Samsun’a çıkarken onlara güvendi: Mustafa Kemal’in askerleri
Samsun'da 19 Mayıs 1919'da başlayan ve bağımsızlığımızla sonuçlanan milli mücadelemiz 'mucize' olarak yorumlanır.
Bu mucize Türk milletine, Bigalı Ali'lere, Çan'lı Ramazan'lara güvenen Atatürk'ün önderliğiyle gerçekleşti. Askerleri o günlerde verdikleri mücadeleyi övünç madalyası gibi ömürleri boyunca taşıdı: Günlerce bayram yaptık. Terhis, izin kimsenin aklına bile gelmiyordu. Düğüne gider gibi savaş için yürüyüşe geçtik.
Mustafa Kemal Paşa uzun bir savaştan sonra yorgun milleti nasıl ayağa kaldırdı? Neye güvenerek Samsun’a çıktı ve mücadeleyi ateşledi? O büyük umutsuzlukta nasıl oldu da yeni bir umut yarattı ve dönemin büyük güçlerini yendi? İşte bu soruların cevabı devrim tarihimiz açısından da önemli. Bugünlere ders niteliğinde... Buna en net ve kısa yanıt: Milletin ve onun askerinin içindeki cevheri keşfetmesidir! Onu biliyordu ve ona güveniyordu. Bunu bizzat cephelerde birlikte savaştığı Mehmetçiği tanıyarak keşfetti. Bu cevher ki en zor şartlarda ayakta kalıyor, bağımsızlık ve vatan mücadelesinde en önde fedakarca savaşıyor. Hayatını hiçe sayıyor!
İşte bunu bilmeden o günlerin gelişmelerini anlayamayız. Birilerinin sürekli tekrarladığı gibi bu iş “Atatürk’ün tek başına başardığı” bir iş değildir. Topyekûn ayağa kalkan bir milletin ve öncülerinin başardığı iştir! Atatürk bu işin komutanıydı. Ya askerler? İşte asıl mesele onu çoğaltmak ve ayağa kaldırmaktı. Atatürk’ün devrimci formülleri onu da ayağa kaldırdı ve bu “mucize” denilen işi halkla birlikte yaptı! Zaten Atatürk 1923’ten sonra kendisine bu iş için “mucize” diyenlere, “O mucize dediğiniz şeyi birlikte yapmadık mı?” diyerek anlamlı yanıt vermiştir. Mücadele yıllarında Atatürk’e “Para var mı, silah var mı” diye soranlara, “Parayı da buluruz, silahı da” diyerek halka güvenin önemini hatırlatmıştır.
ASKERİNİ KORURDU
Atatürk, altı ay çaba gösterdiği İstanbul’da bu işin zeminini bulamayınca kendisini vazife bahanesiyle Anadolu’ya atmış ve İstanbul’dakiler için “Meğer büyük bildiklerimiz ne kadar da küçükmüş” diyerek tek çarenin halk denizi olduğunu tarihe not düşmüştür. Bir de eklemiştir: “Kafamdakileri bilselerdi beni Samsun’a göndermezlerdi!” O Samsun’a aslında çözüm götürmüştü.
Evet, gitti ve büyük işi başardı. Şunu da hatırlatmak zorundayız, o dönem Atatürk’ün en büyük avantajı örgütlü bir toplum bulmasıydı. Öncüler, İttihat ve Terakki önderliğinde çok önceden örgütlenmişti. Meşrutiyet Devrimi vatan ve Türklük bilinci yaratmıştı. Halk ne için savaştığının farkındaydı. Yeri gelince 8-10 yıllık savaşa rağmen tekrar ayağa kalkmanın zorunlu olduğunu ve bunu yapmazsa neleri kaybedeceğini biliyordu. Bir önemli konu da Atatürk’ün halkı çok iyi tanıması, Mehmetçiğin içindeki azim ve kararlılığı keşfetmesiydi. Onunla büyük işlerin başarılacağını biliyordu.
Atatürk askerini her zaman korumuş ve kollamıştı. Bu durum, Güney Cephesinde Atatürk’ü tanıyan Alman Yarbay Hans Guhr’un da dikkatini çekmiş ve anılarında, “Mustafa Kemal neferini korurdu” diyerek bize önemli bir ipucu vermişti.
Atatürk her ortamda Mehmetçiği korur ve onu olmayacak işlere sevk etmezdi. Giyimi ve yemeğiyle de yakından ilgilenirdi. Büyük Taarruz öncesi Batı Cephesi’ni gezerken kendisine bir cılız tavuk ve 4-5 dilim ekmekten oluşan bir sofra hazırlayan komutanlara “Mehmetçiğe ne verdiniz?” diye sorduğunda, “kavrulmuş buğday” yanıtı verilince kızarak sofradan kalkıp gitmiştir… Komutanlar da yemez ve hepsi aç kalır (Asım Gündüz, Hatıralar, s.83-84).
SAVAŞANLAR ANLATIYOR
İşte Mustafa Kemal Paşa’nın güvendiği ve birlikte bu büyük “mucizeyi” başaran Mehmetçiğin o zorlu günlerde yaşadıkları ve anlatımları:
Bigalı Ali Demiler: 1885 doğumlu. Çanakkale'de savaşmış, sonra Şam cephesine gitmiş, orada 50 bin kişiyle İngiliz’e esir düşmüş. “Çok beygir eti yedik. Askere gitmeden evlenmiştim. Gelince baktım ben askerdeyken Nuriye ölmüş. Zatiye'yi aldım. Madalyam da yok maaşım da...”
Bigalı Mehmet Kürkçü: 1899 doğumlu. “Çok açlık çektik. 48 saatte bir enfiye kutusu buğday veriyorlardı. Açlıktan her gün 5-10 kişi ölüyordu. Yaza çıktığımızda 350 kişilik bölükten 18 kişi kalmıştık.”
'10 SENEDE GELDİM ASKERDEN'
Mehmet Öztürk: “Üç aylık evliyken askere gittim. 10 senede geldim askerden. Korku nedir içimizde, bilinmez. İlk madalyamı Atatürk verdi. Yunan'ı denize döktükten sonra İzmit'te aldım tezkeremi.”
Harun Yavuz: “7 sene askerlik yaptım. Askerden gelince evlendim. Yaralanmadım. 10 sene önce madalyamı verdiler” (1981).
Osman Ertaş: “15 senelik askerler vardı aramızda. Üç sene esir kaldım. Esirken at eti veriyorlardı. 150 filan kırdım kâfiri. Askerden geldikten sonra 35 yaşımda evlendim. Maaş da almıyorum. Yara yerim kışın acıyor.”
KÖYÜNE SAĞ DÖNEN TEK KİŞİ
Şerif Güngör: Askere 10 günlük evliyken gitti. 10 yıl askerlik yaptı. Köyünden 55 kişi gitmişti bir kendisi sağ geldi.
Çan'dan Mehmet Yavaş: "Şoğandere'de belimden ve bacağımdan yaralandım. Belimde kurşun hâlâ duruyor. 16 yılda geldim askerden. Cepheden geldim, bir de baktım, çeteler ben Çanakkale'deyken karımı kaçırmış. Ne maaş alıyorum ne de madalya. Cenk için dolaştık dünyayı, şöyle bir çevirdik. Hamdolsun.”
Çan'dan Ramazan Özbilen: “Atatürk'ü gördüm doğuda. Sekiz sene askerlik yaptım. Köye geldiğimde kimse beni tanıyamadı. Yunan harbine gönüllü katıldığım için bana madalya verdiler. Bir kardeşim de Çanakkale cephesinde şehit oldu.”
Ömer Üner: 1897, Ezine doğumlu. “İngilizlere esir düştüm. Kaşar peyniri, tavuk eti, pastırma yiyor gavurun askeri. Biz de kaynamış buğday yerdik cephane kutularının içinde. (…) Atatürk’ü Anafartalar’da gördüm. Yüzbaşı onun bulunduğu istihkama girdi. Atatürk’le konuştular. Ben dışarıda bekliyordum. Askerlerden biri dedi ki ‘Kemal bu. Çok iyi adam. Selanikliymiş. Çok hatırnaz adam’. Orada görmüştüm.”
Mehmet Demirol: 1894 doğumlu. “Kafkasya’dan geliyoruz. Çantamı gösterdim. Bak arpa ekmeği. Yollarda ekmek dilenerek geliyoruz. (…) Seferberlikte 17 yaşında gönüllü gitmiştim. 70 kişi gitmiştik. Yedi kişi döndük. Sonra Yunan çıktı Izmir’e, hadi bakalım Kuvayı Milliye’ye topladılar. Sekiz-dokuz ay İstiklâl Harbinde bulundum. Madalyam, maaşım yok.”
İbrahim Arıkan: 1898 doğumlu, yedi yıl asker oldu. “İzmir’e girdik. Yerli gavurlar treni taşlıyorlar. ‘Kamalist… Kemalist’ diye de bağırıyorlardı.”
Hüseyin Sürek: 1890 doğumlu, 11 sene askerlik yaptı. “Kimine 5 lira veriyorlar. Kimine Türk madalyası, kimine Alman madalyası. Ben dedim ki: Efendim bana para verin 5 lira. Metelik yok. Ne yapayım bu madalyayı? Bu daha kıymetlidir, dediler. Madalya bende kaldı. Esir olunca onu da İngilizler aldı.”
OT KAYNATTIK,ÇARIKLARI YEDİK
Arif Öncel: 1898 Eceabat doğumlu: “Çanakkale’de Alman askeri vardı, onlar ak ekmek yerdi. Biz ot yerdik. Kaynatıyorduk bir karavana ot, gelincik gibi bir ot. Kaynatıyorduk, atıyorduk içine biraz tuz. Haydi bakalım ye. Yahni gibi bir şey. (…) Madalyam filan yok. Maaş almıyorum. Yaşlılık maaşı da almıyorum. Oğlum bakıyor bana. Ekmek veriyor. Para veriyor. Ne gideyim hükümetten isteyeyim, dilenci gibi. 200 dönüme yakın toprağım var. Ben askerden sonra evlendim.”
Osman Yılmaz: 17 yaşında askere gitti, üç yıl Romanya, Filistin cephelerinde savaştı. “Çok açlık gördüm Arabistan’da. Çarıkların altını yedik. İncir tohumu yedik. Suda buğday kaynatırlardı da ondan verirlerdi. Birer kaşık yerdik. Urba (elbise) yok arkamızda. Asker arasında hep açlık konuşulurdu.”
Osman Kaçmaz: 1891 doğumlu. “10 senede geldim evime. Fedayi idim ben. Kim gidecek dediler mi hemen ben atılırdım. İki yerimden yaralandım. Kasığımdan ve belimden.”
İbrahim Yılmaz: 1897 doğumlu. “Galiçya, Arabistan ve İstiklâl Harbine katıldım. Çektiğimiz çile ve sıkıntı anlatılır gibi değil. Atlarla beraber arpa yiyorduk. Köyüme geldim. ‘Oğlum biz seni öldü biliyoruz’ dediler.”
Halil Kaplan: “Bana Halil Çavuş derler. Sekiz sene hizmetim var. Haymana’da (…) Atatürk’le İsmet Paşa sabaha kadar top mevzilerinde gezerlerdi. Hep düşünerek, düşünceler içinde gezerlerdi. Bir gün yine böyle bir gezi sırasında Atatürk geldi yanıma: ‘Çocuklar şurada biraz uyuyayım’ dedi ve topun kundağına dayanarak beş dakika kestirdi.” (Yaşayan Çanakkale Muharipleri, Hazırlayan: Cahit Önder, Çanakkale Seramik Fabrikaları A.Ş.'nin kültür hizmeti, Yazır Matbaacılık, 1981.)
DARENDELİ GAZİLER: 'TERHİS İZİN AKLIMIZA GELMEDİ'
Bekir Buyurgan: Malatya Darendeli, 10 yıl cephede savaştı. İsmet Paşa’nın muhafızlığını yaptı. Kardeşi Sarıkamış’ta şehit oldu: “Erzurum’da iken Mustafa Kemal’i duyduk. Erzurum’a gelmiş, Kâzım Paşa ile birleşmiş dediler. Bütün yurdu kurtaracaklarmış, dediler. Çok sevindik. Günlerce bayram yaptık. Terhis, izin kimsenin aklına bile gelmiyordu.”
Veli Karaağaç: Askerde çavuş oldu. Enver Paşa’dan madalya aldı. Samsun ve havalisindeki Rum çetelerle savaştı. Mütarekede İstanbul’daydı: “İstanbul’un hali çok feci idi. Deniz düşman gemileri ile dolu idi. Sokaklar düşman askerlerinin eline geçmişti. Irzımız, namusumuz ayak altında kalmıştı. Her gün bin defa ölüyorduk. Gazi Paşa’nın Anadolu’ya geçtiğini öğrendik. Bu haber hepimizi de sevindiriyordu. (…) Bir gün Ziya Paşa geldi. Yine beni çağırdı. Ankara’ya gönüllü gidip gitmeyeceğimi sordu. Ben de derhal kabul ettim.”
Ömer Ali Mutlu: İstiklal Harbi yıllarında hep Atatürk’ün yanında oldu. “Mutlu” soyadını Atatürk verdi: “Atatürk 1919’da Samsun’a çıktığı zaman hepimize büyük bir ferahlık gelmişti. Onda bilinmeyen kuvvetler vardı. İsmi kısa zamanda kulaktan kulağa her tarafa yayılmış, büyükler etrafına toplanmışlardı.”
MEMLEKETİMİZ O GÜNLERİ ATLATTI, KALBİM RAHAT
Hanifi Ortakaya: Bulgaristan’dan Hindistan’a kadar, 10 yıl aralıksız savaştı. Rus süngüsüyle delik deşik oldu. Esir düştü: “Vatan sevgisini vatandan ayrı olan bilir. Düğüne gider gibi savaş için yürüyüşe geçtik. On ay Sarıkamış’ta kaldım. Sonra Bağdat’a gönderdiler. 76 gün yürüyerek Bağdat’a vardık. Bir buçuk yıl da buralarda kaldım. Esir düştük. Bir yıl Hindistan’da kaldıktan sonra Mısır’a gönderdiler. Memlekete benim öldüğüm haberi gelmiş. Milli Mücadelede Samsun bölgesinde bir yıl Rum çetelerle savaştık. Çok şükür memleketimiz o günleri atlattı, kalbim rahat.”
Mustafa Pişkin: Kafkaslar, İşkodra, Filistin ve Afyon önlerinde savaştı, Yaralandığı halde savaşa devam etti. Albay Reşat Bey’in yanında savaştı. Onun intiharına şahit oldu. Madalyasıyla övünüyor: “Mütarekeden sonra Mustafa Kemal Suriye’den bizimle geldi. ‘Silahlarınızı teslim etmeyin. Onları saklayın. Türk köylerine götürüp bırakın’ diyordu. Hatta ‘Anadolu’ya da bir tren silah kaçırmış’ sözü de dolaşıyordu. (…) Reşat Bey kederinden neredeyse deli olacaktı. ‘Dayanınız aslanlarım, vurun aslanlarım’ diye bağırıyor, kendisi atılıyor, fakat yine bir netice alamıyordu. Her taraftan zafer müjdeleri geliyordu. Hâlâ biz cepheyi söktürememiştik. Güneş batmak üzereydi. Düşman her taraftan sükût etmişti. İşte bu haller Reşat Bey’i daha çok müteessir ettiği için tabancasını çekerek cephede intihar etmişti. Bunu duyunca çok üzüldük. Bir taraftan ateş edip, bir taraftan da ağlıyorduk. Düşman dayanamadı bozuldu ama ne çare ki Reşat Bey’i kaybetmiştik.”
Süleyman Koçak: Yedi yıl askerlik yaptı. Milli Mücadele’de Çavuştu. İsmet Paşa’nın çok yakınında bulundu: “Ben onları yarım ekmek yiyerek, yarı çıplak cephelerde bu vatan için çalışırken gördüm. Yanlarında idim.”
Mehmet Bingöl: 1908’de askere gitti. Dört yıldan sonra terhis oldu. Bir daha çağrıldı. Zaferden sonra eve döndü: “Yanımda benden iki büyük kardeşim de vardı. Biz bir evden üç kardeş olarak askere gitmiştik. Erzurum’dan ayrıldık. Bundan sonra kardeşlerimi bir daha görmek nasip olmadı. Sonradan
Ömer Osman Yılmaz: Balkanlar, Çanakkale, Galiçya ve İstiklâl Harbinde bulundu. Yaralandı. Sağ kolunu kaybetti. O haliyle Büyük Taarruza katıldı. Aynı zamanda hafızdı: “Milli Mücadele başlayınca tekrar askere çağrıldım. Bu sefer doğrudan Afyon cephesine… Mustafa Kemal ve İsmet Paşa’lar geldiler. Bizlere nasihat ve öğütlerde bulundular. Arkasından bir şafak vakti taarruz emri geldi. Düşman siperlerine saldırdık.”
Ömer Alkan: Yemen çöllerinden Büyük Taarruza kadar 13 yıl askerlik yaptı. Esir düştü. Yaralandı… Komutanını kurşun yağmuru altında sırtlayarak kurtardı. Komutanı yaralanınca bölüğün kumandasını üstüne aldı: “Üçüncü defa askerliğe yine Sivas’tan başladım. Mustafa Kemal Paşa’nın sesinin iyice duyulduğu zamanlardı. Bu sefer beni asayiş işlerine vermişlerdi.”
Mevlüt Hasan Boz: “Benim askerlik maceram bitmez. Dokuz yıl deyince bir defa eve geldim. Bir ay kalmadan tekrar çantayı sardım omuza. Samsun ve Amasya taraflarında Rum çetelerle vuruştuk. Eh keremine şükür, şimdi de vatana içeride bekçilik yapıyoruz.”
Abidi Çiftçti: Bozdağ’da iki yerinden yaralandı. Bacağındaki kurşunla eve döndü. Kendisi gazi, oğlu şehit oldu: “Büyük Taarruz sırasında fırka kumandanımız, arkadaşlar geriye çekilip mundar ölmektense, ileriye atılalım şehit olalım, diye bağırdı. Bu söz hepimizi coşturdu ve aslanlar gibi ne olursa olsun ileriye atıldık.”
Mehmet Yıldırım: 15 yıl askerlik yaptı. Gazi olarak eve döndü: “(Hasankale’de Ruslara karşı savaşırken) Yine de yılmadık. Arkadan takviye de alamadık. Erzak ve cephanemiz bitiyordu. Fakat kör olasıca bir şarapnel sağ bacağımı parçaladı. (…) Daha sonra bir kurşun daha yedim.” (Mehmet Ali Cengiz-Mehmet Gülseren, Mustafa Kemal’in Askerleri, Yaşayan Gaziler, İstanbul, 1964.)
'KARNIMIZA TAŞ SARDIK'
Apti Topal: 1899 doğumlu, beş sene savaştı: “Galiçya’ya geldik. (…) Aramızda bir dere var düşmanla. Yağmur da nasıl yağıyor, karavana da gelmiyor. Tam 18 gün aç durduk. 18 gün yiyecek bir şey bulamadık. Zabitlerden emir geldi ki taş sarın belinize diye. Göbeğime taş koyup kayışla bağladım. Epey zaman durduk öylecene, iki tane çiğ patates bulup yedim.”
'DÜĞÜNE GİDER GİBİ CEPHEYE GİTTİK'
Behzat Açıkbaş: 1914 yılında savaşa katıldı: “O günler çok heyecanlı günlerdi. Cepheye gitmek aynen samenle (düğün alayı) düğüne gitmeye benzer. Zaten insan cepheye giderken ayağı ile mezara gitmiş gibi oluyor. Çünkü hepimizin temennisi ‘ölürsek şehit, kalırsak gazi’dir. Böyle günlerde ölmek de yaşamak kadar insana tatlı geliyor.”
'KATIRLARI ALIP SAMSUN'UN YOLUNU TUTTUM'
Bekir Oflaz: Balkan Harbi’nden İstiklal Harbi’ne dört diyarda savaştı. Dört madalyayla evine döndü: “Her Türk ölünceye kadar askerdir. Bir seferberlik olursa ‘yediden yetmişe, eli silah tutanlar’ demezler mi… Biz Bakü’de iken mütareke oldu. Trenle Batum’a geldik. İngilizler gelmiş silahları alıyorlarmış. Subaylarımız gizlice ‘silahlarını kurtarabilen kaçsın’ dediler. Biz de kaçıp Erzurum’a geldik. (…) Milli Mücadele başlamıştı. Bütün millet maddi ve manevi varlıkları ile bu harekete katılıyordu. Hiçbir şeyi bulunmayan bir dul kadın bile eli ile ördüğü çorabı ve eldiveni vererek ‘karınca kararınca’ üzerine düşeni yapıyordu. Büyük harpten çıkan memleket ve millet çok fakir düşmüştü. Seferberlikten döndüğüm zaman yatakların, yorganların yüzleri kalmamıştı. Buğdayın, yağın neredeyse adı unutulmuştu. Bizim gibi harbe gidip de sağ gelenler şimdi de böyle bir geçim derdi ile baş başa idiler. (…) Memleket ateşle yanarken bizim burada kalmamız doğru olmaz. Vatan kurtulmadıkça kimseye huzur olmaz. Ben katırları alıp Milli Mücadeleye katılacağım, diyerek Samsun yolunu tuttum.”
SON SÖZ
Orgeneral Asım Gündüz anılarında o günler için şöyle der: “Milli Mücadele, o mücadelenin içinde olmayanların idrak edemeyeceği bir mucizedir. İman, azim ve vatanseverliğin şahlanışıdır. Mustafa Kemal bu mucizenin tek ve gerçek menbağıdır.” (Asım Gündüz, Hatıralarım, Kültür Yayınları Matbaası, 1973, s.60.)