kabak ve ekmektir. Hayatında et, tek kez zengin bir köylünün düğününde boğazından geçmiştir. Üç kere kümesten gizlice yumurta almış, bundan dolayı babasından ölümüne dayak yemiştir. Çünkü dört adet tavuklarının yumurtalarını, tek ineklerinin sütünü ve yağını kendileri yememekte, pazara götürüp tuz ve gazyağının parasını çıkarmak için satmaktadırlar. Nâzım, diğer taraftan Ahmet’in iki yaşından beri sıtma hastası olduğunu ifade eder. O yüzden şişkin bir göbeği, kansız, sarı bir yüzü vardır. Ancak Ahmet, doktor nedir bilmemektedir. Köyde hastabakıcı dahi yoktur.
EMPERYALİZMİN AÇ BIRAKTIĞI ÇOCUKLAR
Nâzım, yazısında emekçi çocuklarının hayatlarından örnekler verdikten sonra Türkiye’de o dönemki iktidarın siyasetlerini sert bir şekilde eleştirir ve Amerikan emperyalizminin ülkedeki varlığına dikkat çeker:
“Benim öz vatanım, Türkiye, şuan Amerikan emperyalistlerinin sömürgesine dönüşmüş durumda. Büyük Türk kapitalistleri, toprak ağaları ve bürokratlar onu Amerikalılara sattılar. Amerikalı kapitalistler ve generaller, Türkiye’de aklına gelen her şeyi yapıyorlar. Ülkeyi kendi mallarıyla doldurdular, Türk fabrikaları ve zanaatkârlarının atölyeleri ise kapanıyor. Günden güne işsizlik artıyor. İşçi çocukları hep daha az ekmek yiyor, evlerinin sobalarında hep daha az kömür yanıyor. Aç çocuklar, sokaklarda dileniyor. Yüz binlerce çocuk, köprü altlarında ve harabe binalarda geceliyor.
Alay eder gibi Türkiye’ye yardım planı olarak adlandırılan Marshall Planı’na, bu alçak plana göre büyük Türk toprak ağaları, Amerikan traktörü aldılar. Bütün topraklarından önceden bu toprakları işleyen binlerce yoksul köylüyü kovdular. Topraksız köylüler, eş ve çocuklarıyla iş aramak için yollara düştü. Ancak iş bulmak neredeyse imkânsız ve onlara dilenmekten başka bir şey kalmamış durumda.
Çok sayıda aç ve hasta köylü çocukları, yol kenarlarında ölüyor.”
Nâzım, halk çocuklarının bu şekilde yaşamalarına rağmen, korkunç ve yoksul hayatın onları eğip bükemediğini yazar. Türk halkı, barış ve Türkiye’nin milli bağımsızlığı için Amerikan emperyalizmine ve yerli uşaklarına karşı mücadele etmektedir. Barış mücadelesine çocuklar da katılmaktadır.
NÂZIM’IN İBRAHİM’E TEKLİFİ
Nâzım, bu savaşçılardan birini derginin çocuk okurlarına anlatmak istediğini belirtir. Onun adı İbrahim’dir. Zayıf, dar omuzlu, mavi gözlü bir çocuktur. Herhalde on yaşındadır. Nâzım, İbrahim’in babasının kendisiyle hapishanede yattığını söyler. İbrahim’in babası terzidir ve vergilerini ödeyememiştir. Bunun üzerine atölyesine el koymaya geldiklerinde memurlardan birini yaralamıştır. Babasına yedi buçuk sene hapis cezası verilince İbrahim de ailesine, hasta annesine ve küçük kız kardeşine bakmak zorunda kalmış ve tekstil fabrikasında çalışmaya başlamıştır.
İbrahim, her hafta hapishaneye babasını ziyarete gelir. Nâzım da onunla arkadaş olmuştur. Bir keresinde Nâzım ve İbrahim’in babası hastalanmıştır, bunun üzerine onları hapishanenin revirine kaldırmışlardır. O zaman İbrahim, revire daha sık gelebilmiş ve daha uzun süre onların yanında kalabilmiştir. İbrahim, Nâzım’a her konuda, özellikle de başka ülkelerde işçi çocuklarının nasıl yaşadıkları hakkında merakla sorular sormuştur. Nâzım, ona Sovyetler Birliği’ni, Sovyet çocuklarının nasıl mutlu yaşadıklarını, dürüst insanların nasıl barış için mücadele verdiklerini anlatmıştır. Bir keresinde Nâzım, İbrahim’e şiirlerinden birini okumuş, o da şiiri hemen ezberlemiştir.
Nâzım, sonrasında yaşananları derginin sayfalarında şu şekilde anlatmıştır:
“Revirde birçok şiir ve makale yazmıştım. Bir şekilde onları dışarı göndermem gerekti. O zamana kadar şiirlerimi dışarı çıkarmayı başarmıştım. Bunun nasıl yapıldığını size anlatamam, çünkü şuan da hapishanede yatan yoldaşlarım, aynı imkânı kullanıyorlar. Ancak revirde bu mümkün değildi. Düşündükten sonra İbrahim’den yardım istedim. Jandarma ve gardiyanlar, girişte ve hapishaneden çıkışta çocukları çok sıkı aramıyorlardı. İbrahim’e işin özünü anlattım ve o da hemen kabul etti.
İbrahim,- dedim, eğer ki aramada bu şiirleri bulurlarsa, seni tutuklarlar.
Tutuklasınlar,- dedi İbrahim.
Sana vuracaklar ve eziyet edecekler.
Yapsınlar!
Seni ıslahevine atacaklar ve hasta annen ve küçük kız kardeşin aç kalacaklar.
İbrahim, biraz düşündü, sonra nasırlı, işçi, çocuk elini bana uzatıp şöyle dedi:
Şiirleri verin, amca, gereken yere ulaşmaları ve herkesin okuması için onları dışarı çıkarmak gerek.
Ona şiirlerimi verdim ve gereken yere ulaştılar. Onlar da İbrahim’in, on yaşındaki işçi İbrahim’in sayesinde barış mücadelesinde görevlerini yerine getirdiler.”
Küçük İbrahim kim?
Nâzım, küçük İbrahim’le ilgili anısını yazarken çocuk okuyucularına cezaevinden şiirlerini nasıl çıkardığını yazmamış, çünkü o sırada da o yöntemin cezaevi arkadaşları tarafından kullanıldığını belirtmiştir. Nâzım’ın bu şekilde, yazısı Türk makamları tarafından okunduğu takdirde arkadaşlarının başının derde girmesini engellemek istediği görülmektedir. Bu durum, küçük İbrahim ve ailesi için de geçerli olmalıdır. Dolayısıyla büyük şairin bu yazısında verdiği genel bilgilerin onların gerçek kimliklerini gizlemeye yönelik olduğu düşünülmelidir. Öyle ki Nâzım, bu yazıyı yayımladığı 1952 senesinin başında Türkiye’den daha yeni ayrılmış, dolayısıyla bu konudan kaynaklı yaşanabilecek sorun daha güncelliğini korumaktadır.
Bunlar göz önünde bulundurulduğunda Nâzım’la ilgili aşağıdaki anısını anlatan Mustafa Kumarslan’ın “küçük İbrahim” olma ihtimali vardır:
“Ruhsatsız silah bulundurmaktan 1949 yılında Bursa Cezaevine giren babam, aynı zamanda Demokrat Partinin Yenişehir Teşkilatı kurucularındandı. İçeri alınmasında bunun da payı olduğunu düşünüyorum. Ben 1934 doğumluyum. Bursa Cezaevine babamı ziyarete annem, ağabeyim ve hala çocuklarımla giderdim. Cezaevi ziyareti öncesi pazara uğrar, karpuz ve değişik meyveler alır, yola öyle koyulurduk. Oradakiler buna çok sevinirlerdi. Babam, hem kalp hastası olduğu hem de altı ay gibi kısa bir ceza aldığı için revirde, Nâzım Hikmet’le kalmıştı. Ben ve yanımdaki çocuklar onların kaldıkları odaya kadar giderdik. Ben, onu ve kaldığı odayı bugün gibi hatırlıyorum:
Nâzım Hikmet, çizgili bir pijama giymişti. Karyolasının üstünde uzanmış, elinde de bir kitap vardı. Bizi görünce kitabı kapatıp yastığının başucuna koyarak babama seslenmişti: ‘Celil! Bu çocukların hepsi senin mi?’ Babam da: ‘Bunlar yarısı, yarısı da köyde!’ diye cevap vermişti.
Nâzım Hikmet bizleri çok sevmişti. Babama ve bize başka başka sorular da sorardı. Okuyup okumadığımızı, öğretmenlerimizin cumhuriyeti anlatıp anlatmadıklarını...
Nâzım Hikmet, babamı çok sevmiş. Ona: ‘Senin resmini yapacağım Celil’ demiş. Ceviz çerçeveye gerdiği beze, başlamış babamın resmini yapmaya. Ama babam, Nâzım Hikmet’in karşısında sabit durmazmış. Nâzım Hikmet, ara ara seslenir, yüzüne bakıp tekrar gönderirmiş babamı.”
(Güney Özkılınç, Yüzümde Nâzım İzi Var:
Nâzım’ın Bursa’daki İnsanları, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, Mayıs 2012)
Orhan Kemal, Nâzım’ın çocuk sevgisini anlatıyor
Nâzım Hikmet’le Bursa Cezaevi’nde üç buçuk yıl birlikte yatan Orhan Kemal de onun çocuk sevgisine ve çocuklarla kurduğu canlı ilişkilere tanık olmuştur ve anılarında buna dair şu satırları yazmıştır: “İnsan soyuna karşı sevgisi sonsuzdu. O kadar ki, bunu bir ‘din’ haline getirmişti. Hele çocuklar... Ağlayan bir çocuğu kucağına aldığı zaman çocuğun sustuğuna şahit olmadım ama, tereddütsüz iddia edebilirim, her çocuk onunla ‘ahbap’ olabilirdi.
Bir gün onun bu yanını göz önünde tutarak, bir şiir yazmıştım, gösterdim.
- Bunu, dedim, sizin üstünüze yaktım üstat!
Aldı, okudu. Okurken burnunun kanatları titriyordu, gülmemek için kendini sıktığı belliydi:
‘Kırk yaşında çember çevirebilmek,
sabun balonları üfliyebilmek havaya.
Kilerden reçel çalmak,
Gizli deliklerden gözetlemek komşu kızını!
Pırıl pırıl bir gümüş tatlı kaşığında
kırmızı gül reçelidir, çocukluk.
Kırk yaşında çember çevirebilmek,
Sabun balonları üfliyebilmek havaya!
Sevebilmek dünyayı ve insanları,
Sevebilmek, her şeye rağmen
Sevebilmek sevebilmek...
Sabun balonları üfliyebilmek havaya!’”
(Orhan Kemal, Nâzım Hikmet’le Üç
Buçuk Yıl, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1965, s.55-56.)
‘Dünyayı verelim çocuklara’
Nâzım Hikmet’in “Dünyayı Verelim Çocuklara” adıyla bilinen aşağıdaki başlıksız şiiri, Rusçaya da çevrilmiş ve bestelenmiştir. Müziğini David Tuhmanov’un yaptığı “Dadim Şar Zemnoy Detyam” isimli parça, Sovyetler’in Sofiya Rotaru gibi önemli şarkıcıları tarafından da seslendirilmiştir:
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
dünyayı çocuklara verelim
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler
21 Mayıs 1962, Moskova