Slavoj Zizek: Kılavuzu karga olan bir profesörün sınırları
Profesör Zizek’in Çin, Rusya, Türkiye başta olmak üzere güncel 'dünyevi' konulardaki söylemleri, son derece çapsız ve maalesef genel geçer klişelerin ötesinde değil. Türkiye özelinde Necip Fazıl'ın ortaya attığı 'Şalcı Bacı' yalanı bunun bir göstergesi.
Sloven Marksist sosyolog, filozof ve kültür eleştirmeni Profesör Slavoj Zizek son günlerde ülkemizde yine gündemde. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin etkinliğinde konuşmacı yapılmasına Türkiye Gençlik Birliği (TGB) -PKK/PYD dostu olduğu iddiasıyla- sert tepki gösterdi.
Hazır çokça konuşuluyorken, uzun yıllardır Zizek’i oldukça iyi takip eden -tüm önemli kitaplarını ve makalelerini okuyup, Türkiye’deki konferanslarına giden- biri olarak, gelin beraberce, somut bir örnek üzerinden, birtakım tespitler yapıp, profesörün -sınırları- üzerinde biraz kafa yoralım.
ŞALCI BACI YALANI!
Bundan 5 yıl önce, 2016’da Zizek’in “Cinselliğin Politikası-The Political is Sexy” adlı makalesi yayınlandı. (https://thephilosophicalsalon.com/the-sexual-is-political/) Profesör Zizek bu makalede aslında kimlik ve cinsiyet siyasetine son derece güçlü bir eleştiride bulunuyordu. Yani “Cinselliğin politikası olmaz” ana fikrini geliştirip anlattığı kapsamlı bir yazıydı. Dolayısıyla zaman zaman Zizek’in artık şu çok bildik “Otoriterlik ve totalitarizm” üzerinden belirli ülkeleri eleştirmek doğrultusunda yaptığı bir takım çıkışlara sempati besleyen, neoliberal, siyaseten doğrucu liberal sol çevrelerde bu makale adeta bir soğuk duş etkisi yarattı.
Gelgelelim makalede gözüme çarpan çok ilginç ve “uyumsuz” bir bölüm vardı. 1926 Kemalist Türkiye’sine atıfta bulunan bir paragraftı bu ve “Şalcı Bacı” ile ilgiliydi. Evet, yanlış okumadınız, hani bizim şu meşhur “Şapka giymediği için asılan Şalcı Bacı” palavrası! Profesör, bilgi kaynağına nasıl güvendiyse artık, yazıda Nimet Arzık tarafından anlatıldığı iddia edilen olayı (2 metre boyundaki Şalcı Bacı’nın Erzurum’daki idamını, son derece açık saçma ayrıntılarına -mesela erkeğe benzetilmesi- rağmen) ciddi ciddi bu önemli makalesine almıştı.
Gözlerime inanamadım tabi, konunun ne kadar deli saçması olduğunu daha önce de araştırdığım için, emin bir şekilde, Profesör Zizek’in Türkçeye yazılarını çeviren dostum Engin Kurtay’ı aradım. Ona, bu Şalcı Bacı efsanesinin zaman zaman ortaya atılan bir yalan olduğunu anlatıp, bu konuda Profesör Zizek’e bilgi vermesini rica ettim. Engin’de, sağolsun, ciddiyetle ilgilendi. Makaleyi Türkçeye çevirmeye başlamadan önce Profesör Zizek’e, bu hikâyeye ilk kez 60’ların sonunda şair Necip Fazıl Kısakürek’te rastlandığını, ondan önce bir kaynak bulunmadığını, İslamcı ve liberal yazarların da Kısakürek dışında referans gösteremediklerini anlattı. Olaya delil diye gösterilen bir fotoğrafın da Erzurum’da değil başka bir ilde yıllar sonra cinayetten hüküm giyen bir kadına ait olduğunun ortaya çıktığını söyledi. Erzurum’a ait İstiklal Mahkemeleri tutanakları da yayımlanmadığından hikâyeyi doğrulama imkânı bulunmadığını, dolayısıyla da karşı-devrimci propaganda ürünü bir yalan olma olasılığının güçlü olduğunu belirtti ve çeviride bununla ilgili ne yapması gerektiğini sordu. Profesör Zizek, yazıdan o bölümün çıkarılıp atılması talimatını verdi. Nitekim makalenin –Şalcı Bacı bölümü çıkarılmış- daha uzun ve kapsamlı yeni bir güncel halini de Engin Kurtay’a gönderip, onun çevirisiyle yayınlattı.(https://kurtayacademics.com/2017/06/17/cinselligin-politikasi-olmaz-bolum-1-prof-slavoj-zizek/)
Öyleyse, bizzat şahit olduğum bu örneğin de desteğiyle yola çıkarak birkaç tespitte bulunalım.
İKİ ZİZEK’İN HİKÂYESİ!
Birincisi, tekrar altını çizelim ki Profesör Zizek, Hegel-Marx-Lacan üzerinden felsefesini inşa eden ve özellikle günümüzün baskın neoliberal çok kültürcü ve siyaseten doğrucu politikalarına, küresel kapitalizme sağlam eleştiriler getiren bir düşünür. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ama teorik alandaki bu yazıları derinlikli, çok boyutlu ve niteliklidir. Marksist değer teorileri, tekerrür etmek, başarısız olmanın yapısallığı, sınıf çatışmasının öncelliği, devrimci şiddet, fanteziyi katetmek, büyük öteki gibi pek çok kavramlarla önemli toplumsal eleştiriler yapan bir filozof var karşımızda yani.
Üstelik Dünyayı saran koronavirüs salgınına karşı en etkili mücadele biçiminin küresel bir komünizm sistemi yaratmak olduğunu öne sürüyor; dayanışma ve iş birliğine dayanan bir alternatif toplum olanağının mevcut olduğunu vurguluyor.
İşte Roger Scruton gibi muhafazakâr, emperyalist sağcıların da “devrimin soytarı prensi” gibi aşağılayıcı ifadelerle hedefindeki bu filozofun kafa emeğine saygı duyalım ve Zizek’in hakkı Zizek’e diyelim!
İkinci tespitimiz şu: Bu kadar derin bilgi birikiminiz olsa da, özellikle güncel politik konularda eğer -bilgi kaynaklarınız sizi doğru beslemiyorsa- Zizek bile olsanız, kolayca yanlışa düşebiliyorsunuz. Haber kaynakları demişken, misal profesörün, Türkiye konusundaki bilgi kaynaklarından birinin yazar, akademisyen Sayın Bülent Somay olduğunu tekrar hatırlatırsak; neoliberal kültür eleştirisi yapan bir felsefecinin, belirli tikel durumlarda görüş bildirmeden önce, tam da ters yönden, ne tür bir “beslemeye” maruz kaldığını da örneklemiş oluruz.
Yani Profesörün, nedense(!) sıkça başına gelen, İngilizce deyimiyle “çöp içeri çöp dışarı-garbage in garbage out” yani bir “hatalı veya değersiz girdilerin yarattığı anlamsız çıktı” durumu! Yanlış anlaşılmasın, profesör, kimi tekil politik ve güncel konularda, akademik çevreleri mesken tutan bazı neoliberal kişilerce “basitçe kandırılıyor” demiyoruz; onun çok daha ötesinde, “Zizek-neoliberal bazı akademisyenler-ana akım medya” arasında, birbirini besleyen -moda deyişle- bir tür “ekosistem” oluştuğunu iddia ediyoruz. Bu “kandırılma” sayesinde de Zizek, popülaritesini, Batı medyasının ana akım gazetelerinde devam ettirebiliyor, öyle ya da böyle hep gündemde kalıyor.
İşte burada “ikinci” bir Zizek ile karşılaşıyoruz!
Buradan hareketle de, bu neoliberal haber ve bilgi kaynaklarının kılavuzluğunda, Zizek’in, somut örneklersek yine, mesela Türkiye ve Çin konusunda yaptığı analizlerin, genel itibariyle, son derece sığ ve yüzeysel yaklaşımlar taşıdığını kolaylıkla ileri sürebiliriz.
MASALIN DEĞİŞİK BİÇİMİ
Profesör, “Kürtlerin Türk istilasına karşı direnişine tam destek vermek ve Batılı güçlerin onlarla oynadığı kirli oyunları sertçe reddetmek, bu nedenle görevimiz. Eğer Avrupa yüzünü Kürtlerden başka yöne çevirirse, kendi kendisine ihanet edecek” diyecek kadar ateşli bir militan olarak karşımıza çıkıyor burada. (https://www.independent.co.uk/voices/kurds-syria-trump-turkey-rojava-macedonia-greece-zizek-a9166206.html)
Hadi, Profesör, bazı Batı medyasında, terörist örgüt PYD/YPG/PKK’nın “laik kadın savaşçılar” olarak mazlumlaştırılıp, romantize edilmesi tuzağına -bir şekilde- düştü diyelim, ya siyaseten, Kürt hareketinin ABD’nin bölgedeki kukla örgütü haline gelmesini nasıl böylesine kolayca ussallaştırıyor?
Aynı şekilde, Çin’e de bir türlü “yamuk bakamıyor” değerli Profesörümüz! (Burada “yamuk bakmak” Zizek’e atıfta bulunursak, aslında pozitif bir anlam taşıyor.) Çokça eleştirdiği, “sahte radikaller” dediği çevrelerin “otoriter yönetimler- gözetim toplumu” söylemlerinin bir çeşit tekrarını yapıyor. Çin’in, devlet ve piyasa kapitalizmini mükemmelen birleştirip, bir çeşit distopik otoriter-totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem inşa ettiğini öne sürüyor. Yine çok bildik “Ne Amerika ne Çin, yaşasın özgür Dünya” masalının değişik bir biçimi! Bu iddia, birkaç ay önce, bir Amerikan düşünce kuruluşunun Çin konusundaki analizini hatırlatıyor bana: Çin halkının, artık çok bariz olarak, istatistiklere ve kamuoyu yoklamalarına yansıyan ekonomik olarak ilerlemesi ve devletinden yüzde 90’lar seviyesinde memnun olması karşısında şöyle bir yorum yapmışlardı. Evet, Çin halkı artık yoksul değil; ötesinde eğitim, sağlık, barınma, beslenme, ulaşım, iletişim, istihdam yaratımı gibi alanlardaki büyük devlet desteğiyle bir orta seviye refah toplumu haline de çok yaklaştı. Ama bu durum, sizi yanıltmasın, çünkü Çin Komünist Partisi, sırf kendisine karşı yapılabilecek sosyal ayaklanmaları önlemek için, halkçı politikalar uygulayıp, kendi halkına bir çeşit “rüşvet” veriyor! Kerli ferli akademisyenler, son derece ciddi görünen bir düşünce kuruluşunun yine son derece ciddi bir raporuna bu deli saçmasını yazıp, bundan bir de para kazanıyorlar, olacak şey değil!
Çin özelinde, meselenin bam teli şu ki, hem halk için çalışıp, halkçı politikalarla, halkın katılımıyla, halkın refahını artıracaksınız hem de aynı anda totaliter bir rejim kurup halka zulüm yapacaksınız! Buradaki açık çelişkiyi de Zizek’in görememesi çok şaşırtıcı diyelim kibarca!
Kısacası maalesef Profesör’de, temcit pilavı gibi, Bob Geldof’un geçenlerde söylediği, ana akım medyada çok tutulan, veciz ama içi boş saçmalığı, değişik boyutlarda zaman zaman tekrarlıyor: “Erdoğan, Xi, Putin ve Trump’tan yani otoriter liderlerden bıktık usandık artık!” Ah şu çılgın otokratik rejimler ve otokrat liderler! Öyle olsun, siz onlardan bıkadurun ama biz bıkmadan usanmadan, dünya nüfusunun milyonda birini oluşturan gerçek asalakların yarattıkları yoksulluk, açlık, işsizlik, eğitimsizlik, eşitsizlik ve uyguladıkları militarist terör ile savaşmaya devam edeceğiz.
Gelelim, son olarak, belki de çok daha önemlisi, asıl üzerinde çalışmamız gereken şey, akademik çevreleri bu çok kültürcü, cinsiyetçi, kimlikçi ve siyaseten doğrucu “tek sesli” işgalden nasıl kurtaracağız sorusuna vereceğimiz cevap olmalı. Bugün, ne Amerika’da, ne Avrupa’da hatta ne de Türkiye’de, merkezi akademik çevrelerde, egemen neoliberal söylemlerin dışında özgür ve bağımsız bilgi, içerik üretimi çok zor. Ekonomik olarak egemen çokuluslu Atlantik sermayesine, politik olarak da neoliberal kimlikçi ve cinsiyetçi yaklaşımlarıyla sahte solculara emanet edilen akademik söylemde, yeni seslerin de işitilmesinin bir yolunu mutlaka bulmalıyız.
Velhasıl tüm bu tespitlerimizin ışığında, temel iddiamız şu: Profesör Zizek’in Çin, Rusya, Türkiye başta olmak üzere güncel “dünyevi” konulardaki söylemleri, son derece çapsız ve maalesef genel geçer klişelerin ötesinde değil. Ortada kesin bir “başarısızlık” durumu var bizce. Hadi yine de “her yerde kötülük gören kem göz olmayalım” ve bu başarısızlığı, safça, Zizek’in bilgi kaynaklarının yani bazı akademik çevrelerdeki o “kılavuz kargalarının” yanlış yönlendirmesine bağlayalım. O zaman, beklentimizi ve önerimizi de açıkça ortaya koyalım: Zizek’in çok iyi bilip ifade ettiği gibi, bazı durumlarda, başarısızlık yapısaldır ve zorunludur. Kişi bir yerde tıkanır, sınırlarına gelir; ya kendini tekrar edecektir ya da susup, bekleyerek, yeni bir perspektiften bakış anı yaratana kadar o sürecin tüm sancısını çekecektir. Umudumuz ve dileğimiz, Zizek’in de böyle bir perspektif değişikliğini gerçekleştirecek cesaret ve azmi göstermesi!