‘Tarih Devrimi’ni bugün yeniden başlatabiliriz

Türk Tarih Tezi o gün için başarıya ulaşmış bir harekettir. Bilimsel eksikliklerine rağmen Türk Tarih Tezi bugün bile bizleri ve genç tarihçileri ateşleyen ruha sahiptir. Türk Tarih Tezi, Atatürk’ün önderliğindeki Türk Kurtuluş Savaşı’nın kültür alanında başarıyla yürütülmüş bir parçasıdır

1930-1931’lerde ‘Türk Ocağı Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ kuruldu ve projeyi yürüten kurul toplantısında Afet İnan Türk ulusunun Altaylar ve Orta Asya’daki kültür kökenlerine dikkat çekti. Türklerin Anadolu’daki tarihinin binyıllar öncesine dayandığını ifade etti. Aynı yılın sonunda kurul 606 sayfalık Türk Tarih Tezi metnini ortaya koydu. Yüz adet basılan kitap, eleştirilere sunulmak üzere ilgili kişilere iletildi. On bir bölümden oluşan hipotezin metni en erken çağlardan itibaren Türk tarihinin kökenlerini ve akışını içeriyordu.

Baykal gölünden boşalan, Yenisey ile Kuzeyde dik kesişen Angara nehrinin kıyılarında bir yerleşim olan Buret’teki kazılar, 1927’den beri sürüyor.

Ertesi yıl proje Türk Tarihinin Ana Hatları: Medhal Kısmı adı altında özetlendi. Millî Eğitim Bakanlığınca okullara dağıtılmak üzere basıldı. Türk Tarih Tezi özetle, Cumhuriyet öncesinde yurt içinde ve Batı’da Türk ulusal tarihinin bilinçli olarak aleyhinde geliştirilmiş saçma sapan hipotezlere karşı bir haykırıştır.

Türk Tarih Tezi doğrudur-yanlıştır, bilimseldir-değildir. Bunlar pek yakında tarafımdan ayrı bir çalışmada tartışılacaktır ama Türk Tarih Tezi Atatürk’ün önderliğindeki Türk kurtuluş savaşının kültür alanında başarıyla yürütülmüş bir parçasıdır. ‘Türklerin Prehistoryası’ ise Türk Tarih Tezi’nden sonra yeni bir Türk tarih tezidir. ‘Türklerin Prehistoryası’ ile Türk Tarih Tezi arasında ilginç benzerlikler vardır. ‘Türklerin Prehistoryası’ Orta Çağlardan Paleolitik’e uzanan bir kültür zinciridir. ‘Anayurt’ adresini gösteren bir rehberdir. Ve nihayet Hint-Avrupacı ırkçı hipotezleri topluca çöpe süpüren akademik bir çalışmadır.

ZEKİ VELİDİ TOGAN’IN YAKLAŞIMI

Atatürk’ün Türk Tarih Tezi, 1932’de I. Türk Tarih Kongresi’ndeki ‘tatsız’ tartışmalar dışında bir daha gündeme getirilmemiş, herhangi bir sonuca da bağlanmamıştır. Tartışmaların kaynağı Zeki Velîdî Togan’dır. Yazar, söz konusu teze doğrudan karşı çıkmıştır. Tezi savunan kongre üyeleri de bu karşı çıkışa karşı çıkmışlar, tartışmalar uzamış gitmiştir. Kısaca yazarın itirazı, ‘Orta Asya’da iklimde kuruma (ve ardından gelen göçler vs)’ konusu üzerindendir ancak karşı olduğu aslında ‘Türk halklarının anayurdu’ konusudur ve ‘anayurttan dünyaya dağılan göçler’ hipotezidir.

Z.V. Togan, kongre öncesinden beri zaten Türk Tarih Tezi’ne karşı olduğunu bildirmiştir. Haklıdır ya da değildir. Ne ki yazar, tartışılanın, son derece stratejik, tarihî ve ‘özel bir konu’ olduğunun farkında değildir. Yazarın kafası başka yerdedir. Nerededir? Bunu bilmek gerçekten zor. Kongredeki genel davranış biçimi bizlere (okuyucuya) karşı en ufak bir aidiyet hissi, Cumhuriyet coşkusu, heyecanı yansıt-ma-mak-ta-dır. Bir bilim insanı, bir araştırmacı, bir Türk aydını için zaman coşku zamanıdır.

Sanki kendisi başka bir ülkenin bilim insanıdır da sıradan bir toplantıya sunum yapmak için Ankara’ya gelmiştir. Yenice kurulmuş Cumhuriyet’in, ‘kul’dan ‘vatandaş’a yükseltilen halk yığınlarının ulusal kültür bilincini oluşturacak projelerden biri ile karşı karşıya olduğu gerçeğini anlamamakta direnmiştir. O yıllarda Dil Kurumu ve Tarih Kurumu kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti arkasına muhteşem bir rüzgâr almıştır. Atatürk sayesinde tarih çalışmaları başlamıştır. Arkeolojik kazılar başlatılmıştır. İstanbul Üniversitesi’nde ‘Umumi Türk Tarihi Bölümü’nün kuruluşu gerçekleştirilmiştir.

Ankara’da DTCF kuruluş hazırlıkları neredeyse tamamdır. Biraz kafası çalışan, Cumhuriyet heyecanı duyan, farkındalık sahibi her başarılı bilim insanına ihtiyaç vardır. Bütün bu yeni kurumların kapıları onlar için açıktır. O heyecanı yüreğinde hisseden başarılı genç insanlardan bazıları seçilerek tarih-arkeoloji alanında öğrenim almak üzere işte o yıllarda yurtdışına gönderilmiştir. Buna karşılık yazarın ulusal farkındalık düzeyi sıfırdır.

Yazar, ‘Orta Asya’da iklimde kuruma olmuştur-olmamıştır’ kısır tartışmalarını inatla sürdürmüş, toplantıya katılanların gösterdiği sert tepkilere rağmen, tatsız, anlamsız, hatta patavatsız karşı çıkışlarından vaz geçmemiştir. Yazarın kongre öncesindeki ve kongre boyunca sergilediği bu anlaşılmaz, sevimsiz tutumu, onu, İstanbul Üniversitesi’ndeki işinden olmasına, bir sonraki aşamada ise apar-topar Türkiye’den kaçmasına kadar sürüklemiştir.

Türkiye’de Z.V. Togan’ın geleceği aslında parlaktır. 1925’te intikal ettiği Türkiye’de kısa sürede istediği her şey yerine getirilmiştir. Onun yakın arkadaşı, meslektaşı Fuad Köprülü de aslında o kongrede yazar ile aynı fikirdedir. Söz konusu teze içerik olarak o da karşıdır. Ancak o bu özel toplantıda nasıl davranılması gerektiğinin bilincindedir. Ve Z.V. Togan gibi ulusal aidiyet duygusu eksik değildir. Farkındalığı yüksektir.

Türk Tarih Tezi’ne karşı çıkmış olması F. Köprülü’nün zaman içinde Dışişleri Bakanlığı’na yükselmesine engel oluşturmuş değildir. Bu kapılar Z.V. Togan için de ta baştan beri açık değil midir? Ne ki yazarın aklı başka yerlerdedir.

BUGÜN BİLE HEYECANLANDIRIYOR

Son derece sığ ve basit konu başlığı üzerinde muhalefetini inatla sürdüren Z.V. Togan’ın toplantılarda yaydığı negatif enerji dışında, Türk Tarih Tezi o gün için başarıya ulaşmış bir harekettir. Bilimsel eksikliklerine rağmen Türk Tarih Tezi bugün bile bizleri ve genç tarihçileri ateşleyen bir ruha sahiptir. Unutmayalım.

Şimdi geçelim ‘Türklerin Prehistoryası’nın ana hatlarına: Türk dili konuşan halkların Kuzey Asya’da Klasik Türk Döneminden Neolitik/Paleolitik çağlara uzanan kültür tarihini arkeolojik belgeler üzerinden tanımlayan, uzun zamana yayılmış uygulamalı araştırmalar sürecinin bugün geldiği son noktasıdır. Başta belirtelim, ‘Türklerin Prehistoryası’ tahmine, temenniye, efsaneye, bilimsel olmayan referanslara, bugün hâlâ kullanılan seksen yıllık “İslamiyetten önce Türk tarihi” ile ilgili yalan-yanlış bilgilere dayandırılan bir ‘kurgu’ değildir. ‘Türklerin Prehistoryası’, yazılı kaynaklar ve arkeolojik belgelerin temelleri üzerine yükseltilen Türklerin Kuzey Asya’daki erken varoluşunun gerçek hikâyesidir.

ERKEN DÖNEM TARİH YAZIMI

Ulusların erken kültür tarihi, eğer şu üç koşul sağlanmışsa yazılabilir: 1) Yazılı kaynaklar kümesi, 2) yazılı kaynakların tanımladığı maddi kültür belgeleri kümesi, 3) bütün bunlarla bağlantılı olarak gösterilebilecek bir anayurt coğrafyası. Eski Türk kültürü işte bu üç koşulu ilginç biçimde ve eksiksizce barındırıyor.
Altaylardaki Klasik Türk Dönemini temsil eden Orhun Yazıtları diye bildiğimiz Klasik Türk Döneminin Türk Runik yazısı ile yazılmış ‘tarihî metinleri’, ‘Türklerin Prehistoryası’nın ilk ayağını oluşturan temel olgudur.

Türk Runik yazıtları, zaman içinde geniş Avrasya coğrafyasının hemen her tarafına yayılmış muazzam bir arkeolojik kültürel birikimini niteler. Kimi çevrelerce, sadece kendi dönemini aydınlatır, diye küçümsenen bu tarihî metinlerin tanımladığı arkeolojik belgeler çokluğu, bizi çok daha erken kültürel evrelere ulaştırabilme potansiyeline sahip değer biçilmez bir hazinedir. Eğer, Türklere ait tarihî metinler o steller üzerine kazınmamış olsa idi bugün arkeolojik belgeler üzerinden erken Türk tarihi konusunda en azından bizim yazacak çok fazla bir şeyimiz olmayacaktı.

Klasik Türk Döneminin tarihî metinleri, sadece runik yazı üzerinden bile kültürü MÖ 5. yüzyılların Issık kurganı buluntularına, bin yıl öncesine bağlıyor. Issık kurganında gün yüzüne aralanan savaşçı prense ait gümüş bir tas üzerindeki runik yazılar, hem bu yazı biçiminin kullanıldığı erken tarihler için, hem de Türk-Altaylı yerli halkların arkeolojik mevcudiyeti ve zenginliği için MÖ 5. yüzyıla bir terminus ante quem koyar.

Bu da Issık tasının MÖ 5. yüzyıldan daha erken dönemlerin bile tanığı olabileceğini düşünmemizi gerektirir.

ARKEOLOGLAR İÇİN BULUNMAZ HAZİNE

Klasik Türk Dönemi tarihî metinleri Türk tarihinin sadece belli bir evresini aydınlatıyor ve ama bizim için önemli bir şey daha yapıyor: Geniş alanlara yayılmış arkeolojik belgeler grubunu destekliyor. Niteliyor. Kimliklendiriyor. Bir arkeolog için bu bulunmaz bir hazinedir. Çünkü eğer arkeolojik stil-kritik yöntemini kullanmak için çıkış noktamızı erken ya da geç, çok iyi tanımlanmış belgelerden alamıyorsak işimiz zor. Bu bakımdan söz konusu tarihi metinlerin nitelediği tanımlanmış maddi kültür belgeleri bize sağlıklı çıkış noktaları sağlıyor.

Orhun yazıtları geç bir dönemi temsil ediyordu ama Orhun yazıtlarının nitelediği arkeolojik belgelerin izlenmesi bizi Orta Çağlardan alıp en erken çağlara götürebilecek potansiyele sahipti.
‘Türklerin Prehistoryası’nı taşıyan ikinci temel ayak Klasik Türk Dönemi tarihsel metinlerinin nitelediği, tanımladığı, kimliklendirdiği arkeolojik belgeler topluluğudur. Klasik Türk Dönemi dediğimiz evreyi temsil eden kültür belgeleri grubu başta Sayan-Altay ve Moğolistan topraklarının bütününe, Avrasya’nın en Batısından en Doğusuna kadar geniş bir coğrafyaya yayılmıştır.

Bu yayılma inanılmaz bir varoluşun da ifadesidir. Çünkü yazıtlar vasıtasıyla tanımlanmış bu muazzam arkeolojik birikim, bizim Klasik Türk Döneminden daha erken zamanlara doğru yol alabilmemizde en değerli aracımız olacaktır. Mevcut yazıtların ışığında geçmişte ancak belli bir evreye seyahat edebiliriz. Tarihi metinlerin nitelediği tanımlanmış maddi kültür belgesi ise bizi çok daha uzaklara götürebilme potansiyeline sahiptir. ‘İkinci temel ayak’ diye ortaya koyduğumuz tanımlanabilir arkeolojik belgelerin izlenmesi bu bakımdan ve hatta ‘anayurt’ (Urheimat) toprak parçasının keşfi çalışmalarının temelini teşkil ediyor olması açısından da son derece önemlidir.

YENİSEY-LENA HAYAT ALANLARI

‘Türklerin Prehistoryası’nın ağırlığını taşıyan temel ayaklardan üçüncüsü, arkeolojik belgelerin bizi götürdüğü en eski zaman aralığı ve onun yayıldığı mekânlar üzerinde yaptığımız çalışmaların sonuçlarıdır. Klasik Türk Döneminden başlayarak tarihin erken evrelerine doğru izlediğimiz maddi kültür belgeleri bizi zaman olarak Neolitik Çağlara, mekân olarak Angara-Baykal mikro-klima hayat alanlarına götürür.

Biz bu coğrafyayı daha geniş anlamda ‘Yenisey-Lena’ diye tanımlıyoruz. 1994’ten başlayarak 2001’e kadar teorik düzlemde, bu tarihten itibaren ise şu satırları yazdığım günlere kadar geçen aktif arazi uygulamalı çalışmaları ve kütüphane, laboratuvar süreci arasında uzanan araştırmalarımız, Türklerin anayurduna doğru yolumuzu adım-adım aydınlatmıştır. Araştırmalarımızın bizi çıkardığı yer Yenisey-Lena hayat alanlarıdır. Türk dili konuşan halkların dünyaya yayılmadan önceki en eski yurtları bu topraklardır.

Kuzey Asya’da erken Türk tarihi araştırmalarımız bu üç sarsılmaz ayak üzerinde yükseltilmiştir. Artık Türklerin erken tarihine açılan kapıları aralayarak gidilebilecek en uzak mesafelere gitmek üzere zaman yolculuğuna çıkabiliriz.

Afet İnan, Türk Tarih Tezi’nin temel ilkelerini bilim dünyasına ilk kez sunarken, Türklerin Paleolitik çağlarda Orta Asya’dan bütün dünyaya yayılan göçlerinden söz etmişti. 1930-32 arasında Z.V. Togan’ın tam olarak “siz ne anlarsınız tarih biliminden, ben o işin ilmini yapmışım, yok öyle Türk Tarih Tezi filan” tavrı içinde küçümseyerek karşı çıktığı Türk Tarih Tezi ve onun dayandırıldığı “anayurt coğrafyası” ve “göç hipotezi”, Afet İnan’dan yüz yıl sonra ‘baskı mikro-dilgi teknolojisi’ üzerinden tarafımızdan açıklandı. Hakemli akademik dergilerde Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanan iki makale ile bilim dünyasına sunuldu, kabul ettirildi. İlginç değil mi?

ATATÜRK’ÜN DÜŞÜ GERÇEK KILINDI

Atatürk’ün gerçekleştiğini göremediği o düş, tarafımızdan yüz yıl sonra gerçek kılındı. Keşiflerimizi Atatürk’ün, Cumhuriyetin ikinci yüzyılının onuruna, 1932’nin sıcak temmuz ayının ilk haftasında Ankara’da yapılan 1. Türk Tarih Kongresi’nin bütün heyecanlı katılımcılarının anısına armağan ediyorum ve buradan sesleniyorum: ‘Tarih Devrimi’ni masa başında yeniden başlatıyorum. Herkes bir kenara not etsin.

Sonraki Haber