Şiddetin ozanı ve Lupita'nın babası olarak, Sam Peckinpah

Western türüne yaklaşımı ve şiddeti anlatmadaki açık ve yenilikçi tarzıyla 1970’lerin önde gelen yönetmenlerinden Sam Peckinpah’ın 35. ölüm yıl dönümü. Ayrıca Peckinpah’in kült filmi Vahşi Belde - The Wild Bunch da 50. yaşını kutluyor.

Bu yıl Sam Peckinpah’ın 35. ölüm yıl dönümü. Ayrıca kült filmi Vahşi Belde - The Wild Bunch da 50. yaşını kutluyor.
Amerikalı film yönetmeni, David Samuel “Sam” Peckinpah (21 Şubat 1925-28 Aralık 1984), Western türüne yaklaşımı ve şiddeti anlatmadaki açık ve yenilikçi tarzıyla 1970’lerin önde gelen yönetmenlerinden biriydi. Filmlerindeki sahneler kendinden sonra gelen pek çok yönetmeni etkiledi. Özellikle ağır çekim sekansları kullanarak epik bir dil yakalayan ve “Şiddetin Ozanı” veya eleştirmen Pauline Kael tarafından 1969 yılında ilk kez kullanılan “Kanlı Sam-Bloody Sam” mahlasları ile anılan yönetmenin sinemasından, Tarantino, John Woo gibi günümüzün meşhur yönetmenlerinin etkilendikleri bilinmektedir.
Peckinpah’ı hatırlamak için bahaneler aramak gerekli midir? Sam, sinema tarihinde en eşsiz, şiddet içeren ve şiirsel sahnelerin yaratıcılardan biri mi?
İspanyol film eleştirmeni, Carlos Boyero, 13 Aralık 2019 tarihli El Pais gazetesindeki yazısında bu soruların izini sürüyordu. Boyero’da bu satırların yazarı gibi, birinci sorunun cevabını hayır, ikincisinin ise evet olarak verenlerden.
Onun anlattığı hikâyelerin, imgelerin, karakterlerin diyalogların çoğu, sinema kültürümde ve iç benliğimde yer etmiştir. Filmlerini defalarca seyretmişimdir. Bu büyük yönetmenin filmleri, Sergio Leone, Alfred Hitchcock filmleri gibi kütüphanemde bulunan DVD ve Blu-Ray koleksiyonumun en müstesna parçalarını oluşturmaktadırlar. Sam, genellikle klasik Hollywood jönü kalıplarının dışında kalan oyuncular ile çalışmıştır. Onun karakterlerinin ölümü genellikle stilize ve duygusal bir şekilde olmuştur.

ŞİDDETİN OZANI SAM
60’ların sonunda Hollywood’un fikren ve yaratıcılık bakımından tükenişin eşiğindeydi. Bu nedenle özgürleşmek sinema ortamı için bir çıkış kapısı olarak görülmekteydi. Peckinpah’ın sineması, özgür sinemacılar için dahi sert ve çarpıcıydı. Öyle ki onun filmleri, birçok kez yeniden kurgu sürecinden geçtikten sonra seyirciyle buluşabilmiştir. Onun sert ve stilize, daha çok da epik şiddet kullanımı, sadece şiddet göstermek, kanlı sahnelerle seyirciyi şoke etmek için değil, şiddet olgusunu kökenleriyle birlikte seyirciye göstermeyi amaçlar. Peckinpah filmlerinde iktidar mücadelesi ya da hayatta kalma olgularıyla sıklıkla karşılaşırız. Onun karakterleri, iktidarı elde etmek ya da korumak için kan dökmekten kaçınmazlar. Peckinpah deyince akla ilk gelen tür western olsa da, onu kategorize etmek olası değildir. Filmografisine baktığımızda, Sonsuz Kaçış-The Getaway (1973), Şeref Madalyası -Cross of Iron (1977) Köpekler -Straw Dogs (1971) gibi farklı yapımlar da mevcuttur. Bu arada deha, 1961 ile 1983 yılları arasında, az ve öz, sadece 14 film çekmiştir.
Sürekli yapımcılar ile didişen ve gişe kaygılarını hiçe sayan, inişli çıkışlı bir grafik çizen Sam Peckinpach’ın son döneminde yaptığı filmler eleştirmenler ve izleyiciler tarafından pek beğenilmemişti. Örneğin kamyoncuların hikâyesini anlatan Konvoy filmini hiç beğenmemiştim. Sanki başka birine ait bir filmdi.
Bu satırların yazarı için, üç Sam Peckinpah filmi diğerlerinden daha farklı ve öncelikli bir yerde durur.
Birinci sırada, 1969 tarihli “Vahşi Belde” gelir. Bu filmde, yaşlanmakta olan kanun kaçaklarından oluşan bir grubu takip ederken, karanlık bir Amerika portresi görürüz. Öyle ki tıpkı dönemin Amerika’sı gibi Vahşi Batı da kir, pas, aç gözlülük içindedir ve kana bulanmıştır. İyinin ile kötünün arasındaki sınır iyice kaybolmuş, hayatta kalmak ve muktedir olmak karakterlerin ana hedefi olmuştur. Silahşorların devri kapanmaktadır artık. Başta William Holden olmak üzere, müthiş bir oyuncu kadrosu ile çekilen filmin oldukça epik bir anlatımı ve karamsar bir sonu vardır.
İkinci sırayı ise İskoçya kırsalında bir Amerikalı’nın, karısının doğduğu kasabada yaşadığı macerayı anlatan, “Köpekler” alır. İlk kez Amerika dışında çalışan Peckinpah, bu film ile farklı bir coğrafyada olsa da, aslında western türünün tüm özelliklerini yansıtan oldukça tartışmalı bir başyapıta imza atar. Yoğun bir stilize şiddet, kendini ya da iktidarını tehdit altında hissettiğinde silaha davranmaktan çekinmeyen karakterler ve dünyada hüküm süren erkekliğin dışa vurumu. Tek bir mekânda geçen şiddet sahneleri ve filmin finali oldukça tartışılmıştır. Filmdeki tecavüz sahnesi ile Peckinpah feministlerin boy hedefi haline gelmişti. Son olarak ekleyelim ki, Dustin Hoffman ve Susan George’un oyunculukları unutulmazdı.
Üçüncü olarak ise, benzersiz Steve McQueen ile fırtınalı bir aşk yaşadığı Ali MacGraw’ın başrollerinde oynadıkları “Sonsuz Kaçış” filmini saymak gerekir. Film, şartlı tahliye ile hapisten çıkan Doc McCoy (Steve McQueen) adındaki usta bir hırsızın hikâyesini anlatır. Hapisten çıkmasına yardımcı olanlara diyet borcu olarak, bir bankayı soymak ile yükümlü olan Doc, bankayı eşi Carol (Ali MacGraw) ve iki suç ortağı ile soyar. Ancak sonra olaylar öyle gelişir ki, kendimizi bir anda hınç ve intikam hisleriyle dolu bir çetenin izini sürdüğü kanlı bir kaçış hikâyesinin tam ortasında buluruz. 1970’lerde geçmesine rağmen tipik bir western serüvenidir aslında izlediğimiz. Filmin Quincy Jones imzalı müzikleri de oldukça beğenilmiştir.
Bunlar dışında, 1973 yapımı, “Pat Garrett ve Billy The Kid”, Bob Dylan’lı kadrosu ile ilgi çekici bir westerndir. Ayrıca, II. Dünya Savaşı’nı Almanların cephesinden anlatan, Maximilian Schell ve James Coburn’lü “Şeref Madalyası” gibi çok sert bir film ile Peckinpah’ın en kişisel eseri, “Bana Onun Kellesini Getirin” (Bring Me the Head of Alfredo Garcia) unutulmamalıdır. Hollywood tarafından dışlanan, kargaşa ve anlamsız şiddet gösterisi olarak etiketlenen ancak dehanın, “İyi ya da kötü, beğen ya da beğenme, bu benim filmimdi”, diyerek daima arkasında durduğu “Bana Onun Kellesini Getirin”, ne acıdır ki “Şeref Madalyası” gibi gişede hezimete uğrayacaktır.

LUPİTA'NIN BABASI SAM
Efsanevi film yönetmeninin, tam üç kez evlendiği büyük aşkı Meksikalı film yıldızı Begoña Palacios’dan olan kızı Lupita Peckinpah, El Pais gazetesine konuştu. Lupita, ABD-Montana’da küçük bir kasabada, bir dağ evinde avlanarak ve balık avlayarak, setlerden uzak küskün ve yalnız olarak yaşamının son aylarını geçiren babası hakkında çekilen bir belgesel dolayısı ile Livingstone kasabasına misafir olmuştu. TCM kanalı için çekilen Pedro González Bermúdez’in yönettiği “Peckinpah Suite” isimli film Madrid’de sinemaseverler ile buluştu ve ilgi gördü. Şüphesiz ki Sam, sinema dünyası için dahi bir yönetmendi. Lupita için ise, sadece “baba” idi. Henüz 12 yaşlarındayken kaybetmiş olduğu bir baba. Cinemania dergisinde Rubén Romero Santos’un 14 Aralık 2019’da aktardığına göre belgeselin yönetmeni Pedro González Bermúdez şu hususa dikkat çekiyor; “film bir kız çocuğunun babasını arayışı, o halen bilinmeyen bir baba ve keşfedilecek pek çok gizemi var.”
Küçük kız, birkaç günü Puerto Vallarta’da annesi ve babası ile birlikte geçirecekti. Babası onlardan daha erken gitmişti ve annesini aramıştı. Pekiyi değildi. Hastaneye kaldırılıyordu. Böylece anne ve kızı, dâhinin yanına Los Angeles’a uçtular. Orada, sinemanın en büyüklerinden biri, Sam Peckinpah öldü. Lupita için, uzaklarda olan, henüz tam olarak tanıyamadığı ve sadece bir “baba” idi giden ve asla geri gelmeyecek olan.
Lupita 12 Aralık 2019 tarihindeki galanın ardından, El Pais gazetesinden Gregorio Belinchón’a, babası ile ilgili anılarını ve hissettiklerini anlatacaktır.
“Montana dağındaki kulübeye girdikten sonra babamın varlığını hissettim. Ağlamaya başladım. O oradaydı, hissettim. Öldüğünde ben küçüktüm. Tuhaf anılarım var. Bir defasında, Paskalya’da, hediyeler almak için beni bir alışveriş merkezine götürdü. Ve Paskalya yumurtaları aradık. Sinema hakkında hiç konuşmadık, çünkü muhtemelen bizimle birlikteyken tatildeydi ve eğlenmek ve dinlenmek istiyordu. Çocukken onu çok idealize ettim. Annem bunun için benimle şaka yapardı. Daha sonra öfke safhasından geçtim. Çünkü o asla bizimle değildi. Ama onu sevmekten asla vazgeçmedim”.
Lupita, paranoya, hezeyan, alkol ve madde bağımlılıkları ile zor bir adam olarak bilinen babasının, eşi Begoña’ya her zaman büyük bir sevgi ve şefkat ile yaklaştığını söylüyor ve onunla son hatırasını şöyle paylaşıyor:
“Puerto Vallarta’ya yapılacak muhtemel seyahatten iki gün önce beni aradı ve beni her zaman seveceğini unutmamamı söyledi. Tuhaf bir andı. Şimdi ise o telefon görüşmesi, her hatırladığımda gözlerimi yaşartan bir anı oldu. Bir şekilde, bir vesileyle adı geçtiğinde mutlu oluyor ve gurur duyuyorum. Ona belki bunu yaşarken söyleyemedim. Ne mutlu ki, ben Sam’in kızıyım!”

Sonraki Haber