Sistem partileri neden Üretim Devrimi yapamaz

Osmanlı, ilk dış borcu aldığı 1854 yılından 1874 yılına kadar 15 ayrı dış borç anlaşmasıyla 239 milyon lira borçlandığı halde hükûmetin eline yalnızca 127 milyon lira geçebilmiştir. Bankerlerden faizle para almanın eşsiz konforu, Türkiye’yi yöneten tüm sistem partilerinin DNA’sında yer almaktadır

Hazîne-i Hassa, Galata bankerlerinden Artistide Baltazzi, Camondo ve Tubbini’ye olan borcun ödenmesi için banker Zarifi’den 5.797 lira 3333 kuruş borç almıştır.”
Osmanlı Bankası Arşivi (20 Haziran, 1858)

Osmanlı Bankası arşivinden alınan yukarıdaki kayıt, bir yönüyle ironi içerse de, “Bolluk ülkesi” olarak nitelenen ülkemize, borçlanma ekonomisi büyük bir trajedi ve yıkım getirmiştir.

Eşsiz kaynaklara rağmen bunları harekete geçiremeyen, hazinenin günlük para gereksinmelerinin Yıldız Sarayı’ndan faytonla yarım saatlik yoldaki Galata bankerlerinden faizle para temin etmenin eşsiz konforu, Türkiye’yi yöneten tüm sistem partilerinin DNA’sında yer almaktadır.

“Bolluk Ülkesi” büyülü bir doğu masaldan alınan bir tanım değil, Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasından bugüne değin, üzerinde yaşadığımız ülkemizin kaynak zenginliğinin bir tarifidir.

Oryantalistlerin, batıdan doğuya tepeden bakışını yansıtan “Orient” sözcüğü, Latince, yükselen anlamına gelen “oriens” sözcüğünden türedi. Levant, İtalyanca yön olarak “doğu” anlamındadır.

Doğu uygarlığının görkemine karşı bir aşağılık kompleksinin yansıması olan Oryantalizmin tersine, batıdan gerçekçi bir bakışla bolluk, zenginlik, güç ve asaleti betimler bu sözcük aynı zamanda.

Çünkü Doğu Akdeniz ve Anadolu üretimi, kaynakları ve ticari canlılığıyla yükselen bir coğrafyaydı…

Mısır’ın vergisi, Suriye ve İzmir Gümrükleri hasılatı karşılık gösterilerek, İngiltere ve Fransa’dan, Londra’da bulunan Rothshild Bankası aracılığı ile 5.300.000 Frank borç alındı (1855).

SABİR DİLİ VE LEVANT’IN ÖNEMİ

Bu bereketli coğrafya’da üç yüz yıl boyunca farklı milliyetlerden tacir ve denizcilerin tercüman kullanmadan anlaşabildikleri “Sabir” lisanı ortaya çıktı. Bu dil; İspanyolca, İtalyanca, Fransa’nın Provance lehçesi, Yunanca, Arapça ve Türkçe sözcüklerden oluşuyordu. Papa ile aynı dili konuşmak istemeyen Türkler tarafından geliştirildi. Yazısı yoktu. Yeniçeriler de bilirdi. Ticaret ve diplomaside kullanılırdı.

1830’lardan sonra bu lisan Fransa’nın baskılamasıyla Lingua Franca olarak tanımlandı. (Glottoloji -kayıp diller- ve Dilbilim uzmanı Prof. Guido Cifoletti)

Moliere’nin Kibarlık Budalası’ndaki Goldoni ve Calderon tiplemeleri bu dili kullanıyordu.

İspanyol yazar Cervantes esir olduğu Cezayir’de Lingua Franca öğrenmişti. Don Kişot romanında, bir karakterine “Birbirimizle konuşabilelim diye tüm dillerin bir karışımı” olduğunu söyletir.

Pera’da saatçilik yapan akrabaları olan Jean-Jacques Rousseau da bu dilde birkaç sözcüğü bilirdi.

Sabir’in ortaçağdan 19. yüzyıla kadar yaygın kullanımı Türk imparatorluk coğrafyasının içine kapanık ve durağan değil aksine son derece canlı ve devinimli bir ekonomisi olduğunu gösterir.

1500’lü yılların başından itibaren, yokluk, salgın hastalık ve mezhep kavgalarının girdabında bulunan Avrupa için, Osmanlı İmparatorluğu’na ait Doğu Akdeniz’deki liman kentleri Bolluk Ülkesi “Levant’a” gemilerle ulaşıp, ticaret yoluyla ürün temin edebilmek yegâne çözümdü. Pamuk, tekstil, tahıl, pirinç, şeker, baharat, halı ve ipek başlıca ürünlerdi.

İstanbul’da bulunan Latin kiliselerinin, Kasımpaşa Deniz Zindanı’nda bulunan Hristiyan esirler için topladıkları parayla, gerekli cizyeyi ödeyerek özgürlüklerine kavuşan azatlılar, kendi ülkelerine dönmek yerine Avrupa’nın ünlü Venedik ve Cenova limanlarından çok daha hareketli ekonomiye ve ürün çeşitliliğine sahip olan İstanbul’da kalmayı tercih ederek ve katolik topluluğunun %43’ünü oluşturdular (Acteas De La Visite Apostolique dans le Levant, Monsenyör Cedulini, elyazması 1580).

Birecik limanında nakliye

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SICAK PARA ELEŞTİRİSİ

“Carpe Diem” (Latince, anı yaşa) felsefesine dayalı devlet yönetimleri, yüksek faizle borçlanarak sağlanan sıcak para girişi, anlık geçici bir rahatlama sağlarken, üretime, gelişime ve ülkemizin güvenliğine zarar verip geleceğine yıkım vermiştir.

Bu gerçeği, saltanat koşullarında korkusuzca yazabilen tek aydındır Evliya Çelebidir. Evliya Çelebi’nin döneminde, İstanbul’da, şarap ticaretinden vergi alınması üzerine; “Ayet-i şerif; içki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytanın işidir bunlardan uzak durun buyurmuştur. Lâkin Âl-i Osman’ın esbab-ı ihtişamı çok olmağile masarif dahi ziyade olup emr-i Hudâ üzre bu şarâbı men etmeyüp senevi kîse hâsıl olur başka emanet-i kübradır’ (Seyahatname, 1. cilt, sayfa 355) deyü yazar.

Günümüz Türkçesiyle Evliya, Osmanlının görkemli yaşamı ve masrafı çok olduğundan şarap vergisiyle gelir elde edip, korunması gereken ilahi görevin yerine getirilmediğini yazması, ekonomi tarihimizde ki sıcak para ekonomisine yapılan ilk eleştiridir.

Avrupa’nın gözü pek denizcileri ve öncü tacirleri küçük yelkenlileri ile fırtınaları, korsanları umursamadan, Osmanlı devleti coğrafyasının gözde ürünlerinin toplandığı İskenderiye, Beyrut, Halep (Hatay-Payas), İzmir, Selânik, İstanbul ve Urfa limanından, ülkelerine ürün temin edip zorlu yolculuklar karşılığında zenginleşmenin yolunu buldular.

Birecik Tersanesi

URFA LİMANI MASAL DEĞİL

Urfa limanı mı? Gerçeküstü bir şark masalındaki liman değil.

Evet! Bizim Şanlıurfa’nın Birecik limanı.

Başta Ayntab (Gaziantep ve civarı) bölgesi olmak üzere Anadolu’da üretilen zahire, ticari emtia ve askeri malzeme Birecik’ten itibaren durgun akmaya başlayan Fırat Nehri üzerinden sal ve gemilerle Basra Körfezi’ne ve ardından Hindistan ve oradan Çin’e ulaştırılıyordu.

Birecik’te suyun sakin olduğu dönemde hareket eden gemiler, Fırat ve Dicle nehirlerinin birbirine en yakın yerinde açılmış olan “İsa Kanalı” olarak bilinen yaklaşık 50 kilometrelik bir kanalla Dicle Nehrine geçilmekte ve Bağdat’a da zahire ulaşmaktaydı.

Donanma komutanlığı, tersanesiyle, ambarlarıyla döneminin ihracat merkeziydi Urfa’nın Birecik limanı.
Anadolu’da üretilen ürünlerin, Basra Körfezine ulaşımı için Birecik tersanesinde sadece 1571 yılında 150 tahıl ve 250 asker nakliye gemisi inşa edildi. Tersanede 5 reis, 2 neccar, 54 kürekçi istihdam edilmişti.
Bunun dışında üretime odaklanan bölge halkı, kendi imâl salları ettiği katranla yalıtarak şişirilmiş keçi tulumlarından oluşturduğu sallarla Anadolu buğdayını ve diğer zahireyi, Basra tüccarlarına ulaştırıyordu.

Birecik tersanesinde 1702’de Osmanlı devletinin Fırat suyolu güvenliğini sağladığı Nehr-i Şad donanması için Abdurrahman namıyla maruf tersaneciye 60 fırkete, 1860 kürekli fırkete, 284 filika, 132 sandal imal ettirildi. (Ayntab kadılığı belgesi 2 Mayıs 1702)

Galata Bankerleri

VERGİNİN ÖZELLEŞTİRİLMESİ

“Bolluk Ülkesinin” tılsımı özellikle 18. yüzyıla girerken Osmanlı merkezi hazinesine ivedi/kolay sıcak para sağlama amacıyla, aşar vergisinin tahsilatının iltizam usulü ile vergi toplamanın özelleştirilmesiyle sönmüştür.

Padişah ve Saray’la doğrudan ilişkili olan bankerler, Tanzimat’la birlikte yüksek düzeyli memurların devlet yönetiminde yetkilerinin artmasıyla bankerler vekil, vükela ve valilerle ilişkiye yoğunlaştılar. Valilik makamını, devletin çeşitli kademelerine büyük rüşvetler vererek ele geçirenler, bankerlere bu rüşveti verebilmek için borçlanırdı.

Ardından vali olunca bu borcu ödeyebilmek için iltizam usulü ile aşar vergisini toplama yetkisini düşük bir ihale bedeliyle kazanırlardı.

Bankerler, verimli toprağı olan bölgelerin, aşar gelirlerini iltizam usulü ile oldukça ucuza kapatarak devletin maliyesini zayıflatan ve zayıflattıkları devlete yeniden borç veren bir döngü yarattılar. Kısaca devletin özelleştirme ile devrettiği vergi kazancıyla, devlete yüksek faizli borç vermekteydiler.

Verginin özelleştirilmesi, vergi tahsildarı servet sahibi familyalar yarattı.

Beyrutlu Sursock’lar tımar yolu ile zenginleşen uluslararası burjuvazi içinde yer edinmiş önemli ailelerden biriydi. Vergisini ödeyemeyen köylülerin topraklarına el koyarak geniş topraklara sahip oldular.

İSRAİL’E TOPRAKLARI SURSOCK AİLESİ SATTI

Sursock Ailesi 1872 yılında Osmanlı devletine verdikleri borçları tahsilde sorun yaşayınca ilk aşamada yıllık 12.000 sterlin vergi getirisi olan 202,34 km karelik Emir Vadisi’ni 20.000 İngiliz sterlini karşılığında ardından Batı Celile, Hefer Vadisi, Hayfa Körfezi gibi tarıma elverişli en verimli toprakları, devletten alacağına karşılık devir aldı.

Sursock Ailesi 1912-1925 yılları arasında Yahudi Ulusal Fonu adına arazi toplayan İsrail Arazi Geliştirme Şirketi PLDC’ye bu arazilerin satışını yaptı.

1948 yılında İsrail devleti, Osmanlı’nın sıcak para politikası nedeniyle ödeyemediği borçları karşılığı Sursock Ailesine devrettiği topraklar üzerinde kuruldu. 1948’e kadar Filistin’de satılarak, İsrail devletinin kurulduğu arazilerin %22’sini Sursock’lar sattı.

Diğer bir aile Baltaziler’in İzmir’de geniş topraklar elde edip köylüleri yerinden etmeleri sonucu eşkıyalığın artmasına neden oldular. Sultan Abdülmecit’in bankeri olan Theodore Baltazzi, Galata Köprüsü’nün geçişi parasını toplama hakkını devir almışı.

Günlük düzeyde, borç para arayışında olan, Osmanlı devletinin kendi topraklarında otoritesi belirgin olarak zayıfladı.

1897 yılında Yunan bayrakları ve üniformalı bandonun çaldığı Yunan milli marşı eşliğinde, Osmanlı tâbiyetindeki Rumlar’ın İzmir’de yapılan resmigeçitle, o yıl çıkan Türk-Yunan savaşında Yunan ordusu safında savaşmak üzere Türk makamlarının gözü önünde Yunanistan’a gönderilmesi bir garabet örneğidir.

II. Abdülhamit’in tahta çıkışının yirmi beşinci yılı anısına, halktan toplanan bağışlarla inşa edilen İzmir Saat Kulesi, 1901 yılında Helenizm etkisi altına giren Rumlar tarafından yıkılmaya çalışılması son anda önlenebildi.

GEMİ KAZANLARINDA YAKILAN HİNTLİ CESETLERİ

“Maliye idaresi evvelki gün Galata piyasasından 50.000 lira tutarında bir borç akdetmiştir. Bu şekilde sağlanan paranın Ramazan bayramı arefesinde bir aylık maaşların ödenmesine tahsis edilecektir”
La Turqui gazetesi 4 Ağustos 1880

Bir vilayetin vergi toplama hakkını edinen mültezimler bu haklarını bölgeyi bölerek, alt sözleşmeler yaparak yine peşin ödemeyle yerel vergi ağalarına devretmişlerdir.

Vergi ağaları yaptıkları bu “yatırımın” bazen beş katını halk ve çiftçiden kendi silahlı güçlerinin zorbalığıyla, kırbaçlarını şaklatarak vergi topladılar.

Benzer uygulamayla 1770’de, Britanya’nın Hindistan’daki ticaret tekeli İngiliz Doğu Hindistan Şirketi bir siyasi yapı gibi tarım vergisi toplama yetkisini ele geçirdi. Tarım vergisi %16’dan %60’a, bazı bölgelerde %70’e çıkartarak köylülerin tarım topraklarını terk ederek göç etmesine ve çıkan kıtlık sonucu 10 milyonun üzerinde Hintli açlıktan yaşamını yitirmesine neden oldu.

Hintlilerin cesetleri, İngiliz buharlı gemilerinde kömürden daha ekonomik ve kalorisi daha yüksek olması nedeniyle kazanlarda yakıt olarak değerlendirdi.

Şirket 38 milyon İngiliz sterlini vergi topladı, bunun 2 milyon sterliniyle Hintli işbirlikçileri hizmetleri karşılığında fonladı. (British Parliamentary Papers, Report of Indian Famine Commission, London 1880)
Güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu, sanayi devriminin finansmanını, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin askeri güçle Hindistan’a çökmesiyle sağladı.

YERLİ ÜRETİCİYE YÜZDE 20 YABANCI FİRMALARA YÜZDE 5

Akdeniz’in güneyinden Levant’a doğru giden akıntı, teknemizi Osmanlı Devleti’nin Bolluk coğrafyasına götürdüğünde, Mısır’ın vergisi, Suriye ve İzmir Gümrükleri hasılatı karşılık gösterilerek, İngiltere ve Fransa’dan, Londra’da bulunan Rothshild Bankası aracılığı ile 5.300.000 Frank borç alındı (1855). İç pazarın Batılılara açılması yerli üretici, tüccar ve esnafın iflasına yol açtı. Batı sermayesi tüm limanlarda hatta Halep ve Şam’da ticarete hâkim oldu.

Yerli tüccar ve esnaf, Galata bankerlerinden %20 faizle kredi bulamazken, yabancı firmalar %5’ten kredi sağlayabiliyordu.

Osmanlı maliyesinin giderek artan borçlanma gereksinmesine öz sermayeleri yetersiz kalan Galata bankerleri, Fransa ve İngiltere’den borç bulmak için aracılığa başladılar.

Pera’dan Fransızca yayın yapan Revue de Constantinople, La Turquie, Phare du Bosphore, Osmanlı, Le Monitor Ottoman Pera basını bunları “kurtarıcılar” olarak gösteriyordu. Babıâli basını ve Türk halkı, Osmanlı Devleti’ni Batılı ülkelerin parasına muhtaç edecek kadar yoksullaşmasına neden olan bunları “medeniyet ve insanlık filokserası” (asma köklerinin suyunu emerek, bağları yok eden asalak) olarak tanımladı (Nemci Terakki Gazetesi, 10 Eylül 1908).

Osmanlı İmparatorluğu ilk dış borcu aldığı 1854 yılından 1874 yılına kadar 15 ayrı dış borç anlaşmasıyla 239 milyon lira borçlandığı halde hükûmetin eline yalnızca 127 milyon lira geçebilmiştir.

DEVAM EDECEK

Sonraki Haber