Neden sorusunu yanıtlayan bir tarih kitabı
Bugün dünyada ve ülkemizde baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor. Saflar belirginleşiyor. Batı Asya önem kazanıyor. Atakan Hatipoğlu, emperyalizm çağında bağımsız ülkelerin ancak devletçilik yoluyla kalkınabileceklerini belirtiyor
PROF. Dr. Atakan Hatipoğlu’nun son kitabının adı: “Türklerin Uygarlık Serüveni Orta Asya'dan Avrasya'ya” (1). Kitapta, Türklerin tarih boyu uygarlıkla ilişkisi ele alınıyor. Hatipoğlu, Türklerin uygarlık sahnesine çıkışlarından Orhun Yazıtları’na, Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e, “Küçük Amerika” sürecinden AK Parti politikalarına ve günümüz Türkiye’sine kadar gelinen sürece ilişkin ayrıntılı bilgiler veriyor. Üstelik okunulan sıradan bir tarih anlatımı değil. Yazar, tarihimizdeki önemli her gelişmeyi, neden ve niçin sorularını yanıtlayarak analiz ediyor. Bir tür cerrahi işlem yapıyor. Yaşanılanların; siyasi, toplumsal, sınıfsal, kültürel yönlerini vurguluyor. Bence kitabın en önemli özelliği bu… Böylece olayların tarafları, nedenleri, olumlu olumsuz yönleri berrak bir biçimde zihnimizde şekilleniyor. Atakan Hatipoğlu, fazla detaya dalmıyor. Dili güzel, anlatımı akıcı ve öz…
TARİH BİLİNCİ
Okuyacak pek çok kitap, yayın varken tarih öğrenilmeli mi? Öncelikle de kendi tarihimizi okumalı mıyız? Dünyadaki ve ülkemizdeki gelişmeleri tahlil edebilmek için bence tarih bilmek neredeyse şart denebilir. Ayrıca tarih bilinci, milli kimliğin oluşumunu etkileyen en önemli faktörlerden biridir. Atatürk’ün çok başarılı devrim önderliğinde, tarih bilgisinin, bilincinin rolü tayin edicidir.
Ünlü yazar Shakespeare’in çok bilinen bir sözü var: “Bütün dünler, yarınları aydınlatan fenerlerdir.” Shakespeare’in bilgece ifade ettiği gibi geçmişin hata ve sevaplarıyla değerlendirilmesi, bugüne ışık tutar. Günümüzü, yolumuzu aydınlatır. Hatalardan öğrenir, doğrulardan örnek alırız. Dr. Doğu Perinçek de Aydınlık gazetesindeki bir yazısında, tarihe ilginin bu ihtiyaçtan kaynaklandığına dikkat çekiyor: “Her devrim, tarihin derinliklerinden geldiği için, tarihe döner ve köklerine sarılır. Bizim Türk Devrimi de böyledir. Geleceği kurmak için, elindeki birikimi tanımaya çalışmıştır. 1876, 1908 Devrimleri, özellikle 1920 Devrimi, Türkiye’de hep tarih keşiflerinin kapısını açmıştır.”(2)
Ayrıca Mustafa Kemal’i anlamak, Onun yolunu izlemek, sahte Atatürkçüleri tanımak için Türk tarihi bilinmelidir. Türkler olarak görkemli başarılara imza atmışız. Şimdi de yapabiliriz. Nitekim Atatürk de kendisini yaratanın Türklük olduğunu belirtiyor: “Bana, insanlar üstünde bir doğuş yöneltmeğe kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük, Türk olarak dünyaya gelmemdir.”(3)
Yani Mustafa Kemal, onu yaratanın esas olarak Türk tarihi olduğuna dikkat çekiyor. Değerli felsefecimiz Bedia Akarsu 2007’de kendisiyle yaptığım söyleşide; Atatürk’ün bir dâhi oluşunun yanı sıra O’nu yaratan tarihi birikime dikkat çekmişti: “Türklerin önemli bir tarihleri var. Böyle bir birikimi olmayan bir toplumda birdenbire bir dâhi çıkamazdı. Atatürk, koskoca bir imparatorluktan süzülüp gelen bu tarih-kültür birikiminin ürünüdür. Bu halk, bu tarih olmadan Atatürk de olamazdı.”(4)
İşte Atatürk’ü yaratan bu tarihi öğrenmeliyiz. Kendimize güvenmek ve iyimser olmak için tarihimizi özümsemeliyiz. Böyle bir kavrayış, Mustafa Kemal’in döne döne vurguladığı milletimize özgü işler yapmamıza da yol gösterecektir.
Enver Ziya Karal’a göre Atatürk, tarih konusunda Herbert George Wells’in düşüncelerini takdir ediyor. Onun yeni çıkmış kitabını Kurtuluş Savaşı günlerinde karargâhında okuyor. Savaştan sonra bu yapıtın (bir grup bilim insanı arasında dağıtarak) kısa sürede Türkçesinin yayımlanmasını sağlıyor. İngiliz sosyalist düşünür ve edebiyatçısı Wells, “Dünya Tarihinin Ana Hatları” adlı kitabında, insanlığın ortak bir başlangıcı ve ortak bir mirası olduğunu belirtiyor. Wells, Türklerin en eski uygarlıkların yaratıcıları, geliştiricileri olduklarını açıklıyor: “Türkler birçok yabancı tarihçinin yazdığı gibi ikinci sınıf bir ırk değildir. Tersine beyaz ırkın antropolojik özelliklerini taşırlar. Çıkış yeri bakımından Orta Asyalıdırlar. Orta Asya en eski uygarlıkların doğmuş ve gelişmiş olduğu bir bölgedir.”(5)
Atatürk bir dehadır ama Türk tarihinin yarattığı bir dehadır. 100 yıl önce hem dünyada, hem de ülkemizde önemli bir altüst oluş ve devrimler yaşanıyor. Dünyadaki devrimci değişim rüzgârı Anadolu’yu da etkiliyor, sarsıyor. Bu durumu vurgulamamın nedeni, günümüzde de yaşanan altüst oluştur. Dünya büyük bir değişim geçiriyor. Çok kutuplu dünyanın doğum sancıları şiddetleniyor. Bu durum bizi, ülkemizin coğrafi konumu ve diğer özellikleri nedeniyle çok etkiliyor.
UYGARLIK MERKEZİNİN YER DEĞİŞTİRMESİ
Yaşamı ve eserleriyle ilgili bir çalışma yaptığım, bilim tarihçisi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, evrensel tarihin zincirleme birbirine bağlı olan dört ana uygarlıktan geçerek günümüze geldiğini açıklamıştı: “1) Eski Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları. 2) Klasik Yunan Çağı Uygarlığı. 3) Ortaçağ İslam Dünyası Uygarlığı. 4) Batı Avrupa Uygarlığı…” Sayılı’nın değerlendirmesi şöyleydi:
“Cihan tarihi, insanoğlunun, yani tümüyle insanlığın, mağara çağından başlayarak, gerçekleştirdiği gelişmeler sayesinde bugünkü yüksek uygarlık düzeyine ulaşışının, başka bir ifade ile insanın tarihsel kaderinin, yazgısının tarihidir.”(6)
KAVRAMSAL BİR TUZAK
Atakan Hatipoğlu, kitabında tarih boyunca uygarlık merkezinin yer değiştirmesi durumuna özel bir önem veriyor. Bu değişim yüzlerce yılda bir gerçekleşiyor. Biliyoruz hiçbir şey aynı kalmıyor. Kitapta, bu gelişme şöyle değerlendiriliyor:
“2023 yılında Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşına basıyor. Dünya bundan 100 yıl öncesine göre çok farklı. Cumhuriyet kurulduğunda Avrupa dünyanın uygarlık merkezi olma vasfını koruyordu. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi simgeleyen yegâne merkez Avrupa kıtasının gelişmiş ülkeleri ve ABD idi. Bu nedenle feodal kurum ve ilişkilerden kurtularak modern bir sanayi toplumuna dönüşmek, ‘Batılılaşmak’ ile özdeş görülmekteydi. Aslında bu kavramsal bir tuzaktı. Çünkü uygarlık tarihi hakkında az çok fikri olan herkes, uygarlığın coğrafyasından daha önemli olan şeyin, onun dayandığı dinamikler olduğunu görebilir. İnsanoğlu göçebe avcı-toplayıcı ve çoban topluluklardan tarım toplumları olmaya doğru M.Ö. 4000’lerde Mezopotamya coğrafyasında geçti. O zamanlar insanoğlunun uygarlık birikimini Sümerler temsil ediyordu. Çünkü devletleşme yani uygarlaşma onların öncülüğünde başlamış, yazıyı onlar bulmuştu. Bu andan itibaren dünyanın geri kalan halkları için mesele ‘Sümerleşmek’ değil, yerleşik hayata geçmiş, zenginliği büyük ölçüde tarımdan elde eden, devletli, yazılı kanunları olan, uygar bir topluma dönüşmekti.
Dünya ölçeğindeki ekonomik ve siyasi gelişmeler, Batılı ülkeler tarafından temsil edilen en ileri uygarlık seviyesinin değişmeye başlamasına neden oldu. Dünya ticaretinin ağırlığı Atlantik’ten Pasifik’e kaydı. Asya ülkeleri dünyanın üretim üssüne dönüştüler. Batı sistemi askeri ve mali üstünlüğünü korumayı sürdürse de, bu mevzilerde uzun süre tutunamayacağı ortaya çıktı. Uygarlığın merkezi, Asya’ya kaymaya başlamıştı.
Çin öncülüğündeki Avrasya İşbirliği Örgütü’nün meydan okuması, ABD açısından Ortadoğu’nun tam denetim altına alınmasını acil bir ihtiyaç haline getirdi. Bu ise doğrudan Türkiye’nin kaderini etkileyecek bir dizi gelişmeye yol açtı. Bazı denemelerden ve ‘cesur’ politik açılımlardan sonra, ABD öncülüğündeki uluslararası sistemin ihtiyaçları ile Türkiye’nin ulusal güvenlik ihtiyaçları arasında bir uyumlulaştırmanın mümkün olmayacağı anlaşıldı. Türkiye, sistemin ihtiyaçlarına uygun hareket ederse, beka sorunu yaşayacağını anladı. Öte yandan sistemi açıktan karşısına alırsa ne yapacağını bilemez hale düştü. Cumhuriyet’in 100. yılına bu kararsızlık ve arayış havasında girdi.
Türkiye, sistemden bağlarını çözebilecek ve yükselen yeni uygarlığa ortak olabilecek potansiyele sahip. Henüz iradesini bulamadı, arıyor. Ama zaten sosyal bilimlerle ilgilenenlerin malumu olan bir gerçek değil midir: Önce maddi koşullar değişir, bilinçlere sonra yansır.” (Giriş, s. 7)
FİLİSTİN’İN DİRENİŞİ DENGELERİ DEĞİŞTİRİYOR
Bazı aydınlarımız söz olarak her şey değişir deseler de Batı’yı hep ileri olmuş ve hep öyle kalacak bir uygarlık olarak görüyorlar. Oysa gelişmişlik de gerilik de mutlak, kalıcı durumlar değil. Atakan Hatipoğlu’nun kanıtlarıyla açıkladığı gibi günümüzde ileri uygarlığı temsil ettiği söylenen Batı’da, gerileme, durgunluk, ahlaki çürüme ve bilim karşıtı akımlarda artış gözlemleniyor. Paris’te, ana caddede yere düşen değerli bir sanatçıyla gelip geçen kimse ilgilenmiyor. Düşünce mi öldü, yoksa sonradan mı? Kurtarılabilir miydi? Bilinmiyor. Yani orada bulunan hiç kimse düşen bir insana yardım elini uzatmıyor. İlk yardım çağrısı yapmıyor. Düşüncesi sorulan bir ünlü, “ben de orada olsaydım sanırım ilgilenmezdim.” diyebiliyor.
Özellikle son aylarda Filistin’de yaşanan vahşetin, çocuk kadın katliamının, ABD ve diğer Batı devletleri tarafından açıkça desteklenmesi artık Atlantik kampı için uygarlıktan söz etmeyi iyice anlamsızlaştırıyor. Bugün dünyada ve ülkemizde baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor. Filistin halkının, ölümü küçümseyen kahramanca direnişi de bütün dengeleri değiştiriyor. Saflar belirginleşiyor. Batı Asya önem kazanıyor.
Geri denen Asya başta da Çin, bilimde, kalkınmada, insanının yaşam kalitesini yükseltmede önemli ilerlemeler gösteriyor. Avustralya merkezli bir düşünce (think-tank) kuruluşunun araştırmasına göre Çin, 44 teknoloji alanının 37’sinde ABD’nin önünde yer alıyor. Araştırmaya göre Çin, insansız hava araçları, makine, elektrik bataryaları, nükleer enerji, kuantum sensörleri ve ileri düzey veri analizi, yapay zekâ algoritmaları, gelişmiş robotlar, otonom sistemler ve sentetik biyoloji gibi birçok alanda ABD’yi geride bıraktı. Üstelik Çin bu büyük başarıyı, Atatürk’ün formüle edip uyguladığı devletçi, planlı, karma ekonomiyi uygulayarak kazandı, kazanıyor.
DEVLETÇİLİK VE BAĞIMSIZLIK
Atakan Hatipoğlu, emperyalizm çağında bağımsız ülkelerin ancak devletçilik yoluyla kalkınabileceklerini belirtiyor. Nitekim Almanya ve Japonya geriden gelerek bu yolla yani devletçilikle gelişmiş kapitalist ülkelere katılıyorlar.
“Emperyalizm çağında ekonomik bağımlılık tuzağına kapılmadan kalkınabilmiş bütün ülkelerin ortak deneyi budur. Bu nedenle düşünce dünyasında devletçilikle bağımsızlık arasındaki ilişkinin kopartılması, Batı sisteminin en önemli zaferlerinden biri oldu. Azgelişmiş/gelişmekte olan bir ülke kalkınmış ülkeler arasına katılabilmek için gereken sermaye birikimine sahip değildir. Borçlanma yoluyla sermaye açığını kapatamaz. Milli üretim yapmak zorundadır. Sadece tarım ve tarıma dayalı hafif sanayi yoluyla da ihtiyaç duyduğu sermayeyi yaratamaz. Ağır sanayi yapması lazımdır. Bu ise hem büyük ölçekli sermaye birikimini gerektirir. hem de batının vazgeçme yönündeki baskılarını göğüsleyebilecek büyük bir milli iradeyi…” (s. 156.) Nitekim Atakan Hatipoğlu’nun da belirttiği gibi: “Atatürk döneminde kalkınma ve toplumsal aydınlanma mucizesi, sistemin dışına çıktıktan ve milli egemenliğini Lozan’da Batılılara söke söke kabul ettirdikten sonra yaratılabildi.”
Kaynak Yayınları’nı bu yararlı katkıları için kutluyorum. Tarih meraklılarına ve özellikle de gençlere öğretici ve keyifli bir okuma diliyorum.
NOTLAR
1. Atakan Hatipoğlu, Türklerin Uygarlık Serüveni Orta Asya'dan Avrasya'ya, Kaynak Yayınları, İstanbul, Ekim 2023.
2. Doğu Perinçek, Aydınlık gazetesi, 2 Şubat 2014.
3. Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayınları, İstanbul 1955, s. 95.
4. Feyziye Özberk, “Bedia Akarsu / İz Bırakanlar”, Bilim ve Ütopya, Sayı: 164, Şubat 2008.
5. Enver Ziya Karal, Atatürk ve Tarih, Atatürk’e Saygı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1969, s.100.
6. Feyziye Özberk, “İz Bırakanlar / Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı” / Bilim Tarihi, Bilim ve Ütopya dergisi, Sayı 141, Mart 2006.