Şiirle çizilen bir kıta
Mağaralarda Paleolitik resimler sanatın öncülü olsalar da kutsal kitaplarda söylendiği gibi ‘önce söz vardı’ ve sözün en kutsal olanı şiirdi.
Paleozoik zaman sonları ile Mezozoik zaman başlarında var olan süperkıtaya evrenbilimciler Pangaea ya da Pangea adını verirler. Yaklaşık 335 milyon yıl önce dördüncü kez daha önce ayrılan kıta parçaları bir araya geldi ve yaklaşık 200 milyon yıl önce yeniden ayrılmaya başladı. Bu süperkıtanın büyük parçası güney yarımkürede bulunuyordu, çevresi süper okyanus Panthalassa ile çevriliydi.
Pangea magma tabakasındaki konveksiyonel hareketler sonucunda güneyde Gondvana ve kuzeyde Laurasia (Lavrasya) olarak ikiye bölündü. İlerleyen evrelerde bu 2 kıta parçalanmaya devam ederek günümüzdeki kıtalara dönüştü. Gondvana'nın parçalanmasıyla Antarktika, Güney Amerika, Avustralya ve Afrika Laurasia'nın parçalanmasıyla Kuzey Amerika ve Avrasya (Asya ve Avrupa) Kıtaları ortaya çıktı.
Bilimsel verilerin dışında bu ayrışma sırasında iki kıtanın derin okyanuslar altında kalarak, kayıp kıtalar olarak kaldığı ileri sürülür. Bunlardan biri Atlantis, diğeri Mu’dur. Mu Kıtası’nın varlığını 19. yüzyılda yaşamış yazar ve gezgin Augustus Le Plongeon ortaya atmıştır.
Plongeon’a göre Mu, Büyük Okyanus’ta yer alıyordu ve bundan on dört bin yıl önce batarak yok olmuştu. Plongen, Mu’da Antik Mısır ve Mezoamerika toplumlarının atalarının yaşadığını ileri sürüyordu. Söylence bununla bitmedi, bu kez James Churchward kıtanın Büyük Okyanus’ta değil Pasifik Okyanusu’nda olduğunu gündeme getirdi.
MU’NUN VARLIĞI
Churchward Mu’nun varlığlını ileri sürmekle yetinmedi, kıta hakkında aralarında Türkçeye çevrilen, Kayıp Kıta Mu / İnsanın Anavatanı, Mu Çocukları, Mu'nun Kutsal Sembolleri çevrilmeyen diğer üç kitapla birlikte altı kitaplık bir seri kitap yazdı.
Kayıp Mu Kıtası, şair Nisa Leyla’nın da şiir evrenini oluşturuyor. Leyla, şiir evreninin sınırlarını kayıp kıtayla özdeşleştirerek, Öteki Yayınevi arasından çıkardığı ve Mu adını verdiği şiir kitabıyla şiir kıtasını kimi zaman düzyazı kimi zaman dizelerle çiziyor.
ÖNCE SÖZ VARDI
Şiir geleneği, varlıkbilimsel olarak Sümerler’e kadar dayanıyor. Sümerler’in Gılgamış Destanı şiirdir. Sümer öncesi de var şiir ve Avcı Toplum’dan Toplayıcı Toplum’a geçişe kadar geri götürülebilir. Paris’te Chauvet ve Lascaux, İspanya’da Altamira, Somali’de LasGaal, Brezilya’da Serra da Capivara, Hindistan’da Bhimbetka gibi mağaralarda Paleolitik resimler sanatın öncülü olsalar da kutsal kitaplarda söylendiği gibi “önce söz vardı” ve sözün en kutsal olanı şiirdi. Yazılı anlamda bugünkü kavramlarla şiir diyebileceğimiz yapılar halk şarkılarında, Sanskritçe Vedalarda, Zerdüştlük inancının Gatalarında, Homeros’un İlyada, Odysseia’sında bir gereksinimi karşılamak üzere ortaya çıktı.
Cahit Sıtkı Tarancı, musikiden, sözden çok Chauvet, Lascaux, Altamira, LasGaal, Serra da Capivara ya da Bhimbetka’daki Paleolitik ressamlar gibi tanımlar şiiri. Tarancı için şiir; “Kelimelerle güzel şekiller kurma sanatı”dır.
Bir yapıtın düz yazı veya şiir şeklinde olması onun tarzını etkilemez, şiir şiirdir. Divan yazınında bu tür şiirler mensur şiir olarak adlandırılıyor. Fransızca’da poème en prose, İngilizce’de prosepoem olarak geçiyor. Düzyazı şiirlerde de dizelerle yazılan şiirlerde olduğu gibi aynı yoğunlukta ve aynı imgesel anlatı var. Fark olarak düzyazı şiir, şiir ve düzyazının özgür biçimiyle birleştirmiş olduğu gösterilebilir.
ATEŞLERLE SINANMIŞ BİR KITA
Türün en önemli şairlerinden biri Baudelaire. ‘Paris Sıkıntısı’nda Baudelaire öykünün ve anlatının sınırlarında gezinir. Comte de Lautréamont’un ‘Maldoror’un Şarkıları’, Arthur Rimbaud’nun ‘Illuminations’u da düzyazı şiirdir ve şiirliklerinden hiçbir şey yitirmezler. Stephane Mallarme’ninkiler de öyle…
Nisa Leyla’nın Mu kitabı; Ruhların Piştiği Yer, Etin Piştiği Yer, Hakikatın Piştiği Yer, Hazzın Piştiği Yer olarak dört katmanlı. Leyla ateşlerle sınanmış bir kıtanın ve o kıtanın insanlarının evrenini, aslında fiziksel varlığını sürdüren, ama aslında yitik kıtalar kadar yitik insan ve onun doğasını çizerek anlatıyor. Varoluşu anlattığı düzyazı şiirinde; “Güneş durdu durdu, sonra başladı suyla savaşı karanın. Isırıp kopardı. Muhteşem besin! Sonsuzluktan hamile kaldı. Su fışkırdı altın boyut : Mu. Mu, Mu.”
Leyla kitabını “Savaş yıllarında aç kalarak at pislikeri içinden öğütülmemiş arpaları seçerek karnını doyurmaya çalışanlara / Kapitalizmin aç bıraktığı dünya çocuklarına / Hayatları ellerinden alınan işçilere / Bedenleri, ruhları, hayatları sömürülen dünya insanlarına / Duygularını ve dizelerini mutfaktan çıkaramayan bütün kadınlara…” adıyor.
CEHENNEME GİTMEDEN ARAF
Çok önemli saptamalar bunlar. Nitekim Nisa Leyla’nın şiirlerinde de varoluştan bugüne evren denilen bir kıtanın ve o evren halkının ortaya çıkışını, yine aynı tutkular yüzünden o evrenin insan soyunun yanılgıları, tutkuları, doymak bilmez iştahları, sorumsuz bencillikleriyle nasıl kayıp kıtalar gibi yitmeye uzandığını düzyazı şiirlerle, ya da dizelerle anlatıyor… Nisa Leyla cehenneme gitmeden önce arafı işaret ediyor.
Leyla’nın Mu’da yer alan düzyazı ve dizeli şiirleri baştan sona simgesel. Leyla açıklıkla yazmıyor şiirini, sezdirmek istiyor ve sezdirirken varsıl göndermelere yazınsal bir kata kuruyor. Kimi şiirlerinde de simgeselliği anlaşılır kılarak şiirin iki yönünü de kitabına taşıyor.
Koşmuyorum gün batımına, batarsa batsın!
paranın arkasından
yırtmıyorum elbisesini dünyanın! (…)
Koşmuyorum maddeye, meydan okusa da!
hiçbir dönüşüm aşkın
ipekten gücünde değil!
hiçbir dönüşüm dostluğun
muskat gücünde değil!
nektar ve ambrosia yedirmiş bedenine
şu açgözlü
kurban ediyor onun aklını
kutsalın varlığına!
Umutsuz değil şair aynı şiirde şunları da söylüyor:
İnsan pişiyor, tüm canlıları yiyerek yaşasa da.
Tantalos oğlunu tanrılara sunsa da benden
mutfakta insan insanı yese de
gün koşuyor doğumuna!