Savaşmadan şehit vermek

Yazar Tansu Bele, İkinci Dünya Savaşı sıralarında yeniden askerliğe çağrılan babasının anılarını gazetemizde 16 Mayıs günü yayımlanan yazıdan sonra sizlerle paylaşıyor.

Sayın Ercan Dolapçı’nın, 16 Mayıs 2024 tarihli Aydınlık gazetesindeki “Savaşmadan 22 bin şehit vermek” başlıklı yazısını okurken duygulandım. İçimde, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Trakya sınırımızda elde silah Alman ordusunu bekleyen asker babamın anıları canlandı. Yıl 1943: İkinci Dünya Savaşı’nın en ürkünç süreci yaşanıyor. Savaşın üçlü ittifak yapmış, mihver devletleri Almanya, İtalya, Japonya birçok ülkeye saldırı ve işgallerini sürdürmekte. Bu arada Bulgaristan, mihver devletlere katılıyor ve Alman ordusu Trakya sınırımıza dayanıyor. Birinci dünya savaşında müttefikimiz olan Almanya, bu kez Türkiye’ye girecek mi? Onunla savaşacak mıyız? İkinci büyük savaşın mimarlarından İngiltere başbakanı Churchill, Türkiye başbakanı İsmet İnönü’yü savaşa yönlendirmek için elinden geleni yapıyor. Ama İnönü, Atatürk’ten devraldığı rota gereği savaşa girmekten kaçınıyor. Buna karşılık yine de “ne olur ne olmaz” denilerek doğu ve batı sınırlarımıza ordumuzu çekip asker yığıyoruz. Almanya Türkiye’ye girmeyecek, Sovyet cephesinde yenilecek ve Batının yarattığı Hitler belası defedilecektir. 1945’te toplanan Yalta Konferansı’nda dünya haritası yeniden çizilecek, yenilen Almanya ve bütün ülkeler, kazanılan tarafça paylaşılacaktır. Stalin (Sovyetler Birliği), Roosevelt (ABD), Churchill (İngiltere) aralarında dünya haritasını düzenleyeceklerdir. Bu arada Türkiye’nin durumu Churchill tarafından batılı ülke olarak ele alınacak, bağımsızlığı tanınacaktır. Savaş bitiminde Türkiye’ye “batı yanlısı olarak savaş ilanı” önerilmiş, Türkiye de kabul etmiştir.

İLK ATATÜRKÇÜLÜK DERSİMİ ONDAN ALDIM

Yıl 1943: birinci askerliğini 1935’de yapmış babam Halil Tansu, 1942’de yeniden askere çağrılıyor. Edirne’de, sınırdaki ordu birliğine katılması için. Almanya’nın Türkiye’ye girmesi an meselesi. Babam ve en yakın çocukluk arkadaşı, kankası (sonradan teyzemle evlenecek olan ve amca diyeceğim Muzaffer Demirer) yan yana, omuz omuza savaşın sıcak soluğunu enselerinde duya duya sabah akşam sınırdaki siperlerde beklemede. Askerler arasında tifo salgını var ve amcam Muzaffer Demirer de birçok asker arkadaşı gibi bu hastalığa yakalanıyor. O sıralarda İstanbul’daki teyzem öğretmen Seniye’yle mektuplaşmaktalar ve ben de annem Hikmet’in karnındayım. Neyse ki Muzaffer, ölen arkadaşlarının kaderini paylaşmayıp tifoyu atlatıyor, ölümden dönüyor. İkisi de iki yıl sınırda soluk soluğa bekledikten sonra benim doğumum yüzünden 1944’de izinli olarak birkaç gün İstanbul’a gelebiliyorlar. İstanbul’da karartma geceleri yaşanmakta. Işıklar yakılmıyor, gece hava baskınları beklenmekte. Çok sıkıntılı ve her yönden kısıntılı günler yaşanıyor, ekmek karneyle satılmakta. Babam beni kucağına aldıktan sonra yine soluğu Trakya sınırında alıyorlar. 1945’de savaş kesin sona erince dönüyorlar ve Muzaffer’le Seniye’nin düğününe katılıyorlar. Dünyanın şenlik günlerine de… Ancak babam Batılı devletlerin, özellikle İngiltere’nin ABD ile birlikte “Avrupa Devletlerini şekillendirme” siyasetini hiçbir zaman kabul etmeyecek, Sovyetler Birliği’nin hakkının yendiğini düşünecek, daha sonra da NATO’ya girişimizi hiç sevmeyecek, Trakya’daki komutanı tarafından kendisine önerilen “sen cesur bir askersin, orduda kal” önerisini de, bu yüzden geri çevirecektir. Kore Savaşı’na katılışımıza, ABD’nin Vietnam’a saldırılarına karşı çıkacaktır. O Atatürk’e ve onun bağımsızlık siyasetine yürekten bağlıydı. Tıpkı dedem gazeteci yazar Sami Karayel gibi, o da her zaman Türk olmakla övünürdü. İlk Atatürkçülük, Türklük ve Cumhuriyet derslerimi aldığım ve “Saraydan Taşraya İstanbul Kadınlığım” kitabımda anılaştırmaya çalıştığım ailemi saygıyla anıyorum.

Sonraki Haber